KUR’AN EKSENİNDE İNSAN ve RUH SAĞLIĞI

(Ya da MUTLULUĞUN YENİDEN İNŞASI)

Hüseyin K. Ece

Şubat 2017-Mayıs 2017

Leusden

 

BİRİNCİ DERS

04 Şubat 2017 Cumartesi

RUH SAĞLIĞI/BEDEN-RUH DENGESİ ve MUTLULUK

 

Saadetin yollarını gösteren ve imkanlarını sunan, bu yolları ve imkanları arayabilmek için aklı hibe eden, Allah’a hamdolsun.

Saadetin diğer adı olan İslâmı tebliğ eden, yaşayıp gösteren, örnek ve önder olan son peygamber Muhammed’e salat ve selâm olsun.

O ki, asr-ı saadetin (mutluluk devrinin) kurucusu, o ki huzur evinin reisi, O ki huzur toplumunun başkanı, O ki, insana saadetin nasıl olmasını gerektiğini öğretti, O ki, kendisini görenler için, kendisini sevenler için, kendisini izleyenler için mutluluğun ta kendisidir.

Mutluluğun yeniden inşası için...

 

-Giriş

Bu insanın iç ve dış veya beden ruh dengesidir. Ya da psikolojiyi korumak şeklinde de ifade edebiliriz. Bir başka açıdan insanın mutluluğu diyebiliriz.

Herkes hasta olabilir. Herkes sıkıntıya düşebilir, herkes zorluklarla karşılaşabilir, herkes stres sahibi olabilir, herkes birden fazla derde sahip olabilir. Ama herkes kendince mutlu olmak ister.

Stresin tedavisi kolay. Depresyon da zor olmakla tedavi edilebilir. Ama psikoljik rahatsızlık şizofreniye ulaşmışsa onun tedavisi bir hayli zor.

Elbette hem bedensel hastalıklarda, hem de psikolojik rahatsızlıklarda doktora, uzmana, ilaca, tedaviye, terapiye, psikoloğa, psikiatriye, ameliyata, hava değişimine, rehabilitasyona, daha başka şeylere de baş vurmak, dermanı/şifayı aramak gerekir.  

İnsanın ruh-beden sağlığı ile mutluluk arasında bağlantı var. Öyleyse mutluluk nedir, nasıl kazanılır, nasıl kaybedilir? Gerçek İslam müntesiplerine dünyada mutluluk mu, azap ve işkence mi, çile ve dert mi vadediyor?

Bu derslerde daha çok tür rahatsızların sebeplerini, önlemenin ve azaltmanın yönlerini, bunlardan korunmanın yollarını; bunun yanında da insanın hayatını güzelliştiren, onu said yapacak, onu bu dünyada mutlu edecek, dahası ona Ahiret hayatında da saadet kazandıracak ilkeleri Kur’an ekseninde anlatmayı deneyeceğiz. Bu konularda Kur’an’ın rehberliğini söz konusu edeceğiz.

Söz konusu edeceğimiz Kur’anî ilkeler, ölçüler, hükümler, dersler aynı zamanda İslâmî hayatı inşa eden, kulluk görevlerini tamamlayan, ahlâkı güzelleştiren, ruhsal sağlığı ve mutluluğu sağlayan şeylerin bir kısmıdır.

Konuyu ondört derste anlatmayı planladım.

Peygamberin haber verdiğine göre her türlü hastalığın tedavisi mümkün, ilacı vardır. Şifanın nerde, hangi araçta, hangi uygulamada, hangi doktor eliyle, hangi ilaçla olacağı belli olmaz. Hastaya ve yakınlarına düşen derde derman aramak, hastalıkları tedavi etmek. Sonuç, hasatlığı yaratana kalmış.

 Bunların yanında manevi rahatsızlıkları tedavi, insanın huzur bulup, rahat edeceği, mutlu olacağı başka imkanların olduğu hatırlanmalı.

İlaçlar beden hücrelerini nasıl etkileyip iyileştiriyorsa, Kur’an da kalp ve zihne, duygu ve düşüncelere, tasavvura ve isteklere öyle şifâ sağlar. (Kur’an’ın şifa olduğu ileride derslerin birinde söz konusu edilecek.) Kur’an insanı eğitir, terbiye eder, hayatı inşa eder, düzene koyar. İnsana saadet verecek şeyleri öğütler, insanı hzursuz edcek şeylerden sakındırır. İki dünya mutluluğu elde etmenin formülünü sunar, yollarını gösterir.  

İnsana huzursuzluk veren, ağzının tadını bozan bazı dertler vardır ki, ilacı ne doktordadır, ne hastahanede, ne de eczahanede. Bazı rahatsızlıkların, ruhsal veya psikolojik dengesizliklerin sebebi görünen şeyler ve teşhisi kolay olmayabilir. Öyle dertler vardır ki dışarıdan görünmez, içeridedir. İçerideki yarayı kim görebilir, hangi alet tesbit edebilir ki? Bunlara tabip neylesin, ilaç ne yapsın? Bu gibi hastalıkların, dertlerin,  ızdırapların dermanı başka yerdedir.

Bir şair türkücü bu gerçeği şöyle anlatıyor:
“Yaş akar gözüm sızlar ne kalır gerisinde
Herkesin bir derdi var durur içerisinde
Doktorlar da ne bilir ciğerin acısını
Cerrahpaşa'ya koydum canımın yarısını” Volkan Konak

Buna karşın “bazı dertler vardır ki, dermanı kendidir.” Hatta böyle dertler sahibi için huzur kaynağıdır, mutluluktur. Böyleleri asıl bu dertlerinden kurtulurlarsa derde düşerler, mutsuz olurlar. Bakınız Fuzûlî için aşk derdi ilacın ta kendisidir.

 “Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabip

Kılma derman kim helâkım zehr-i dermanındadır”

Hikâyeye göre Mecnûn’un haline acıyan babası onu hacca götürür. Ki Kâbe’de dua etsin. Etesin de bu dertten kurtulsun. Öyle ya Kâbe’de yapılan dualar makbul olurmuş. Babası dua eden Mecnûn’a kulak vermiş. Bu dertten beni kurtar yerine, derdimi artır diye yalvarıyormuş.

"Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni 

Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni." Fuzûlî

İnsan bir bütün ama, bir bedensel yönü vardır, bir de manevi yönü vardır. Buna isterseniz ruh deyin, farketmez. Var ama tarifi o kadar da kolay değil.

İnsan bedeninin görünen ihtiyaçları var. Bunlar yeterince karşılanmazsa veya bedende bir dengesizlik olursa doktor, ilaç, tedavi; tamiri, düzeltilmesi mümkün.

Bedeninde rahatsızlık olan kimse mutsuz olduğu gibi, psikolojisi bozulan da, depresyon geçiren de mutsuzdur. İnsan ve onun huzuru söz konusu olunca sadece bedenin hasta olmaması, sadece bedeninin ihtiyaçları akla gelmemeli. İnsan iç dünyası ile bir bütün olduğuna göre, cismine arız olan rahatsızlık manevi boyutunu da etkiler.  

Görünmeyen iç dünyamızın da ihtiyaçları var. Onun dengesini de başka şeyler sağlar.  Onun dengesi bozulursa, bedeni düzelten maddeler, onu düzeltmez. İç dünyamızın ihtiyaçları da farklı, dengesi bozulduğu zaman dermanı da farklı.

İnsanların içinde bulunduğu gam ve kedere, hüzne ve üzüntüye, bunalım ve streslere, yani psiklojik dengesizliklere, huzur ve mutluluk duygusuna bir de bu açıdan bakmak gerekir.

 

-Mutluluk fenomeni

İnsanın öteden beri istediği şeylerden biri de mutluluk... Ya da her birimizin şahsında, evinde ve çevresinde aradığı huzur. Beden ve ruh dengesi, stresten uzak, rahat, huzur dolu bir hayat. Kur’an’ın deyimi ile ‘tayyibe bir hayat’.  (İlerideki derslerde gelecek.)

İyi de bu istenilen şey, yani mutluluk nedir? İnsan neden huzur duyar, neye huzursuzluk demektedir?

Mutluluğun herkes tarafından kabul edilebilen bir tarafi var mı?

Birini mutlu eden şey, diğerinin mutlu eder mi?

Birinin huzur dediği şeye başkası da huzur der mi?

Öteden beri tartışma konusu olan bu fenomene nasıl bakmalı, nasıl anlamalı?

Herkesin her yerde aradığı, hasretini duyduğu, özlemle beklediği, elde etmek için fedakârlığı göze aldığı bir şey.

Modern dünya insanlarının rahatını sağlamak için çok şeyi gündeme soktu. Felsefesini yaptı, üzerinde tartıştı, kafa yordu, düşündü taşındı. Aletler, prensipler, sistemler, proğramlar geliştirdi. Karnını doyurmak için, arzu ettiğini elde etmesi, isteklerini karşılaması için önünü açtı. Madde açısından hiç bir şeyi eksik etmedi. Yüz yıl öncesinde düşülemeyecek kadar zenginleşti, lüks bir hayat geliştirdi, sayısız araç icat etti, devreye soktu. Kısaca insanı mutlu etmek etmek için her şeyi seferber etti, ediyor.

Ama insanını mutlu edebildi mi?

İnsanın en fazla ihtiyaç duyduğu iç huzurunu sağlayabildi mi?

İnsanı manevi açıdan doyurabildi mi?

İnsanın ihtiyaç duyduğu her şeyi temin edebildi mi?

Hollandalı Davud isimli bir müslüman anlatmıştı: “Basından okuduğum kadarıyla geçen yıl İngiltere’de onyedi yaşında bir kız lotto’dan yaklaşık bir milyon sterling kazanmış. Ancak bir müddet sonra lotto şirketine dava açmiş. Gerekçesi bu kadar para yüzünden dengesi bozulmuş, huzursuz olmuş. Hayata dair perspektifi kaybolmuş, ilerisi için düşündüğü veya planladığı bir takım hayalleri yok olmuş. Halbuki bu paraya sahip olmadan önce ilerisi için hazırlık yapıyordu. Hayalller kuruyordu, hedefleri vardı ve onlar için çaba gösteriyordu. Bu da onun için bir moral, bir motivasyoın ve bir mutluluk sebebi idi. Ancak lottonun verdiği para bütün planlarını altüst ett. Bu kadar genç yaşta birine bu kadar parayı verip onun ideallerini elinden alan, hayatını altüst eden lotto şirketi ona göre suçlu idi. Ona göre lotto oynama yaşı yukarı çekilmeliydi. (Zaandam, 17.02.2017)

“Para ile saadet olşmaz” atasözünü doğrularcasına... Demek ki insanı mutlu eden şeyler, çoklarının zannettiği gibi gözü görünen şeyler, ya da biyolojik ihtiyaçların karşılanması değilmiş.

 

-Mutluluk nedir?

İnsan mutluluğa nasıl ulaşabilir?

Ya da gerçekten bir mutluluk var mıdır?

Herkes kendine göre bir mutluluk tanımı yapabilir. Ya da pek çoklarına göre ayrı mutluluk çeşitleri vardır.

Kimilerine göre de mutluluk izafidir. Kişiden kişiye, zamandan zamana, toplumdan topluma değişebilir.

Mutluluğun belli bir kalıbı, belli bir tanımı da yoktur.

Hoş, memnuniyet verici, huzurla dolu bir hayat. Gözü arkada komayan, bıktırmayan, bunaltmayan, sersemletmeyen, utandırmayan bir yaşama biçimi. Pişman ettirmeyen, verimli, üretken, dolu dolu bir yaşayış.

Mutlu, huzurlu, hoş ve tatlı bir hayat.

Hani yaşamanın tadı, yaşama sevinci derler ya, işte öyle...

Herkesin hayal ettiği, özlediği, şiirini yazdığı, hayalinde destanlaştırdığı hayat.

Belki Farabî’nin Medinetü’l-Fadila’sı,

Kimbilir, belki de bir hindunun nirvanası budur?

Ya da Mecnun’un çöllerde aradığı Leylâ,

Bir prensin kafdağında bulmaya gittiği altın bülbül...

Yoksa, kırkıncı odada saklı ebedî bir sır mı ki, ne kapı açılıyor, ne sır çözülüyor?

Gerçek saadeti sağlayan, taddıran, yaşatan bir hayat. Kişinin asr-ı saadeti.

Felsefeye, sanata ve edebiyata konu olmuş bir tatlı hülya... Romanların, filimlerin, şiirlerin anlatmaya çalıştığı bir heves...

Bu, her türlü araç denenerek anlatılmaya çalışılan, ama hâlâ anlatılmaya muhtaç bir hayal mi?

Ya da bir serap mı?

Elde edilmesi mümkün olmayan bir nesne mi?

Varılması mümkün olmayan bir ufuk mu?

Hani sen gidersin, o gider, sen ona kavuşmak için koşarsın, o habire kaçar. Yani gölge. Mutluluk da gölge gibi bir şey mi?

Yahut altından geçilmeye çalışılan, ama bir türlü yanına varılamayan gökkuşağı mı?

Hep naz eden, kendini ağırdan satan, bir türlü olduğu gibi görünmeyen, hain bir sevgili, kurnaz bir işgüzâr, elem vermekten zevk alan bir dolandırıcı mı?

Belki uzaklarda aranan ama yakınlarda saklanan bir şey. Başka vasıtalarla elde edilmeye çalışılan, ama çok kolaylıkla elde edilebilen bir kazanç.

Acaba mutluluğu nasıl tarif etmek gerekir?

Belki de tanıma ihtiyacı olmayan, sadece tadılan, hissedilen, insanın iç âleminde çok özel bir yeri olan iç huzur.

Yoksa onu tarif etmeye kalkışarak insanoğlu onu iyice tanınmaz hâle mi getirdi. Ona yakın olayım derken, bu tanımlarla ona iyice yabancı mı kaldı?

Acaba onun tarife ihtiyacı var mı? Hadi diyelim ki birileri onu tarif etti; duyanlar, okuyanlar, dinleyenler ondan bir şey anlayacaklar mı?

En iyisi balı kavanozun dışından yalamaya kalkışmamak. En iyisi balı tarif edenlerin anlatımından değil, kendi dilimizle tadarak anlamaya çalışmak. En iyisi işi kaynağından öğrenmeye çalışmak.

“Arı bal yapar ama balı tarif edemez.” Mutluluk da bunun gibi bir şey. Kendi elinle bal tadında yaparsın, ama anlatamazsın. Ya da kendi elinle deli bal yaparsın, ya da hiç yapamazsın, ama sebebini açıklayamazsın.

Birisi şöyle haykırsa haklıdır: “Ey arkadaş, mutluluğu veya huzuru niye uzaklarda, kitaplarda, tv proğramlarında, kurslarda, terapilerde, güya sözümona uzmanların iddialarında arıyorsun?

Halbu ki o senin yakınında, çok yakınında…

Onu bulmak için niçin kaf dağına gitmeye kalkışıyorsun? Niçin altın bülbül aramaya gidiyorsun?

Aradığın şey kendi içinde. Gönül kuşun çok yakınlarda, kendi bahçende.

Deryaya inci aramaya gitme. Aradığın inci kendi hazinen de saklı.”

“Güneşi ceketimizin astarında kaybettik” diyenler doğru söylüyorlar.

Başkalarının ufuklarında güneş arayanlar, bir de ceplerine baksınlar. Güneşi orada, aydınlığı orada, ısıyı orada bulacaklar.

Kendi evindeki karın doyuracak yiyeceği küçümseyenler, başkalarının evinde ballı börek yendiğini hayal ederler.

Başkasında olanlara gıpta ile bakanlar, kendi sahip olduklarının değerini anlamakta geç kalırlar.

Başkalarının tatlı rüya gördüğünü zannederler, kendi rüyalarına kabus derler.

Başkasının çektiğini bilmeyen, eline batan iğnenin/dikenin verdiği acıya feryat ederler.

Açlıkla imtihan edilmeyen, sofrasında bir şey eksik olsa bu felaket sayar.

Bazen uzaklarda aranan, kişinin çok yakınındadır. Biraz daha yakından bakmayı becerenler, hemen yanıbaşındaki hazineye ulaşabilirler.

Kimileri de yıllarca başka adreslerde aradıklarını bulamazlar da, sonunda kendi muhitinde istediklerine kavuşurlar.

 

-Uzaklarda aranan

Hikâye bu ya... “Adamın biri çift sürmeye gitmiş. Tarlası uzakmış. Sabah erkenden öküzleri, malzemeleri, azığını almış, sabanın kayışı da kaybolmasın diye boynuna asmış ve yola çıkmış.

Gitmiş, gitmiş, belki bir saat, belki daha fazla. Yorulmuş, oturmuş, kahvaltı yapayım demiş, bu arada öküzler de hem dinlenirler, hem de biraz otlarlar. Öyle yapmış. Dinlenmiş kahvaltı yapmış. Bu orada öküzler de otlamış, karınlarını az da olsa doyurmuşlar.

Adam tam vakti deyip taralayı sürmek üzere öküzleri yanaştırmış. Boyunduruğu boyunlarına koymuş, bağlarını bağlamış. Öküzleri sabana yanaştırmış, Kayışı boyundurukla sabana bağlaması gerekiyor. Bakmış ki kayış yok. Öteye bakmış, beriye bakmış, azık torbasının altına, üstüne, içine bakmış; yok, yok. Telaşla her tarafı aramış ama bulamamış. Eyvah demiş, galiba evde unuttum. Eh, kayış olmasa nasıl çift sürülebilir ki? Mutlaka olması lazım. Üzülmüş, hayıflanmış. Ama çare yok. Olan olmuş.

Demiş ki bari tekrar eve döneyim de kayışı alıp geleyim. O zamana kadar öğle de olur ama hiç olmazsa öğleden sonra tarlayı biraz sürerim.

Sonra o kadar yolu katederek, tekrar eve gelmiş.

Onu gören karısı telaşla:

-Bey, hayrola niçin döndün, bir şey mi oldu?

-Hanım kayışı unuttum da onu almaya geldim. Hanımı demiş ki:

-Bey, kayış boynunda ya.

Adam bir de bakar ki kayış boynunda. Sabahleyin kaybolmasın diye boynuna asmış. Sonra da unutmuş. Eyvah demiş, gaflet olur da ancak bu kadar olur. Biz kayışı uzaklarda arıyoruz, meğer o bizim yanımızda imiş.”

İşte bilmemek, unutmak ve gaflet böyledir.

Sahip olduğun şeyin kıymetini sana unutturur.

Mutluluk da böyle bir şey mi?

Saadetin anahtarı hemen yanıbaşımızda da biz onu başka adreslerde mi arıyoruz?

İç ve dış denge, maddi ve manevi sağlık, huzur ve mutluluk üzerinde hala tartışıyor muyuz?

Herkes kendine göre bunu bilir. Bunun cevabını herkes kendine göre verebilir.

Mutluluk üzerine bunca söz söylenmişken, bunca yazı ve kitap yazılmışken, bunca kereler tecrübe edildiği halde yine de mi bulamadık, bulamıyoruz?

 

Öyleyse şu soruları soralım: Dünyada mutluluk var mı?

İnsan dünyaya yalnızca çile çekmek için mi geldi?

Dünyada çok çile çekenler mi âhirette büyük ödüle kavuşacaklar?

Burada rahatsız, mutsuz, çile içinde yaşayanlar, orada huzura mı erecekler?

Dünya müslümanın hapishanesi, kafirlerin cenneti mi?

Kaynaklar şöyle bir hadisi aktarıyorlar: اَلدُّنْيَا سِجْنُ الْمُؤْمِنِ وَجَنَّةُ الْكَافِرِ  “Dünya mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir.” (Müslim, Zühd/1. Tirmizi, Zühd/16. İbni Mace, Zühd/3. Ahmed b. Hanble, 2/197, 323, 389, 485)

Yine başka bir hadiste Hz. Ömer'in naklettiğine göre, bir gün Resûlullah (sav), deriden yapılmış bir yastık ve hasır üzerinde yatmış, hasır vücudunda izler bırakmıştı. Buna son derece üzülen Hz. Ömer'e Resûlullâh (sav), niçin üzüldüğünü sordu. O da: "Kisrâ ve Kayser'in saltanat ve ihtişamına karşılık sizin tercih ettiğiniz şu hayata ağladım. Halbuki siz, Allah'ın elçisisiniz" diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûlullah (sav), Hz. Ömer'i teselli etmek için:

أَمَا تَرْضَى أَنْ تَكُونَ لَهُمُ الدُّنْيَا وَلَنَا اْلآخِرَةَ

"Sen, dünyanın onlara, âhiretin ise bize ait olmasını istemez misin?" buyurdu. (Buhârî, Tefsîr/66. Müslim, Talâk/31)

Dünya müslüman için gerçek bir zindan mı? Acaba burada kasdedilen çile, ızdırap, mutsuzluk, sürekli hüzün mü? Yoksa başka bir şey mi?

Tarihden beri bazı müslümanların dünya hayatından yüz çevirmelerine bu gibi hadisler mi sebep oldu?

Halbuki Kur’an insanları dünya hayatından el çekip ruhban olmaya değil, hayatın içinde kalıp dünya imtihanının kazanmaya davet ediyor. Üstelik dünya nimetlerinden helâl ölçüleri içinde faydalanmaya teşvik ediyor:

“De ki: Allah’ın kulları için yarattığı süzü ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde mü’minlerindir. İşte bilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklıyoruz.” (A’raf 7/32)

"Müjde, dünya hayatında da, âhiret hayatında da onlarındır. Allah'ın sözleri için bir değişiklik yoktur. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur." (Yûnus 10/64)

“Allâh’ın sana verdiği şey­lerde âhiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma.” (Kasas 28/57)

Bu âyetler varken hadisleri böyle yorumlamak imkansız görünüyor.

Burada dünya hayatını sevk ve idareye mi, dünyanın süsü ve saltanatına, varlığına ve zenginliğine mi işaret ediliyor?

Şüphesiz süse, lükse, servete, daha çok kazanıp harcamaya düşkünlük ahirete inanmayanların, hayatı dünyadan ibaret görenlerin anlayışıdır. Onları daha çok servet, daha çok kazanma, daha çok satın alma, daha çok eğlenme mutlu eder, böylece kendilerini cennette zannederler.

Diğer taraftan mü’minlere hazırlanan cennet nimetlerine göre, dünyada müslümanın taddığı şeyler, veya kafirleri sevindiren, imrendiren şeyler bir hiç mesabesindedir. Buna takılıp kalmak da zindan gibidir. Ahirette mü’minlere o kadar çok, mükemmel ve fevkalde nimetler hazırlandı ki, onları ne bir göz gördü, ne bir akıl tahayyül edebilir. İnsanların ahirette elde edecekleri sonuçlara nisbeten dünya mü’min için zindan gibi, kafir için cennet gibidir. Zira cennetin nimetleri dünyadakilerle asla kıyaslanamaz. Kafirler için hazırlanan cehennem azabı o kadar şiddetlidi ki, dünyada çekilen eziyet ve sıkıntılar onun yanında hafif kalır.

Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ, ‘Ben sâlih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir insanın hatır ve hayal edemediği nimetler hazırladım’ buyurdu.” Ebû Hüreyre, isterseniz şu âyeti okuyunuz, dedi: “Mü’minlerin yaptıkları ibadet ve iyiliklere karşılık olarak onlara ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez” (Secde: 32/17) Buhârî, Bed'ü'l–halk/8, Tefsîr (32)/1, Tevhîd/35. Müslim, Cennet/2–5. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîr 33/57. İbni Mâce, Zühd/39)

Sehl İbni Sa’d (ra) şöyle dedi: Bir gün Peygamber’in cenneti geniş bir şekilde anlattığı bir sohbetinde bulundum. Sözünün sonunda şöyle buyurdu: “Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiç kimsenin hatırından bile geçirmediği nimetler vardır.” Sonra da şu âyeti okudu:

“Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere ibadet ettikleri için vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan da başkalarına harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez” (Secde: 32/16–17)  (Müslim, Cennet/5)

Hadiste mü’minlere dünyalıklar, makul ölçüde harcamlar yasaklanmayor. Burada kınanan şey dünyalıklara takılıp kalmak, ahirete hazırlamayı ihmal etmektir.

Kur’an göre inkarcılar yaratıkların en şerlileri, ahirette ise cehennemde ebediyyen kalacaklar. (Beyyine 98/6) Onlara orada malları ve çocukları bir fayda sağlayamauyacak. (Ali İmran 3/10) cehennem azabından kurtulmak için bütün yeryüzü, hatta bir o kadarını verseler bile azapları haiflemeyecek. (Maide 5/36) Diğer taraftan Kur’an mü’minleri yaratıkların en hayırlıları sayıyor. Onların Allah katındaki mükafatları içinde ebediyyen kalacakları Adn cennetleridir. (Beyyine 98/7-8) Cenneti ve cehennemi anlatan ayetler arasında mukayese yapılıdığı zaman dünyanın ahirete nisbetele mü’mine zindan gibi, kafirlere cennet gibi olduğu daha iyi anlaşılır.

Öyleyse bu hadisleri; müslümana dünyada mutluluk ve huzur yoktur, o bu dünyada rahat yüzü görmez diye anlamamak gerekir. Kaldı ki –ileride geleceği gibi- İslâmın hedefi müslümana dareyn saadeti kazandırmaktır. İslâmın önerdiği yaşama biçimin diğer adı da saadettir.

Böyle bir din müntesiplerine; “size huzur yok, siz çile ve ızdırap çekmeye mahkûmsunuz, dert ve elem başınızdan eksik olmayacak, asıl mutluluk öte tarafta” demez.

“Çile ve sıkıntı, elem ve problem hayatın bir parçası. İsa tanrı insan kılığında yeryüzüne bunu ortadan kaldırmak için indi. Büyük oranda bunu başardı. Ancak çeile ve sorunlar bir hikmete biaen hâlâ bitmedi. İsa tekrar gelecek ve çile çekmeyi (lijden) sona erdirecek. O zaman dünya bambaşka bir dünya olacak, hayat farklı bir hayat olacak. Âhiret hayatı da zaten budur.” Bu anlayış hırıstiyanların inancıdır.

İnsanın payına hayattan elem ve çile düşmemiştir. Belki insanın elem ve keder, dert ve ızdırap, mutsuzluk veya çile çekmek dediği şeyler, aslında  onun zannettiği gibi değildir. Belki onun için bir hayır, belki de bir deneme aracıdır.

İnsanın karşılaştığı hoşlanılmayan şeylerin sebebi bir sonraki derste gelecek. Bütün bunları hesaba katmadan dünya hayatı müslüman için zindandır, yani çile ve ızdıraptır demek isabetli değildir.

Şunu da eklemek gerekir: Bu dünyada İslâmın getirdiği mutluluğu tesis edemeynler, Âhiretteki ebedi mutluluğu kazanamazlar. Zira buradaki mutluluk Âhiretteki mutluluğun bir minyatürüdür.

Yukarıdaki hadis, yanlış anlaşıldığı için tarihten beri tembelliğin, asalaklığın, pintiliğin sebebi olmuş. “Bir lokma bir hırka” anlayışına kapılmışlardır.

Bakınız M. Akif Ersoy bu tembeller hakkında ne diyor:

“Bizim muhiti, bizim halkı seyredince nazar;

Görür ki; beyni bozulmuş yığın yığın kafa var.

.............

Ne hükmü var ki, esâsen yalancı dünyânın?

Ölürse, yan gelecek cennetinde Mevlâ'nın.

Fenâ kuruntu değil! Ben derim, sorulsa bana;

'Kabul ederse cehennem, ne mutlu, amca, sana!'

.............

Dolaş da yırtıcı aslan kesil behey miskin!

Niçin yatıp, kötürüm tilki olmak istersin?

Elin kolun tutuyorken çalış, kazanmaya bak!

Ki artığınla geçinsin senin de bir yatalak.

.............

Bekãyı hak tanıyan sa'yi bir vazîfe bilir;

Çalış, çalış ki bekã, sa'y olursa hak edilir.”

Müslüman dünya hayatında zorluklarla, felaket ve musibetlerle karşılaşabilir. Başına nahoş olaylar gelebilir. Yorulabilir, meşakkate uğrayabilir, hatta muhtaç duruma bile düşebilir. Çile çekebilir, bazı dünyalıklardan mahrum kalabilir. Ama o bütün bunları imanının nuruyla değerlendirir. Hayatın imtihan olduğunu, imtihanın da zorlukla ve sıkıntıyla birlikte olduğunu unutmaz. Bütün bunlarda bile bir huzur aramayı dener. O, kulluk görevinin külfetine katlanmakla imtihanı kazanacak, bununla da mutlu olacaktır.

Üstelik o bilir ki, kendi hatası olmadan karşılaştığı musibetleri Allah (cc) hayra, kendisi için sevaba tahvil eder.

"Ayağına batan dikene varıncaya kadar, mü’mine eza veren her şey onun günahlarının silinmesine ve manevî makamının artmasına birer vesile olur." (Müslim, Birr/46)

Unutmamak gerekir ki; fizik varlığın sağlıklı veya rahat olması, her zaman ruhun ve vicdanın rahat ve mutlu olması anlamına gelmez. Pek çokları öyle zanneder, bedeni rahat ederse, sihhatli olursa, iç dünyası da rahat edip huzura kavuşacak diye. Ancak işin aslı böyle değildir. Nice saltanat sahipleri, nice zenginler, nice gürbüz yiğitler, nice pehlivan yapılı adamlar, nice güç sahipleri maddi bir sıkıntıları olmadığı halde ızdırap ve huzursuzluk içindedirler. Niceleri de vardır ki maddi gücü yoktur, az ile yetinmek zorunda kalmaktadır, herkesin tükettiğini tüketmemekte, belki hasta, belki özürlü; ama huzuru yerinde, ama rahat, ama mutlu ve hayatından diğerleri gibi şikayet etmemekte.

Burada meşhur yunan filozofu Diyojen’i hatırlayalım: Diyojen Büyük İskender zamanında yaşamış bir filozoftur. Çağdaşı alimler, tüccarlar ve halk Büyük İskender’in önünde eğilip ona yalakalık yapmasına rağmen Diyojen asla böyle bir şey yapmamıştır. Bir gün Büyük İskender şehri gezerken fıçı içinde yaşayan bir adama rastlar. Adam güneşin altında mayışmış bir şekilde yatmaktadır. Tüm serveti bir parça çul-çaput ile günlük olarak kullandığı malzemelerini koyduğu torba olan bu adam Diyojen’dir ve Büyük İskender’i karşısında görmesine rağmen istifini bozmadan güneşlenmeye devam eder. Askerler Diyojen’i bu saygısızlığından ötürü tartaklayacakken Büyük İskender engel olur ve:

-Herkes Büyük İskender geliyor diye ayağa kalkıyor, kimileri saygısından yerlere kapanıyor, sen neden ayağa kalkmıyorsun , yoksa sen Büyük İskender’i tanımıyor musun?  diye sorar. Diyojen:

-Tanıyorum ve iyi biliyorum, diye cevap verir. İskender:

-Öyleyse söyle bakalım ben kimim? Diyojen:

-Sen benim esirimin esirisin, der. Bu söz İskender’i şaşırtmıştır. Atından iner ve:

-Ne demek bu? diye sorar. Diyojen:

-Sen toprak için, mal için insan öldürüyorsun. Halbuki bunlar benim değer vermediğim şeyler, benim esirim. Sen ise benim esirime köle olmuşsun. Kim kime ayağa kalkacak?

İskender Diyojen’in kimseye minneti olmayan büyük bir filozof olduğunu anlamış ve kıyak çekmek istemiş:

-Dile benden ne dilersen! Diyojen:

-Güneşimi kesiyorsun, gölge etme başka ihsan istemem! demiş.

http://www.e-motivasyon.net/golge-etme-baska-ihsan-istemem.html

http://www.ibretlikhikayeler.com/golge-etme-baska-ihsan-istemem.html

Bu anekdotun bir başka şekli de şöyle anlatılmaktadır: Meşhur halk filozofu Diyojen, Büyük İskender devrinde yaşamıştır. Dünyada hiçbir şeye değer vermemiş, ne mal ne mülk edinmemiştir. Bir rivâyete göre, yan yatmış büyükçe bir fıçının içinde hayatını sürdürmüştür. Esprileri, nükteli sözleriyle hem sevilmiş, hem de çok meşhur olmuştur. Öyleki, şöhreti İmparator Büyük İskender’in bile kulağına ulaşmış ve o da merak edip, bu garip filozofun ziyaretine gitmiştir.

İskender, Diyojen’in gariban hâline üzülmüş olacak ki, bu zavallıya bir hayrımız dokunsun diyerek, “dile benden ne dilersen,” demiş.

Diyojen, yardımcılarıyla başında dikilmiş duran İskender’e muhtemelen fıçısının içinden bakmış ve:

“-Gölge etme, başka ihsan (iyilik) istemem” deyivermiş.

http://www.nkfu.com/golge-etme-baska-ihsan-istemem-deyiminin-anlami-ve-hikayesi/

Hz. Yusuf bir iftira sebebiyle zindana atılmıştı. Bugünkü şartlara bakılsa denir ki, yazık bir müfterinin yüzünden adam kodese atıldı. Ama hz. Yusuf olaya böyle bakmıyor. Kur’an onun zindana bakışını şöyle anlatıyor:

“Bunun üzerine kadın onlara dedi ki: “İşte bu, beni hakkında kınadığınız kimsedir. Andolsun, ben ondan murad almak istedim. Fakat o, iffetinden dolayı bundan kaçındı. Andolsun, eğer emrettiğimi yapmazsa, mutlaka zindana atılacak ve zillete uğrayanlardan olacak.”

Yûsuf, “Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni dâvet ettiği şeyden daha sevimlidir. Onların tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan, onlara meyleder ve cahillerden olurum” dedi.

Rabbi, onun duasını kabul etti ve kadınların tuzaklarını ondan uzaklaştırdı. Şüphesiz ki O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Yûsuf 12-32-34)

Görülüyor ki yeri gelir zindan, dışarıdaki hayattan daha iyidir. Yeri gelir ki herkesin nefret ettiği, sızlandığı, berbat dedği durumlar kimileri için mutluluk ve huzur sebebidir. Yeri gelir bazıları kömürlüğü saraya tercih ederler. Zira böyle durumlarda saray zindan gibidir, kömürlük saray gibidir ve huzur yeri olur.

Tıpkı Cumhuriyetin ilk yıllarında Trabzonlu alimin dediği gibi.

Önce bir iktibas:

“Yaygın bir söylentiye göre, şapka devriminden sonra Trabzon’u ziyaret eden M. Kemal vilâyetin sorunları hakkında brifing verilmiş ve bu esnada Of kazasından Hacı Ferşat Efendi nâmında bir din hocasının şapka giymemekte direndiği kendisine arzedilmiş.

  1. Kemal özel bir şapka hazırlatır ve hocanın huzuruna getirilmesini emreder. Hoca derdest huzura çıkarılır. Atatürk şapkayı getirir, kendi eliyle hocanın başına koyar ve sorar:

-Hoca Efendi, sen şimdi gâvura mı benzedin?

Hoca Efendi bir yutkunur, sonra ‘hayır’ diye cevap verir. Hocanın başından aldığı şapkayı bu kez kendi başına koyan Atatürk,

-‘Ya ben’ der, ‘gâvura benzedim mi?’

Hoca Efendi ‘evet’ anlamında başını sallayarak mukabelede bulunur. Hiç beklemediği bu cevap karşısında hayrete düşen Atatürk:

-‘Nasıl olur?!’der, ‘bir serpuşun şer’î hükmü bir baştan diğer başa değişir mi?’

Hoca Efendi durumu şöyle izah eder:

“-Ben şapka giymeye zorlanıyor ve kerhen giyiyorum. Size gelince, devletin başısınız ve hiç bir mecburiyetiniz yokken giyiyorsunuz. Serpuş aynı olsa da durum farklı ve dolaysıyla da hüküm de farklıdır.”

Hocanın samimiyet ve cesaretini takdir eden Atatürk, hocaya devletten maaş bağlanmasını emreder. Hocanın bizzat Atatürk tarafından tahsisi emredilen bu maaşı hayatının sonuna kadar almaya devam ettiği söylenir.

Merhum Hacı Ferşat Efendi’nin Cennetlik lakabıyla anılan mahdumunu el-Ezher’deki talebeliği yıllarında tanımış ve ‘Bu rivayetin aslı var mı?’ sormuştum. Hatırladığım kadarıyla doğrulamıştı.” (O. Z. Soyyiğit, Küçük Hâfız, s. 50-51, nakladen. D. Cündioğlu, Ara Sokaların Tarihi, sayfa: 138-139. İst. 2004)

  1. Bahçekapılı anlatmıştı:

1940-1942 yılları, net hatırlamıyorum. Bizim oralarda büyüklerimiz, ya da bilenler anlattı, bizler de dinledik, hatırımızda böyle kaldı.

Hacı Ferşat nâmında bir âlim (Yukarıda bahsi geçen zat-ı muhterem.) Kur’an ve İslâmî ilimler okumanın ve okutmanın yasak olduğu o yıllarda Çaykara’nın bir köyünde gizli gizli ders vermekte, Kur’an okutmakta. Tabii her yerde ve her zaman olduğu gibi ispiyoncular, yağcılar hatta hainler rahat durmazlar. Adamcağızı şikayet ederler. Jandarma bir gün aniden köylere baskın düzenler ve Hacı Ferşat Efendi ile birlikte Kur’an okutan pek çok hoca tutuklanır ve Çaykara da askeri birliğin altında kömürlük mü, ahır mı, depo mu, ne olduğu tam hatırlanmayan izbe, pis, bakımsız bir bölümüne tıkanırlar.

Ancak biraz sonra Hacı Ferşat Efendiyi yukarıya, subayların bulunduğu daireye alırlar ve altına bir sandalye verirler, çay ısmarlarlar. Ellerindeki kelepçeyi de çözerler. Herhalde o öbürlerinden daha saygın, daha alim olduğu için hürmeten yapmış olabilirler.

Hacı Ferşat Efendi orada bir müddet kalır ve subayların konuşmalarına şahit olur. Bir bakar ki konuşulanlar basit, edep dışı, malaya’ni, işe yaramaz, hatta belden aşağı. Artık sıkılmaya başlar ve sonunda görevli subaya;

-Beni de arkadaşlarımın yanında gönderiniz der. Subay,

-Neden Hoca Efendi, bak burası ne kadar rahat ve temiz. Ne yapacaksın o pis yerde? Biz seni sevdiğimiz için orada, o pis yerde bulunmana gönlümüz razı olmadı. Hacı Ferşat Efendi cevabı yapıştırmış:

-Sizin yanınızda saray kömürlük gibi, arkadaşlarımın yanı ise kömürlük  olsa da saray gibidir.”

Tekrar soralım; mutluluk nedir?

Mutluluk; rahat bir hayat sürmek mi, yatıp uyumak mı, bol bol eğlenmek mi, her istediğini alabilmek mi?

Hasta olamamak mı? Dertli olmamak mı, sorunsuz yaşamak mı, yoksa sorunları çözmeye öaba göstewrmek mi? Az ile yetinmek m, eldekini azımsayıp canını sıkmak mı?

Başkalarının iyi haline bakıp esef etmek mi, hased etmek mi, öyle olmak için çırpınmak mı?

Mutluluk kaç santim, kaç gram, kaç litre gelri. Kaç gün sğrer, bir fiuatı var mı? Bir yerlerd bulunur mu, alınır mı satılır mı?

Mutluluk hastalığa rağmen, dertlere rağmen, sorunlara rağmen, meşguliyetlere rağmen tebessüm edebimek midir, bunlarala beraber yaşamayı öğrenmek midir?

Her şeye rağmen, hayat emanetini istenildiği gibi muhafaza etme midir, bu başıma gelenler nedir deyip esef etmek midir, kendi kendini yeyip bitirmek midir?

Asr-ı Saadet örneği

Peygamberin ve sahabelerin yaşadığı o kısa döneme “asr-ı saadet-mutluluk zamanı” denmiş. Halbuki o dönemde, özellikle Mekke döneminde eza, cefa, sopa, işkence, mağduriyet, açlık, korku, emniyetsizlik, hicret vardı. Medine döneminden itibaren korku, endişe, savaş, can vermek, mal infak etme, nöbet bekleme, fedakarlık yapma, az ile yetinme, eldeki başkaları ile bölüşme vardı. Kimileri için gurbet vardı, evinden, eşinden, işinden, çoluk çocuğundan ayrı kalma hasreti vardı. Uzun zaman yollarda, nöbetlerde, Allah yolunda seferde olmak vardı. Lüks bir hayat yoktu. Bol bol yiyecekler yoktu. Rahat uyku yoktu. Saraylar, köşkler, muhteşem konaklar, pahalı elbiseler, değerli ev eşyaları yoktur. Eğlence, oyun, gezmeler, tozmalar, piknikler yoktu. Ama saadet vardı. Ama huzur vardı.

Peygamber (sav) sahabelere; çektiklerine karşılık ne askeri bir zafer, ne refah, ne de lüks bir hayat, ne de zenginlik vadettti Allah yolunda bütün çekilenelere karşılık sadece Allah rızasını ve cenneti vadetti.

Onların çağını asr-ı saadet yapan sebep bu muydu acaba?

Bunun üzerinde düşünmek gerekiyor. Gerçek mutluluğu, gerçek beden ve ruh sağlığını, hayatın anlamını, ya da başarının ne olduğunu anlamak mümkün olur.

Şu örneğe bakınız:

Hicretten sonra üç yıl geçmiş. Uhud’un açtığı yaralar sarılmamışken,  Reci’de suikastla şehid edilen  altı yiğit ve masum sahabenin acısı dinmemişken, Bi’r-i Maûne’de sahabeler alçakça tuzağa düşüldü ve şehit edildi. (Buhârî, Meğâzi/29 no: 4088. Müslim, İmâre/174 no: 1903)

Âmir kabilesinin başkanı Ebu Berâ İslâma ilgi duyan, müslümanlara sempati ile bakan bir kimseydi. Uhud savaşından bir müddet sonra Medine’ye gelerek Peygamber’den kendilerine İslâmı öğretecek öğretmenler (mürşidler) göndermesini istedi. Peygamber (sav) genel durumun pek güvenli olmadığı gerekçesinden hareketle bu teklife sıcak bakmıyordu. Ancak Ebu Berâ gönderilecek kişilerin kendi himayesinde olacaklarını söyledi ve can güvenliğine dair garanti verdi. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü çoğu Ensar’dan ve Suffe Ashabından olan kırk  eğitimli kişiyi onlara gönderdi. (İbni Hişam, Siyeru’n-Nebi, 3/194)

Bu irşad grubu Maûne kuyusunun başına gelince aynı kabileden Amir b. Tufeyl silahlı adamlarla onları pusuya düşürdüler ve hepsini şehit ettiler. (İbni Hişam, Siyeru’n-Nebi, 3/193-199)  

Amir b. Tufeyl ve adamları, toplumlarında teâmülleri çiğneme pahasına  kendilerine göre kazandılar. Düşman bildikleri müslümanlardan bir kısmını, haince de olsa ortadan kaldırmayı başardılar. 

Ama gerçekte kim kazandı, kim kaybetti? Gerçekte bu onlar için bir zafer miydi, bir sonun başlangıcı mı idi? (Nitekim, Peygamber (sav) bu olayın katillerine beddua etti. (Buhârî, Meğâzi/29 no: 4089-4091)

Her biri farklı şekilde dünyalık cezalarını buldular. (Müslim, Mesâcid/307 no: 679. Ebu Dâvud, Vitir/10 no: 1443)

Burada aslında kimin kazandığını, kimin kaybettiğini, kimin başarılı olduğunu, kimin hüsrana uğradığını bu katliamda yaşanan ilginç bir olay haber veriyor.

İbni Hişam olayı şöyle anlatıyor: Bu fâcia günü baskın yapanlar arasında bulunan Cebbâr bin Sülmâ kendisini İslâm’a davet eden Âmir bin Fuheyre’ye mızrağını saplamış. Mızrak göğsünü delip geçmiş ve o bu haldeyken “Vallahi füztu-kazandım!” demişti.  Âmir b. Füheyre’nin ölmek üzere, üstelik sevinçle söylediği bu söz Cabir’i şaşkınlığa uğratmış. Bu adamı böyle sevindiren ve “kazandım” dedirten şey ne idi acaba? Bunun üzerine günlerce düşünmüş, sonunda bunun İslâmdan kaynaklandığını anlamış ve müslüman olmuş. İbn-i Hişâm, Siyeru’n-Nebi, 3/186

Amir ibnu Füheyre’nin bu sözü zafer, başarı ve kurtuluş anlayışlarını kökünden sarsacak boyutta. Birisi bir katil tarafından hunharca öldürülüyor, ama nasıl oluyor da maktul ölüm anında tebessüm ederek, sevinerek ‘kazandım, kurtuldum’ diyor?

Asıl kurtuluşun, asıl başarının, asıl kazancın, asıl mutluluğun nerede olduğunu bilmeyenler bunu ve şehitlerin neden gülümseyerek öldüklerini anlamazlar. Zira şehitler kendilerine takdim edilecek nimetleri görürler, asıl kazanca, en büyük zafere şimdi ulaştık diye sevinirler. (Ebu Dâvud, Cihad/25 no: 2520)

Şehitler Allah katında bizim bilmediğimiz bir tarzda diridirler ve Allah onları bizim bilmeyeceğimiz bir şekilde rızıklandırıyor. (Âl-i İmran 3/169-171. Bir benzeri: Bekara 2/161)

 

-Öyleyse gerçek mutluluk,

Sorunlara, çilelere, musibetlere, elemlere rağmen ümitvar olmak, yani bunlarla hayat  mücadelesine devam etmek, aza da çoğa da şükür etmek,

dava sahibi olmak, hak yolda olmak, bu uğurda çalışmak, hayatı yaratılış amacına uygun yaşayabilmek,

kimse beni ilgilendirmez dememek, komşusu aç iken tok yatmamak, insanların dertleriyle ilgilenmek, birisinin derdine merhem olabilmek, Allah’ın kullarına faydalı olmak, Allah’ın verdiğini O’nun yolunda harcayabilmek,

kulluk görevini yapabilmek, âhiret hayatına hazırlanabilmek, sahip olduklarını, gerekirse nefsini Allah yoluna kurban edebilmek,

insanların acılarını ve sevinçlerini paylaşabilmek,

kısaca gerçek mutluluk, âhiret mutluluğunu sağlayacak şeylerle meşgul olmaktır, bu konuda başarılı olmaktır, bunu yapabildiğini görmektir demek yanlış olmaz.

Hüseyin K. Ece