İKİNCİ DERS

10 Şubat 2017 Cuma

SORUNLARIN KAYNAKLARI, SEBEPLERİ  1

(Ya da İslâmî hayatın önündeki engeller)

 

-Başa gelenlerin kaynağı

Elde ettiklerimizin kaynağı ne olabilir?

Kendi kazandıklarımız mı? Yoksa başkalarının bize yaptıkları mı?

Elde ettğimiz şeyler –ister ödül olsun ister ceza-, bir başkası yüzünden mi?

Nitekim pek çok insan bir musibetle, bir başarısızlıkla karşılaştığı zaman veya bir ceza gördüğü zaman; hemen bir başkasını suçlamaya başlar: ‘Onun yüzünden oldu’ der.

‘İşte falanca olmasaydı şöyle olurdu, böyle olurdu’ diye savunma yapar. Kişi, kendi hatasına veya eksikliğine kılıf bulmakta ustadır. Suçu başkasına atmada da ustadır. Tıpkı yaramaz çocuklar gibi. ‘Hep onun yüzünden’ der başkasını gösterir.

Acaba gerçekte böyle midir?

Ancak unutmamak gerekir ki başımıza gelenler olayların tümü başkaları yüzünden değildir. Şu hikâyeye bakalım:

ADAM VE KARISI 

Adamın biri artık karısının eskisi kadar iyi işitmediğini ve artık işitme cihazına ihtiyaç duyduğunu düşünmüş.

Ona nasıl yaklaşması gerektiğinden emin değilmiş. Bu durumu konuşmak için aile doktorunu aramış. Doktor adamın karısının ne kadar duyduğunu anlayabilmesi için basit bir yöntem önermiş.

-"Yapacağın şey şu, karından 40 adım ileride dur, normal bir konuşma tonuyla bir şeyler söyle; eğer duymazsa 30 adım ilerisinde aynı şeyi tekrarla, sonra 20 adım; cevap alana kadar aynı şeyi tekrarla"

O akşam karısı mutfakta akşam yemeğini hazırlarken adam işlemi uygulamaya koymuş. 40 adım uzaklıktan karısına normal bir konuşma tonuyla seslenmiş.

- "Hanım bu akşam yemekte ne var?" Cevap yok.

Mutfağa biraz yaklaşmış. Mesafeyi 30 adıma indirmiş ve soruyu tekrarlamış.

-"Hanım bu akşam yemekte ne var?" Gene cevap yok.

Mutfağa biraz daha yaklaşmış, mesafe 20 adım ve tekrar sormuş.

- "Hanım bu akşam yemekte ne var?" Hâlâ cevap yok. Adam mutfağın kapısına gelmiş artık mesafe iyice azalmış ve soruyu tekrarlamış.

- "Hanım bu akşam yemekte ne var?" Gene cevap alamamış. Bu sefer karısına iyice yaklaşmış ve aynı soruyu tekrar sormuş.

-"Hanım, bu akşam yemekte ne var?"

-"Bey, beşinci defadır aynı cevabı veriyorum ya, tavuk, taavuuk, taaaavuuuuuk."

Hikâyenin ana fikri:

Belki de genelde düşündüğümüz gibi problem daima karşımızdaki kişilerde olmayabilir. Problemlerin sebebini biraz da kendimizde aramalıyız.

İnsanın başına gelenlerin kaynağı aslında üç tanedir:

kendisi,

başkaları

ya da Allah (cc).

* Kişinin karşılaştığı iyi veya kötü şeyler kendi yaptıkları yüzündendir

Kişi iyi bir şey yapar, iyi karşılık görür. Kötü bir karşılık yapar, kötü bir karşılıkla karşı karşıya gelir.

Dersini zamanında yapan, sınava zamanında hazırlanan başarılı olur. Bir meslek alanında bu gün gerekli belgeyi/diplomayı alan, yarın o mesleği yaparak hayatını kazanabilir. Dürüst bir esnaf/sanatkâr/işadamı dürüstlüğünün karşılığını görür. Bugün hırsızlık yapanın foyası yarın meydana çıkar. Rezil olduğu gibi ceza da alabilir.

Komsuşunu rahatsız eden birisi, şüphesiz komşusundan teşekkür bekleyemez.

“Ne doğrarsan çanağına, o gelir kaşığına” gerçeği gibi.

Bu gibi iyi veya kötü kazançlarda 3. bir şahsın herhangi bir dahli yoktur. Temaman kendi özgür irademizle yaptıklarımız ve onun karşısında elde ettiklerimiz söz konusudur.

Yani geçmişte bir şey yapmıştır, ondan dolayı sıkıntı, ceza, huzursuzluk veya benzeri bir şey başına gelmiştir, dengesi bozulmuş, ya da hasta olmuştur. O zaman o kişinin kimseyi suçlamamsı gerekir. Hata kendindedir. Yapılacak şey hatayı anlamak ve vazgeçmektir. Bir daha aynı hataya düşmemeye dikkat etmektir.

Saadet; neşe, mutluluk, rahatlama, sevinç ve memnun olmaya yönelik bir duygu ve heyecandır. Ki bunu kalbinde hissedersiniz. Hayatın tadında olması, ya da kişinin içinde bulunduğu durumdan memnun kalması demektir. Yani kişinin kendi yaptığı iyi, doğru ve isbaetli eylemler sonucunda kavuştuğu huzurdur.

Bunun tam tersi de şekâvettir. Bu da kişinin kendi yaptıkları yüzünden mutsuzluğa düşmesi, yaptığı hatalar yüzünden huzursuzluk yaşaması, rahatını kaybetmesi demektir.

Bu birbirine zıt iki durumu kazanmak insanın kendi tercihidir. Kişi isterse saadeti, isterse şekaveti tercih eder. Din dilinde saadete ulaşan kişilere “said”, kendi yaptığı hatalar ve işlediği günahlar, içinde bulunduğu isyanlar sebebiyle bedbaht olan, mutsuzluğa ulaşan kimselere de “şakî” denir.

Kur’an bunu şöyle açıklıyor:

وَمَٓا اَصَابَكُمْ مِنْ مُص۪يبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ اَيْد۪يكُمْ وَيَعْفُوا عَنْ كَث۪يرٍۜ ﴿30﴾

 “Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.” (Şûrâ 42/30)

ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ اَيْدِي النَّاسِ لِيُذ۪يقَهُمْ بَعْضَ الَّذ۪ي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ ﴿41﴾

“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” (Rûm 30/41)

İnsanı iyi şeyleri yapmaya da, kötülük yapmaya da kabiliyetli yaratmasının anlamı da budur.

YAPTIĞIN KARŞINA GELİR

Konyalı bir arkadaş anlatmışı: 1995 yılı. Kayserili bir arkadaşla Breda şehrinde araba tamirhanemiz var, çalışıyoruz. Aynı zamanda da araba alıp satıyoruz.

Bir ara bir müşteriden bir Toyota Carina aldık. İyi bir arabaydı, iyi bir fiyata satmak istiyorduk.

Ortağım Hollanda’da Yüksek Teknik Okul mezunu. Arabaların teknik işlerini iyi biliyor. O zaman arabanın kilometresi 330.000 idi. Ortağım dedi ki:

-Bu araba bu km ile zor satılır. Bunun km.sini biraz düşüreceğim.

Ben buna önce razı olmadım. Bunun yanlış olacağını düşündüm:

-Öyle şey olur mu, bu sahtekârlıktır dedim.

Arkadaşım aldırmadı ve ‘sen karışma, sorumluluk bana ait’ dedi. ‘Kafasız, bu haliyle bu arabayı kim alır bizim teklif edeceğimzi fiyata?!’ diye de ekledi.

Ben de gönlüm razı değil ama ‘ne yaparsan yap’ dedim.

Dedim ama, sonuçta ortağız, beraber çalışıyoruz, beraber kazanıyoruz.

Arkadaşım, direksiyonu söktü, bir şeyler yaptı ve km.yi 100.000 düşürdü ve 230.000ne getirdi. Arabanın bakımını yaptık ve kısa zamanda iyi bir fiyata arabayı sattık.

Arabayı alan da bir Türk arkadaş idi. Bir tarafında hafif farklı bir görüntü vardı. Burayı da güzelce boyarsanız 1500 gulden daha veririm dedi. Adam arabanın parasını ödedi ve üç gün sonra gelip almak üzere gitti.

Aynı günün akşamı bir iş için Rotterdam’a gitmek zorunda idim. Adama telefon ettim ve arabanla Rotterdam’a gidebilir miyim diye izin istedim. Adam da gidebilirisin diye izin verdi.

O akşam yola çıktım. Yanımda da Konyalı (yani hemşehri) atesit takılan bir turist arkadaş vardı. Hiç bir değer ve kutsalı önemsemeyen tipik birisi. Hava yağmurlu, yollar ıslak ve kaygan. Ama ben son sür’at gidiyorum. Hani araba da gitmem demiyor. Doordrecht’te kısa bir tünel vardır. İşte o tünel çıkışında hafif bir su birikintisine denk gelince birden bire takla attık. Kaç takla attığımızı bilmiyorum. Bariyerleri de aştık ve yandaki çimenli yere düştük.

Bana bir şey olmadı ama o turist arkadaşın boynu kırıldı, kafası bir yerlere sıkıştı, yüzü gözü kan revan içinde kaldı. Sonradan anlaşıldı ki boyun damarları zedelendi. Bundan dolayı dengesi bozuldu, uzun müddet o şekilde yaşadı. Sonrada duydum ki biraz düzelmiş, şimdi iyi imiş.

Kazaya sebep olduğum için üç gün nezarette kaldım. Adam ölseydi yakamı bırakmayacaklardı. İş mahkemeye intikal etti. Arabanın tabii ki sigortası yoktu. Yeni satmıştık ve sahibi henüz teslim alıp sigortasını yaptırtmamıştı.

Mahkeme devam ederken, kazada yanımda olan adamın akrabaları iş yerine uğrayıp benden daha fazla para istediler. Beni tehdit ettiler, sıkıştırdılar. Ben işin ciddiyetini anlayınca dükkanı arkadaşa sattım ve hemen Türkiye’ye dönüş yaptım.

Türkiye’de işlerim iyi gitmedi ve 1998 yılında tekrar Hollanda’ya dönmek zorunda kaldım.  Havaalanına inince beni yakaladılar.

Bu gelişim hanımın isteği ile olduğu için adreste bir problem yoktu. Gideceğim yerin adresini verdim. Dediler ki gitmek istediğin şehre varır varmaz polise geldiğini söyle onlar gerekeni yaparlar.

Ben de öyle yaptım. Mahkeme yeniden başladı. Sonuç: Arabanın ve yaralının bütün hastahane masrafları, yola verdiğim zararlar bana yüklendi. Euro’ya geçtikten sonra 28.300 euro borçlu çıktım. Senelerden beri bu meblağı taksit taksit ödüyorum. Gelirimin bir kısmı buna gidiyor.

Yine sonradan duydum, Breda’daki iş ortağım bu olaydan bir kaç ay sonra iş yerinde, yani kaza yapan arabanın km.sini değiştirdiği yerde çalışırken yukarıdan baldırının üzerine ağır bir demir düştü. Baldırına dikiş attılar. Topal kaldı.

Bana göre her iki kaza da o km. sahtekârlığı yüzünden başımıza geldi.

Haramın binasını olmayacağını bir kez daha öğrendim. 16.7.2005  Zaandam

 

-Kendimizden kaynaklanan ve bize zarar veren işlerin bazı sebepleri:

1-İlâhi ahkâmdan yüz çevirmek ya da Allah’ın indirdikleri ile hükmetmemek

İlâhi ahkâm, yani islâmî hayat  insanın dünya imtihanını ve dareyn saadetini kazanması içindir ve Allah’ın rahmetinin gereğidir.

فَمَنْ يُرِدِ اللّٰهُ اَنْ يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلْاِسْلَامِۚ وَمَنْ يُرِدْ اَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَاَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَٓاءِۜ كَذٰلِكَ يَجْعَلُ اللّٰهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ ﴿125﴾

“Allah, her kimi doğruya erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğsünü göğe çıkıyormuşçasına daraltır, sıkar. Allah, inanmayanlara azap (ve sıkıntıyı) işte böyle verir.” (En’am 6/125)

İnanmak ve teslim olmak insanın göğsüne inşirah verir. Zira onun fıtratına uygun olan budur.

Tersi mi?

Âyette söylendiği gibi, dalâlet insanı sıkar, huzursuz eder, içi göğe çıkacakmış gibi daralır. Çünkü tabii olanın dışına çıkmıştır dalâlette olan.

Allah’tan gelen hidâyat ya da hayat proğramı insanın iç dünyasına inşirah, huzur, rahatlık, itminan verir.

Akide bir köke bağlanmayı ifade eder. Akidesi olmayan başıboştur, köksüzdür. Başıboş olanlar ise zayıftır, dengesizdir, kararsızdır, nefsin elinde öteye beriye savrulurlar.

Hiç öteye beriye savrulan mutlu olur mu? 

 وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى ﴿124﴾ قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَن۪ٓي اَعْمٰى وَقَدْ كُنْتُ بَص۪يرًا ﴿125﴾

“Her kim de benim zikrimden (Kur’an’dan) yüz çevirirse, mutlaka ona dar bir geçim vardır. Bir de onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz.” (Tâhâ 20/124)

Yani, herhangi bir gerçek anlam ve amaçtan yoksun, manevî planda dar ve kısır; bu durum, sonraki cümlede işaret edildiği gibi, böylelerinin âhiretteki azaplarının da kaynağı olacaktır. (Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/642)

İlâhi ahkâm insan için mutluluk ve imtihanı kazanma proğramıdır. Bu proğramı uygulamayanlar, kendi hevâsına yani nefsinin arzularına uyan zarar eder, strese düşer.

Dar bir geçimi nasıl anlamalıyız? Sadece maddi anlamda fakirlik mi, geçim darlığı mı, zengin olmamak mı?

Hayır söylenen bu değil. Bunun da ötesinde sıkıntılı, mutsuz ve doyumsuz bir hayat. Mala, mülke, servete, yüksek gelire rağmen huzursuz bir hayat. Sürekli geçim endişesi, rızık korkusu, aç gözlülük, doymamışlık ve kanaatsizlik olan bir yaşantı.

Geçim endişesi, aç kalma takıntısı olanlar strese girerler, cimri olurlar, tükenecek diye harcamaktan korkarlar.

Dahası var. Allah’ın zikrinden yüz çeviren kimseye şeytan musallat olur.

“Kim, Rahmân’ın Zikri’ni görmezlikten gelirse, biz onun başına bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur.

Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan saptırırlar. Onlar ise doğru yolda olduklarını sanırlar.

O şeytan dostu kimse, en sonunda bize gelince arkadaşına: Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı, ne kötü arkadaşmışsın! der” (Zuhruf 43/36-38)

Eh, şeytanın musallat olduğu kimse de hata eder, günah işler, yanlış yapar, sapıtır, isyancı, bedbaht, şaşkın ve zalim olur. Böyle olan kimselerin de mutlu olduğunu, huzur içinde yaşadığını kimse iddia edemez.

 

2-Haramları işlemek:

Mü’minler selim akıl sahipleri bilir ki İslâmın haram kıldığı her şey insan için mutlaka zararlıdır. Zaten İslâm faydalı olan şeyi haram kılmamıştır. Emrettiği şeyler de insanın lehindedir.

Hangi harama bakarsanız bakınız, sonucu zarar olarak işleyene döner. Adam öldürmekten, yalana kadar, zinadan hırsızlığa kadar, zulümden hak yemeğe kadar hepsi.

Başkasının felâketi üzerine saadet arayanlar yanılır. Her haram -özellikle hak ihlalleri- bumerang gibi geri gelir. Bu da insanda strese yol açar.

Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: “Birr, kalbinin (nefsinin) kendisiyle tatmin olduğu şey, ‘ism’ ise, göğsünü sıkan (seni huzursuz eden) şeydir.” (Müslim, Birr/5, Hadis no: 2553. Buharî, A. b. Hanbel, nak. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s:10, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 3/197)

Eğer mü’min isen günah sana huzursuzluk verir.

İnkârcının günahı, zalimin zulmü, âsinin isyanı uzaktan bakıldığı zaman zararsız gibi görünebilir.

Ama Karaman’ın koyunu misâli günahların zararları yavaş yavaş ortaya çıkar.

Mesela, kişi ve toplum haklarını zedeleyen günahları işleyenlere hem diní, hukukí ceza gerekir, hem zarar vermişlerse zarar ödetilir.

Kişi günahı işlemekle kendine zarar verdiği gibi, günahın cinsine göre başkalarına da zarar verebilir. İçki içmek kişinin şahsına zarar verdiği ileri sürülür ama sarhoş bir toplumun sağlıklı olduğunu kimse iddia edemez.

Zinanın zührevi hastalıklara yol açtığı, nesilleri bozduğu, edebi öldürdüğü, insanın değerini azalttığı bilinmektedir.

İnsan, hayvan ve tabiat haklarına saldırının, açgözlülüğün, mal hırsının doğal dengeye zarar verdiği, dünyayı yaşanmaz hale getirdiği açıktır.

Günah işleme anlayışı; her yerde kaosa, huzursuzluğa, felaketlere sebep olur. Günahlar, ilâhí bereketi azaltır, insandaki iyi duyguları köreltir, çirkinlikleri artırır, hakları ihlal eder, rezilliklere ve yıkımlara sebep olur, mü’min kalpleri karartır.

Günahlar, insanları korkuya, şüpheciliğe, dengesizliğe, doymazlığa, utanmazlığa sürükler.

Günah demek aslında "Ruhun ekolojik dengesinin bozulması", tertemiz vicdan sayfasına bir lekenin damlaması demektir.

Dengesi bozulan ruhsal yapı sağlıklı mıdır? Adına iste stres deyin, ister depresyon, ne farkeder.

Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (sav) bir gün;

Ümmetim on beş şeyi yapmaya başlayınca ona büyük belânın gelmesi vâcip olur!” buyurmuşlardı. (Yanındakiler:)

- “Ey Allah'ın Rasûlü! Bunlar nelerdir?” diye sordular. Efendimiz (s.a.v.) saydı:

Ganimet (yani millî servet, fakir fukaraya uğramadan sadece zengin ve mevki sahibi kimseler arasında dolaşan) tedavül eden bir metâ haline gelirse,

- Emanet ganimet kıldıkları zaman,

- Zekât ceza telâkki ettikleri zaman.

- Kişi annesinin hukukuna riayet etmeyip, kadınına itaat ettiği;

- Babasından uzaklaşıp ahbabına yaklaştığı;

- Mescidlerde sesler yükseldiği zaman.

- Kavme, onların en alçağı (erzel) reis olduğu;

- Kişiye, zararı dokunmasın diye hürmet edildiği;

- İçkiler (serbestçe) içildiği;

- İpek (haram bilinmeyip erkekler tarafından) giyildiği;

- Şarkıcı kadınlar ve çalgı aletleri edinildiği;

- Bu ümmetin sonradan gelen nesilleri, önceden gelip geçenlere (çeşitli ithamlar ve bahanelerle) hakâret ettiği zaman artık kızıl rüzgârı, (zelzeleyi), yere batışı (hasfı) veya suret değiştirmeyi (meshi) veya gökten taş yağmasını (kazfi) bekleyin.” (Tirmizî, Fiten/39 no: 2211)

 

3-Hevâya uymak

Bu kavram nefsin şehvete ve zevke düşkünlüğünü anlattığı gibi, ilim sahibi olmadan sahibine emir veren nefis anlamında da kullanılmaktadır.

Böyle bir nefis, sahibini tutkuya ve aşırı zevke sevkeder. Kendisinin her arzusuna uyulan hevâ da kişiyi hataya ve yanlışa zorlar, günaha sürükler; hayatını berbat eder, cehenneme çevirir. Kimbilir psikolojisi bozulur, strrese uğrar, depresyona düşer. Öldükten sonra da Cehenneme gitmesine sebep olur.

İnsanın aşırı isteklerine, Allah’tan gelen ilme yani vahye uymayan tutumlarına ‘hevâ’ denilmektedir.

Nefis her zaman çeşitli isteklerde bulunur. Bu isteklerin bir kısmı insanın ihtiyacı değil, nefsin aşırı istekleridir.

Kişi nefsinin meşru isteklerini inandığı Rabbin gönderdiği ölçüler içerisinde karşılayabilir.

Ancak nefsi bir takım istekleri vardır ki bunlar ihtiyaç değil, hata ve günah sebebidir. Nefsin aşırı isteklerine uymak bir noktadan sonra Rabbin ölçülerine aldırmaması anlamına gelir.

Eğer nefis Allah’tan gelen ilme, yani vahye uyarsa, görüşlerini, kararlarını, isteklerini bu ilme uygun bir şekilde ayarlarsa; o nefis doğru yolda olan nefistir.

Bir kimse Allah’tan gelen ilme-vahye kulak asmaz, yalnızca kendi görüşünü, zevkini, kararını, arzusunu ön plana çıkarırsa bu nefis doğru yoldan azan bir nefistir ve o kişi hevâ’sına uyuyor demektir.

Buna göre nefsin meşru isteklerini karşılamak insanın görevi, hevâya uymak ise hata, günah, sapıklık, isyan ve azgınlıktır.

Yeryüzündeki bütün günâhların, bütün şirklerin, bütün kafirliklerin sebebi hevâ’ya uymaktan ileri gelir.

Bir iş yaparken, bir şeyin hakkında karar verirken, bir ibadet fiilini yerine getirirken, bir şey yanlış mı doğru mu diye düşünürken; kişi ya kendi aklına ya da inandığı dinin ölçülerine uyar. Eğer akıl Allah’tan gelen ilme yani vahye uyuyorsa, o akıl isabetli karar verir. Eğer bir akıl Allah’tan gelen haberlere inanmıyorsa, o aklın sahibi kesinlikle yanılacaktır ve hevâ’sına uymuş olacaktır.

Bir insan kendi görüşünden, kendi kararından başkasını beğenmiyorsa, kendi zevkinden daha üstün bir şey tanımıyorsa o insan kendi heva’sını, kendi nefsini tanrı haline getiriyor demektir.

Kur’an-ı Kerim bunu şöyle açıklıyor:

اَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُۜ اَفَاَنْتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَك۪يلًاۙ ﴿43﴾

“Gördün mü hevasını (arzularını-isteklerini) tanrı haline getireni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?” (Furkan 25/43)

Böyle kimseler, canlarının isteğinden başka kutsal bilmezler. Bunlarda hakseverlik yoktur. Bencildirler, kibirlidirler, hatta ahmaktırlar. Peşine düştükleri arzuları da çoğu zaman, normal bir istek değil, canlarının istediği kuruntulardır.

Böyleleri için hak, hukuk, adalet, birincil derecede önemli esaslar değildir. Bu nedenle, öncelikle kendi nefislerini doyurmaya, keyiflerini tatmin etmeye çalışırlar.

 

4-Fıtrata aykırı davranmak

İnsanlar fıtrat üzere yaratılmışlardır. Kur’an insanları fitrata, yani tabii olan dine, hayat şekline davet ediyor. 

فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفًاۜ فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۗ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۗ ﴿30﴾

“Böylece sen, bâtıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde [hak olan] dine çevir ve Allah'ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran(ki,) Allah'ın fıtratında bir bozulma ve çürümeye meydan verilmesin: bu, sahih (bir) din(in gayesi)dir; ama çoğu insanlar onu bilmezler.” (Rûm 30/30)

İnsan kendi türünün özelliklerine sahiptir. O da diğer varlıklar gibi saf, temiz ve lekesiz bir şekilde doğar. O kendi türünün kabiliyet ve becerilerine, işlev ve rolüne, suret ve biçimine sahiptir.

İnsan kendisi için konulan yasalar ile dünyaya gelir. Bu, aslında insan ile çevresindeki varlıklara hakim olan yasalar arasındaki uyumdur. Çünkü onun varlığını sürdürebilmesi için, içinde yaşadığı doğal çevre ile uyumlu olmak zorundadır.

Doğal yasalar aynı zamanda kâinatın ve insan bünyesinin dengesidir. Dışarıdan bir müdahele olmadığı sürece bu denge uyumlu bir şekilde devam eder.

İnsan bir taraftan mükemmel bir şekilde var olan bu düzenle içiçedir, bir taraftan da kendi içine yerleştirilmiş olan tabii, saf ve beşer özelliğine uygun yasalarla başbaşadır.

Allah (cc) “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk yapsınlar diye yarattım" (Zâriyat 51/56) buyuyor.

İnsanı bu hedef için yaratan Allah’ın, ona bu hedefe gidebilmesi için gerekli donanımı, yeteneği, imkanları vermesi de doğaldır. Fıtrat, bu doğal yeteneği, bu insan bünyesine yerleştirilmiş özelliği ifade etmektedir.

Kişi fıtratına yerleştirilen tabi dengeyi korursa rahat bir hayat sürer. Ama bunun dışına çıkarsa dengeyi bozar.

Fitrata uyum sağlamak ile, kevnî âyetleri okuyup, onlari hikmete uygun kullanmak arasında bir bağ vardır.

 

5-Dengeyi bozmak

Kur’an şöyle buyuruyor:

“O göğü yükseltti ve mizanı (dengeyi-ölçüyü) koydu (Ya da her şey için bir ölçü koydu). Ki siz (insanlar), dengeyi bozup ölçüyü kaçırmayın! Yine istikametle ölçüp biçin, ölçme değerlendirme yaparken haksızlık etmeyin. “ (Rahman 55/7-9)

Kadere iman bir bakıma ölçüye imandır. Ve ölçüsüzlük kadersizliktir. Allah’ın ölçülerini aşan, kaderini, yani haddini aşar. (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/1068)

Bu âyetler bize ölçüde ve tartıda dengeli ve adaletli olmayı emrettiği gibi, hayatın her alanında dengeli olmayı, ölçülü hareket etmeyi de öğretiyor. Bütün davranışlarda orta yol, ne ifrat ne tefrit. Dengeli beslenmeden, dengeli harcamaya kadar. Dengeli hüküm vermekten, ölçülü kızmaya ve sevmeye kadar.

Mesela, sevmede ve buğzetmede ölçü:

Hadis olarak rivayet edilen şöyle bir söz var: Sevdiğin kimseyi ölçülü sev. Bir gün gelir, düşmanın olabilir. Düşmanlık yaptığın kimseye de aşırı kin besleme. Bir gün gelir, o da dostun olabilir.”Tirmizi bunu zayıf kaydıyla rivayet ediyor. Bu sözün hz. Ali’ye ait olduğu da söyleniyor. (Tirmizi,Birr/59 veya 60)

Kur’an müslümanlara harcamlarda ölçü tavsiye ediyor. “(O Allah’ın kulları), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir. Onların harcamaları, bu ikisi arası dengeli bir harcamadır.” (Furkan 25/67)

Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.” (İsra 17/29)

“Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya haklarını ver, fakat saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir.” (İsra 17/26-27)

İslâmda ne ruhbanlık vardır, ne de aşırı gevşeklik. Ne düya için âhireti terk, ne de âhiret için dünyayı terk. Mü’min ibadette de orta yolu izler. “İbadetin az ama devamlı olanı hayırlıdır.” (Buhârî, İman 32; Müslim, Müsafirîn 215-218, Münafıkın, 78)

Az yersen bedenin zayıf düşer, görevini yapamazsın. Çok yersen kilo alırsın, kendine de çevrene de zahmet verirsin. Müslüman ne hit fakiri gibi aşırı riyazat yapar, ne de obezite hastası olacak kadar tıkınır.

Bir önceki derste geçen âyeti tekrar hatırlayalım:

“De ki: Allah’ın kulları için yarattığı süzü ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde mü’minlerindir. İşte bilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklıyoruz.” (A’raf 7/32)

Şu âyeti de; “O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra (kendine has bir şekilde) semaya yöneldi, onu yedi gök olarak yaratıp düzenledi (tanzim etti). O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Bekara 2/29)

Bu nimetlerde helâl yoldan ve yeterince istifade etmek mü’min görevidir.

Çok çok az uyursan günün zor geçer. Ama ihtiyaçtan fazla uyursan tembelleşirsin, görevlerini ihmal edersin, ömür sermayesini uyku ile geçirirsin.

Dünya için ihtiyaçlarını karşılamaya yetmeyecek kadar az çalışırsan muhtaç olursun, zayıf kalırsın, sıkıntı yaşarsın. Aşırı bir hırs ve tamahla, dünyayı ebedi anlayışı ile çok çalışırsan, ahirete hazırlanmayı unutursun.

Evini orta karar dizmen, imkan ölçüsünde makul eşya edinmen normaldir. Ama aşırı lükse kaçmak, en pahalısına yeltenmek normal olan ile yetinmemek seni sıkıntıya sokar.

Davranışlarda da öyle. Ne acele, ne aşırı yavaş. Teenni ile. İkisinin ortası, yeteri kadar, işin ve pozisyonun ihtiyaç duyduğu kadar. Kur’an davranışlarında ve harcamaların aşıya kaçanlara müsrifler diyor. Müsrifler olması gerekenin dışına çıktıkları için hata ederler, hasta, stres sahibi, mutsuz olurlar.

İnsan bazen spor yapmaya, meşru eğlenceye, oyunlara ihtiyaç duyabilir. Kararınca olursa faydalı olur ve insanı mutlu edebilir. Ama aşırı olursa, vaktin büyük bir bölümün oyun ve eğlence ile geçirirse, zarar eder. Zarar etmek insanı mutsuzluğa sürükler.

İnsanlara aşırı güven yanlıştır. Ama herkesten şüphe etmeye, herkesin kötü veya üçkağıtçı ve hain, düşman olduğunu sanmaya da gerek yoktur. Orta yolu izlemek esastır.

Haberler, duyumlar, insanlar hakkında acele edip kesin hükümler vermek doğru olmadığı gibi, her haber ve her kişi hakkında iyimser omak da yanlıştır. Kişi bir müddet sonra aldanabilir.

Çocuğun var. Çocukların istekleri de bitmez. Hele günümüzde. Onun ihtiyaç ve isteklerini de ölçülü bir şiekilde karşılamak gerekir. Ne çok lüks ve adet olarak çok fazla, ne de ikinci el elbise, ayakkabı, oyuncak.

Kışın ince, yalınkat ve ince, yazın, Temmuz’da da tam tersi kaba, bir kaç kat, yünlü, palto ve kaban ile dışarı çıkmak ölçüsüzlük olduğu gibi kevni âyetleri okuyamamktır.

Bu ve benzeri alanlarda ölçüyü kaçırmak, dengeyi bozmak insanı strese sürükleyebilir, huzursuz ve mutsuz edebilir.

 

6-Kevni âyetleri es geçmek, yeterince okuyamamak

Kur’an (kavlî âyetleri) okumak ile, kevnî âyetleri okumak aynıdır. Daha doğrusu kevnî âyetleri okuyup anlamak, sonra da onlardan hayat için istifade etmek ve hangi amaç için kullanacağımızı bilmek, Kur’an’ı hakkıyla okumaktan yani anlamaktan geçer.

Allah (cc) yerde olan her şeyin insanlar için yaratıldığını söylüyor.

هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًا ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ۟ ﴿29﴾

“O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra (kendine has bir şekilde) semaya yöneldi, onu yedi gök olarak yaratıp düzenledi (tanzim etti). O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Bekara 2/29)

İnsan için hazırlanan şeyler de kevnî âyetlerin bir bölümüdür. Öyleyse insan bu nimetlerden meşru bir şekilde faydalanmaya çalışacak. Ancak bunlardan istifade ederken haddi aşmayacak, zulme baş vurmayacak, her şeyi zamanında ve yeteri kadar yapacak. Gereken çalışmayı yapacak. Aksi halde kendisi için hazırlanan bu imkanlardan faydalanamaz. Bundan dolayı da zorluklarla, sıkıntılarla karşılaşır. 

Kevnî âyetlerde yürüyen ilâhi yasalara “adetullah” diyoruz. İnsan aklını, bilgisini ve geçmiş tecrüblerini kullanarak kevnî âyetleri keşfedebilir, onlardan faydalanabilir, alet ve adevat yapabilir. 

Ancak kâinatta geçerli ilâhi yasalara aykırı hareket ederse onlardan faydalanamaz, zarara uğrar. Mesela, tarlaya bir şey ekmeyen mahsul alamaz. Deniz kenarında balıkla geçinen, zamanında balık avına çıkmayan aç kalır. Su itiyacı olan sebzeye yeteri kadar su verilmezse istenen ürün alınmaz. Mevcut sebzeyi tarladan veya pazardan alıp yemek yapmayana gökten sofra inmez.

Soğuğa elbisesiz çıkan hasta olur. Sağlıklı beslenmeyen vücudun dengesi bozulur. Su yerine zehir içen ölür. Yeterince uyumayan ayakta duramaz, günlük işlerini verimli bir şekilde yapamaz. Kışın ortasında açık alanda, buzun üzerinde elbisesiz gecelemek isteyen donar vb.

Mü’min, evrende geçerli olan yasaları bilir, tanır, anlarsa; ona göre onlardan faydalanmaya, hayatını kolaylaştırmaya çalışır. Bunun tersini yapanlar, yani kevnî âyetlere ters hareket edenler ise zarara uğrar, hayatını zorlaştırır, sorunlarla karşılaşır.

*Bir de “sünnetullah” var. İnsan ve toplumlar hakkında işleyen ilâhi yasa.

Bu kavramın geçtiği âyetlerde anlıyoruz ki, insan ve toplumlar Allah’ın gösterdiği yolda yürümez, O’nun koyduğu sınırları aşarlarsa, asi, haddi aşan, yoldan çıkan, azgın, eşkiya olurlarsa, zarara uğrarlar. Daha dünyada iken ceza alırlar.

Bu ceza –azgın kavimlerde olduğu gibi- toptan helâk olduğu gibi, kişisel ve toplumsal yıkım, huzursuzluk, salgın hastalık, güvensizlik, fitne, kaos, bunalım, musibet ve benzeri şeyler olabilir.

اِسْتِكْبَارًا فِي الْاَرْضِ وَمَكْرَ السَّيِّئِۜ وَلَا يَح۪يقُ الْمَكْرُ السَّيِّئُ اِلَّا بِاَهْلِه۪ۜ فَهَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا سُنَّتَ الْاَوَّل۪ينَۚ فَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللّٰهِ تَبْد۪يلًاۚ وَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللّٰهِ تَحْو۪يلًا ﴿43﴾

“(Bir de) yüeryüzündeki böbürlenmelerinin ve çirkin entrika çevirme kapasitelerinin... Oysa ki her çirkin entrika sadece onu çevireni çepeçevre kuşatır. Bu durumda onlar, öncekilere uygulanan ilâhi uygulama dışında başka bir şey mi bekliyorlar? Ve sen Allah’ın yasasında bir başkalaşma göremezsin. Evet sen Allah’ın kanununda bir sapma da göremezsin.” (Fâtır 35/43)

Demek ki “sünnetullah”, kendilerine gönderilen paygambere inanmayan, Hakka karşı tuzak kuran geçmiş ümmetlere verilen bir karşılık, onlar hakkında gerçekleşen bir cezadır veya geçerli kuraldır. İtaatsizliğin, Hakka karşı hile kurmanın karşılığı böyledir. Tefsirciler aynı anlamın başka âyetlerde de olduğunu söylemişlerdir. (Kehf 18/55. İsrâ 17/77. Enfal 8/38)

Âli İmran Sûresi 137. âyette çoğul olarak geçen ‘sünen-sünnetler’ ise, bir açıdan sünnetullah’ı, diğer açıdan önceki ümmetlere yapılan uygulamalar veya onlar hakkında gerçekleşen hükümler anlamında tefsir edilmiştir.

قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌۙ فَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ ﴿137﴾

Sizden önce de nice hayat tarzları (sünen) gelip geçti. Öyleyse gezin yeryüzünü ve Hakikati yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu görün.” (Âli Imran 3/137)

Sünnetin bu âyetteki vurugusu olumsuzdur ve insanı helâka sürükleyen hayat tarzına işaret etmektedir. Çöküş ve çözülüşle sonuçlanan bu olumsuz hayat tarzı kendisinden önceki olumsuz geleneğin bir uzantısı, kendisinden sonrasının belirleyicisidir. (M. İslâmoğlu, Meal 1/131)

Allah (cc), yarattığı her şeye bir ölçü/yasa koymuştur. Onlar için bir yol çizmiştir. Canlı veya cansız bütün varlıklar konulmuş olan bu ölçüye/yasaya uyarlar.

Göklerin ve yıldızların bağlı olduğu ölçü (kanun) olduğu gibi, göze görünmeyecek kadar küçük varlıkların da bağlı oldukları ölçüler vardır. Her bir varlık, kendisi için konulan düzlemde, kendisine verilen özellikleri gösterir, bir anlamda görevi bitince hayat sahnesinden çekilir.

Evrende olan bütün varlıklar ve olan olaylar arasında bağlantı vardır. Varlıkların sahip olduğu özellikler ve onların bağlı olarak meydana gelen olaylar, Allah’ın onlar hakkında koyduğu ‘sünnettir/yasadır’ denilebilir. 

Ancak ‘sünnetullah’a yalnızca tabiat kanunu demek uygun değildir.

Benzer yasalar kişiler ve toplumlar hakkında da geçerlidir. Şu davranışın sonucu şudur, şu eylemin kazancı ve zararı şu’dur gibi.

Tarlaya tohum atanın ürün hak etmesi, bostanına acı biber ekenin tatlı kaysı meyvesi beklememesi, kaynar su içenin ağzının yanması, yağmurda yürüyenin ıslanması, çalışanın bir karşılık hak etmesi gibi.

Bir başkasına zarar verenin, zulmedenin, işkence edenin aferin değil; eninde sonunda ceza alacağı, aldatanın günün birinde birileri tarafından aldatılacağı, ocak södürenin günün birinde ocağının söneceği, bir mazlumu ağlatanın günün birinde ağlayacağı hakikati gibi.

İnsanı kulluk için yaratan Allah (cc) ona takvayı da, fücuru da öğretmiştir. (Şems 91/7-10) İnsan kendisine verilen bu seçim hakkıyla hem ‘ıslah’ edebilir, hem de ‘ifsad’ edebilir.

“Rüşd/aklı başında olma” yoluna girebildiği gibi “ğayy/sapıtma” yoluna da girebilir.

Bu denemenin sonucu olarak insan, yaptıklarını karşılığını alır. İnsana yaptıklarının karşılığını göstermek, ona hak ettiğini vermek; yahutta dünya hayatında seçtiği yolun sonucunu ona göstermek Allah’ın sünnetidir/yasasıdır.

قُلْ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ يَنْتَهُوا يُغْفَرْ لَهُمْ مَا قَدْ سَلَفَۚ وَاِنْ يَعُودُوا فَقَدْ مَضَتْ سُنَّتُ الْاَوَّل۪ينَ ﴿38﴾

“İnkârda ısrar edenlere, eğer (inada) bir son verirlerse geçmişte yaptıklarının bağışlanacağını söyle. Yok eğer bildiklerini okumaya devam edeceklerse, geçmişte benzerlerinin başına gelenleri sakın (unutmasınlar).”  (Enfal 8/38)

Yani, “eski çağlarda yaşamış olan toplumların örneği (sünneti) nasıl vuku buldu”: ahlakî ve manevî gerçekleri inatla görmezlikten gelip inkâr eden toplumların başına gelmiş olan ve gelmesi mukadder olan felaketlere işaret ediliyor. (Esed, M. Kur’an Mesajı, 1/330)

Demek ki hata, cürüm, suç nasılsa, onun karşılığı da öyle olur. Tarihte herkes hak ettiğini kişisel ve toplumsal olarak aldı ise; bugün de ve gelecekte de yine herkes hak ettiğini ilâhi adaletin gereği olarak alacaktır.

Bu öteden beri Allah’ın kişi ve toplum için onların amalleri hakkında koyduğu yasadır.

“Andolsun, eğer münafıklar, kalplerinde bir hastalık bulunanlar ve Medine’de kötü haberler yayıp ortalığı karıştıranlar (tuttukları yoldan) vazgeçmezlerse, elbette seni onların üzerine gitmeye teşvik edeceğiz.

Onlar da (bundan sonra) orada lânete uğramış kimseler olarak seninle pek az süre komşu kalacaklardır. Nerede bulunurlarsa, yakalanırlar ve yaman bir şekilde öldürülürler.

Daha önce gelip geçenler hakkında da Allah’ın kanunu böyledir. Allah’ın kanununda asla değişme bulamazsın.” (Ahzab 33/60-62. Sünnetullah için bkz: Ahzab 33/38. Fetih 48/23)

 

7-Hikmetten ayrılmak:

Hikmet’ sözlükte, kötülükleri ortadan kaldırmak, iyilikleri elde etmek, gerçeği yakalama noktasında ilim ve akılla hareket etmedir.

Hikmet, Allah (cc) açısından, eşyanın bilinmesi, tutarlı ve anlamlı bir şekilde icad edilmesi; kul açısından ise, varlıkların bilinmesi ve hayırlı iş yapılmasıdır.

‘Hikmet’ sözde ve işde en iyiyi yakalamak veya olması gerekeni idrak etmektir. Doğru bir karar, isabetli bir sonuç, tutarlı ve sağlam bir hareket tarzı, bir şeyin faydalı hale getirilmesi hikmettir.

Bir şeyi körü körüne değil de, önünü sonunu düşünerek ve ondan doğacak bütün tehlikeleri savmayı göze alarak yapmak demektir.

Bir işin gereği ne ise ona göre davranmak demektir.

Allah (cc) her şeyi hikmetli olduğu için O el-Hakîm’dir. Kullarından faydayı celbetmek, zararlardan kurtulmak ve hayra ulaşmak için onların da hikmetle davranmalarını istiyor.

Hikmet, hem ilimdir, hem de isabetli, tutarlı iş yapmadır.

Ahlâkın meşru temeli doğru ve kesin bilgidir. Bu bilgiye sahip olan kişi de ‘hikmete’ sahip kimsedir. Yeterli ve doğru bir araştırma ve tefekkür kişiyi doğru bir hükme varmaya, dolayısıyla hikmete göre iş yapmaya götürür. (Ece, H. K. İsâmın Temel Kavramları, s: 269)

Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor:

“Yalnız iki kişiye gıpta edilebilir: Bir adam ki Allah (cc) kendisine hikmet vermiştir, o adam bu hikmet gereğince hareket ediyor ve onu başkalarına öğretiyor ve bir adam ki Allah (cc) kendisine mal vermiştir, o da malı Hakk yolunda harcamaya koyulmuştur.” (Müslim, S. Musafirîn/267 no: 815. Buharî, İlim/15. Nesâî, nak. İbni Kesir, 1/242)

Kur’an şöyle diyor:

يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُو۫تِيَ خَيْرًا كَث۪يرًاۜ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ ﴿269﴾

“Kime dilerse hikmeti ona verir; şüphesiz hikmet verilene sonsuz ve bereketli bir hayır da verilmiştir. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt-alıp düşünmez.” (Bekara 2/269)

Hikmet akıllı, düşünerek, teenni ile hareket etmek, tedbirli davranmaktır. Her işin sonunu hesaba katarak basiretle ferasetle davranmaktır. Hikmetle iş tutmak, insana faydalı olabilecek her işi yerli yerinde, zamanında, hem de yeteri kadar yapabilmektir.

Buna göre işlerini hikmetle göremeyenler hata yaparlar, yanılırlar, zarara uğrarlar. Çok hata, çok yanılgı, çok zarar da insanı manen rahatsız eder, psikolojisini bozar.

Hikmetsiz davranmak kişiyi yanlış ve haksızlık yapmaya sürükleyebilir.

  1. Akif Ersoy bir şiirinde şöyle diyor:

“Allâha güven, sa'ye sarıl, hikmete râm ol 
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol”

 

8-Zulmetmek (eşyayı ait olmadığı yere koymak)

‘Zulüm’, öncelikle karanlık olan yolu, gidişi, anlayışı benimsemektir. Allah’a ait ilâhlık hakkını başkasına vermektir. Haklının hakkını vermeyip, ona haksızlık yapmaktır.

Sapıklığı, isyanı, nefse uyup da azmayı seçmedir.

Adalet eşyayı ait olduğu yere koymak ise, zulüm, hakkı yerli yerine koymamak, yer ve zaman, nitelik ve nicelik olarak yanlışlık yapmak ve sapkınlığa düşmek, az veya çok tecavüzde bulunmaktır.

Bu anlamda zulmün karşıtı adalettir. Adalet ise, her şeyi yerli yerine koymak, her şeyi yerli yerinde yapmak demektir.

Kömür ısınmak veya ısıtmak içindir. Bir insanın kömür yemesi bedenine zulümdür. Bir kimsenin bir miktar yemesi bedeninin ihtiyacıdır. Bir kimsenin da abur cubur yeyip iri çuval gibi olması, boyuna göre aşırı kilo alması bedenine zulümdür. Bir kimsenin ihtiyacı için evlenmesi güzeldir, yerindedir, fıtrata (yaratılışa) uygundır. Ama bir kimsenin bu ihtiyacı için İslâmın ğayrı meşru’ dediği zinaya başvurması zulümdür. Zira ihtiyaç şey’ini yerine koymamış, tabi yoldan karşılamamıştır.

Zulüm, varlık düzeninde bozulmaya yol açan faaliyettir. Toplum ve kâinât dengesini insan eliyle meydana getirilen zulüm bozmaktadır.

Zalim ve cahil olan kişilerde kendilerine zarar verecek, psikolojik dengelerini bozacak işler yaparlar. Dolaysıyla başkalarını huzursuz ettikleri gibi kendileri de huzurdan mahrum kalılar.

“Ne kendisi etti rahat ne âleme verdi huzur

Geberdi gitti, dayansın şimdi ehl-i kubur”

 

9-Tecrübelerden ders çıkarmamak

KISSADAN HİSSE

Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?

“Tarihi ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” (M. Akif Ersoy)

İsterseniz burada “tarih” yerine “hayatı”, ya da “tecrübeyi” koyun. Aynı kapıya çıkar.

İnsan geçmiş olaylardan, kendi yaşadıklarından, yanıbaşındaki tanıdıklarının başına gelenlerden ibret alsaydı, aynı hataya düşer miydi?

Aynı yanlışlar, aynı akılsızlıklar, aynı cahillikler yapılır mıydı?

Kişi birini görüyor, kumar oynuyor, gelirini kumara yatırıyor. Sonuç hiç bir kazancı yok. Ama mutlaka bir sürü zararı var. Evli barklı, çoluk çocuk sahibi ise hepsi perişan oluyor. Bir başkası bunu bildiği halde o da yapıyor. Ya da bunu yaptıktan sonra zarara uğradığını, kendini ve ailesini mağdur ettiğini gördüğü halde aynı hatayı yapmaya devam ediyor.

Görüyor ki biri uyuşturucu kullandı. Aklı zayıfladı, sağlığı gitti, Kliniğe yatırıldığı halde normal hayata dönemedi. İnsanlık görevlerini yapacak hali kalmadı. Kendisi de perişan, ailesi de, çevresi de. Bir başkası bundan ders çıkarmıyor. Aynı tuzağa o da düşüyor.

Birisi uyuştucu ticareti yapıyor. Çok kazanacağını sanıyor. Günün birinde yakayı ele veriyor. Ceza alıyor, bir çok şeyini kaybediyor. Hapse giriyor, akıllanmıyor, çıkınca yine yapmaya devam ediyor.

Adam yanında koho koho diyerek, ciğerleri sökülecek tarzda öksüren birini görüyor. Ya da kendisi böyle öksürüyor. Sigaradan olduğunu biliyor. Sigaradan kansere yakalananı, ciğeri çürüyeni, bacağı kesileni, böbrekleri devre dışı kalanı, yani zehirlenenleri biliyor, kendi zehirleniyor. Ama aldırış etmiyor. Devam diyor.

Adam içki içiyor, hem de aşırı. Sonra bu yüzden pek çok zarara uğruyor. İçkinin vücuduna verdiği zararı bizzat yaşıyor. Ama yine içmeye devam ediyor. İşin garibi onun bu halini içkiye yeni başlayanlar görmüyor, bu tecrübeden ders çıkarmıyor. Yola devam diyor.

Bu ve benzeri yanlışlar yüzünden hasta olanlar, hapse girenler, ailesi yıkılananlar, işini, şerefini, kişiliğini kaybedenler, strese girenler, depresyon geçirenler; onlara bakanlara ibret vermiyor. Ya da kendi yaşadıkları aklını başına getirmiyor. Yola devam diyor.

Adam başkasının hakkını yiyerek geçiniyor. Hırsızlık, sahtecilik, dolandırıcılık, tehdit yoluyla, gasp ve işgal yoluyla, rüşvet  aracılığıyla. Ancak günün birinde ya yakayı ele veriyor, ceza alıyor, ya rezil oluyor, ya işini kaybediyor, ya  insan içine çıkamaz oluyor, ya kötü, hırsız, güvenilmez diye parmakla gösteriliyor, ya da hakkını yediği kişiler tarafından hallediliyor. Bazıları da kafayı sıyırıyor, hasta oluyor, anormal bir hayat yaşamaya başlıyor.

Ama ne kendisi, ne de bunu gören bazıları aklını başına almıyor. Yola devam diyor.

Kişi gıybet ediyor, rastgele onun bunun aleyhine konuşuyor, dedikodu yapıyor. Sonra onun dedikleri duyuluyor. Ya da lâf taşıyanlar duyduklarına biraz da kendileri katarak, hatta kötü yorumlayarak başkasına aktarıyorlar.

Sonra, sonra kıyamet kopuyor. Kardeşlerin arası, komşuların arası, akrabaların arası, hatta cemaatlerin arası açılıyor. Kavgalar oluyor, hatta eller silahlara gidiyor.

Bir başkası bunu görüyor. Acı tecrübelerden ders çıkarmıyor, benzerini kendisi de yapmaya devam ediyor.

Arkadaş geçen sefer kırmızıdan geçtin, araba kullanırken telefonla konuştun, yanlış yere parketten, hız sınırını aştın. Şu kadar ceza ödedin. Yahu yapma bir daha, yazık değil mi parana?

Bizim ki akıllanmıyor, aynısı gene yapıyor. Sonra da kahrolsun hollanda polisi diyor.

Kur’an geçmiş toplumların ve kişilerin hataları sebebiyle başlarına gelenleri anlatıp, bizi uyarıyor. Bakınız aynısını siz de yaparsanız, siz de onların kazandığını aynen kazanırsınız, onların başına gelenlerin bir benzeri sizin de başınıza gelir diyor.

Demek ki tarih tekerrür ediyor.

Yahu arkadaş sen geçen sefer şöyle yaptın da, ya da yapmak gerekeni ihmal ettin de şöyle bir zarara uğradın. Bunaldın, huzursuz oldun, depresyona girdi. Şükür ki bundan kurtuldun, ee, bir daha aynı şeyleri yapma, yapman gereken şeyleri de zamanında ve yerinde yap ki aynı zarara düşmeyesin. Tamam mı?

Şu arkadaş, şu akraba, şu kişi depresyon hastası. Bundan dolayı huzursuz, mutsuz, hayatı altüst. Yazık ki yazık. Peki o kişi neden bu rahatsızlığa yakalandı. Şu şu sebeplerden dolayı. Mesela, kocasının aşırı eziyetinden dolayı bir kadın, ailesinin yanlış davranışlarından veya ilgisizliğinden dolayı şu genç depresyon geçiyor. Bu nedenle tedavi oldu, oluyor. Demek ki sen o sebepleri biliyorsun?

Öyleyse sen aynısını yapma. Öyleyse sen de başkasının depresyona girmesine sebep olma.

Bağdat’ın çağdaş babarlar tarafından işgal edilmesi üzerine yazdığımız bir şiirden bir kaç mısra.

“...Güvercin gagasında hiç bir şey yok

Hüdhüd, ortalıkta görünmüyor

Salih´in kavmi geri döndü

Lût kavmi vazgeçmiyor inadından

Sodom ve Gomore unutuldu

Kimse korkmuyor tufan´dan

Kimse anlamıyor develerin dilini

Kimse tanımıyor ebâbil kuşlarını

Ben, ey anne diyorum

Ey anne, duydun mu?

Bağdat ağlıyor…

Bağdat yanıyor…“

(Bir kaç madde daha var. Onları da bir daha ki deste anlatalım)

 Hüseyin K. Ece