ALTINCI DERS

 17 Mart 2017 Cuma

ALLAH’TAN GELENLERE KARŞI TAVIR

İnsanı denemek üzere Allah’tan gelebilecek ve Kur’an’ın “fitne veya belâ” diye ifade ettiği musibet, zorluk, kaza gibi olgulara gösterilecek karşı tavır, kişinin mutluluk durumunu, ruh sağlığını ve aynı zamanda imanının gücünü de ortaya koyar.

Bunlara karşı şu tavırları göstermek mümkündür.

 

1-“Biz Allah’tan geldik...” diyebilmek,

Musibetlere karşı böyle demek her babayiğitin harcı değildir. Bunun için güçlü bir imana, Allah’ın takdirine rıza gerekir.

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِۜ وَبَشِّرِ الصَّابِر۪ينَۙ ﴿155﴾ اَلَّذ۪ينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُص۪يبَةٌۙ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَۜ ﴿156﴾ اُو۬لٰٓئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُهْتَدُونَ ﴿157﴾

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.

Onlar; başlarına bir musibet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler.

İşte Rablerinin nimetleri ve lütfu onlar içindir ve doğru yol üzerinde olanlar işte onlardır!” (Bekara 2/155-157)

Bütün zorluklar ve musibetler karşısında; “Biz Allah’tan geldik, yine O’na döneceğiz” diyen bir müslüman rahatlar, esef etmez, huzura erer, kendini yeyip bitirmez.

Ümmü Seleme (r.anha) dedi ki: «Rasûlullah (asv) den işittim şöylı;: buyuruyordu: «Kendisine bir musibet dokunan herhangi bir müslüman Allah'ın emrettiği: “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi raciûn” (Bekara 2/156) “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” âyetini okur ve arkasından da: “Allahümme! U’curnî fî musîbeti ve ahlif lî hayran minhâ” “Ey Allahım, musibetimde bana ecir ihsan eyle ve benim için ondan daha hayırlısını bedel kıl» derse, Allah kendisine muhakkak ondan daha hayırlısını bedel kılar.» (Müslim, Cenâiz/2 (3-4) no: 2126-2127)

 

2-Olumlu düşünmek ve ümitvar olmak,

Hayata nasıl bakıyorsunuz?

Olumlu olumsuz mu? Optimist mi, pesimist mi?

Olaylar sizin bulunduğunuz yerden nasıl görünüyor?

-Bugün hava biraz bulutlu mu yoksa biraz güneşli mi?

-Güllerin dikeni mi vardır, yoksa dikenli dalların gülleri mi?

-Bardağın yarısı boş mudur, yarısı dolu mu?

-Yoksa bardak olması gerekenin iki katı büyüklükte midir?

-Sofraya gelen yemeğin tuzu mu az yoksa berbat bir yemek mi?

-Yorganınız mı kısa yoksa siz ayaklarınızı çok mu uzattınız?

-Maaşınız/geliriniz mi az yoksa başbakan kadar mı kazanmak istiyorsunuz?

-Elinizdekiler gerçekten yetersiz, az, eski mi, yoksa az lüksten mi, az refahtan, az şeye sahip olmaktan mı şikayet ediyorsunuz?

 -Arada bir oyun oynamak için yaramazlık yapan, yoksa çok yaramaz, yahutta çekilmez bir çocuğunuz mu var?

-Bazen sizi rahatsız eden bir komşularınız mı var, yoksa Allah’ın cezası komşularınız mı var?

-Size sürekli yük olan ve eziyet eden akrabalarınız mı var, yoksa baze ziyaret etmek istediğiniz, ya da muhtaç olduğunuz akrabalarınız mı var?

-Ticarette bugün düne göre, bu yıl geçen yıla göre daha az kâr ettiniz. Buna göre “hiç kazanamadık, durum çok kötü” mü, yoksa “buna da şükür” mü demeniz daha iyi.

Seçim ve değerlendirme size ait...

Hikâyeye göre “Ülkenin birinde, ağır işler hakkında ne düşündüklerini incelemek üzere araştırmayı yürüten bir görevli, bir inşaat alanına gönderilir. Görevli ilk işçiye yaklaşır ve sorar : “Ne yapıyorsun?” “Nesin sen, kör mü?" diye öfkeyle bağırır işçi. “Bu parçalanması imkansız kayaları ilkel aletlerle kırıyor ve patronun emrettiği gibi biraraya yığıyorum. Cehennem sıcağında kan ter içinde kalıyorum. Bu çok ağır bir iş ölümden beter.” Görevli oradan uzaklaşır ve çekinerek ikinci işçiye yaklaşıp aynı soruyu sorar: “Ne yapıyorsun?” işçi cevap verir : “Kayaları mimari plana uygun şekilde yerleştirilebilmeleri icin, kullanılabilir şekle getirmeye çalışıyorum. Bu ağır ve bazen de monoton bir iş, ama karım ve çocuklarım için para gerekli. Sonuçta  bir işim var. Daha kötü de olabilirdi.”

Biraz cesaretlenen görevli üçüncü işçiye doğru ilerler. “Ya sen ne yapıyorsun?” diye sorar. “Görmüyor musun?” der işçi kollarını gökyüzüne kaldırarak “bir  mabed yapıyorum”.

Sonuç: Görülüyor ki bu hikâyede her üç işçi de aynı işi yapıyor. Görmeyi seçtiğiniz yol sizin tutumunuza bağlıdır.

Kur’an ümitvar olmak konusunda bir gerçeğin altını çiziyor.

اِذْ تُصْعِدُونَ وَلَا تَلْوُ۫نَ عَلٰٓى اَحَدٍ وَالرَّسُولُ يَدْعُوكُمْ ف۪ٓي اُخْرٰيكُمْ فَاَثَابَكُمْ غَمًّا بِغَمٍّ لِكَيْلَا تَحْزَنُوا عَلٰى مَا فَاتَكُمْ وَلَا مَٓا اَصَابَكُمْۜ وَاللّٰهُ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ ﴿153﴾

“O zaman Peygamber arkanızdan sizi çağırdığı halde siz, durmadan (savaş alanından) uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz. (Allah) size keder üstüne keder verdi ki, bundan dolayı gerek elinizden gidene, gerekse başınıza gelenlere üzülmeyesiniz. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Âli İmran 3/153)

 مَٓا اَصَابَ مِنْ مُص۪يبَةٍ فِي الْاَرْضِ وَلَا ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مِنْ قَبْلِ اَنْ نَبْرَاَهَاۜ اِنَّ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَس۪يرٌۚ ﴿22﴾ لِكَيْلَا تَأْسَوْا عَلٰى مَا فَاتَكُمْ وَلَا تَفْرَحُوا بِمَٓا اٰتٰيكُمْۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍۙ ﴿23﴾

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır.

(Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.” (Hadid 57/22-23)

Müslüman gelecek ve Allah’ın rahmetinden beklentisi havf ve reca arası olmalı.

Reca, geleceğe dair kişinin beslediği umuttur. Öyle ki kendisi için garanti değildir ama iyi olacağına dair beklentisi vardır.

Bu ilerisi için positif düşünmek, umitvar olmaktır. İnsan ilerisi için iyi haber de duyabilir, kötü haber de alabilir. Hayatta ümit ve umitsizlik yanyana durur.

Havf duygusu burada; şiddetli bir korkudan ziyade görevi ihmalden dolayı, vadedilen güzel sonucu hak edememe endişesidir. Bu da insanı toparlanmaya sevketmeli.

Tavsiye edilen ve faydalı olan arzu edilen şeyleri beklemek, umut içinde olmaktır. Ancak bu beklenti fantazi olmamalı, gerçekleşmesi mümkün olmayan hamhayal (ümniyye) olmamalı.

Allah’tan ümitvâr olmak. Kişi ne zaman Allah’a karşı görevlerini yapar, O’nun emrine itaat eder, o zaman Allah’tan karşılık bekler.

Bu çok değerli bir beklentidir. Bunun isbatı aşağıdaki âyettir:

﴾ قُلْ اِنَّمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى اِلَيَّ اَنَّمَٓا اِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَٓاءَ رَبِّه۪ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّه۪ٓ اَحَدًا ﴿110﴾

De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. (Ne var ki) bana, ‘Sizin ilâh’ınız ancak bir tek ilâhtır” diye vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa sâlih amel işlesin (yararlı iş yapsın) ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koşmasın.” (Kehf 18/110)

Unutmamak gerekir ki İslâm ümitsizliği hoş görmez. Ümitsizlik şeytanî bir duygudur. http://www.islamisite.com/content/umitsizlik,

Kişi ileride iyi şeylerin olacağını, daha doğrusu Allah’ın rahmetini beklemeli.

Zira her şey için mutlaka bir çıkış yolu vardır. Kur’an bunu haber veriyor.

وَمَنْ يَتَّقِ اللّٰهَ يَجْعَلْ لَهُ مَخْرَجًاۙ ﴿2﴾ وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُۜ وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ فَهُوَ حَسْبُهُۜ اِنَّ اللّٰهَ بَالِغُ اَمْرِه۪ۜ قَدْ جَعَلَ اللّٰهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا ﴿3﴾

“... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter...” (Talak 65/2-3) 

Bir sonraki ayette.

وَمَنْ يَتَّقِ اللّٰهَ يَجْعَلْ لَهُ مِنْ اَمْرِه۪ يُسْرًا ﴿4﴾

“… Kim Allah’tan ittika ederse (korkup sakınırsa), Allah ona işinda kolaylıklar yaratır.” (Talak 65/4)

Ne kadar güzel müjdeler ve çıkış yolları. Ama bir şartı var bunun: Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle davranmak, Allah’ı hesaba katarak hareket etmek, O’nun kendisini her an gördüğünü unutmadan yaşamak... Ya da O’nun indirdiği hükümlerle hükmetmek...

Kişi ne zaman olumsuz şartlara teslim olur da ümidini kaybederse, içinde bulunduğu kuyudan çıkmak için tırmanmayı imkan dışı görür.

Ümitsizlik tükenmişlik noktasında ve iman zaafıyla başlar. Kişi geleceğe ve bir çözüm olacağına inancını yitirise, onun imanında zaaf var demektir. Bu Allah hakkında bir şüphedir, câhilliktir, O’na güvenmemektir. Burada bir sey yanlış gidiyor demektir. Böyleleri Allah’ı hakkıyla takdir edemiyorlar demektir. Çünkü mü’min inanır ki her şey O’nun elindedir.

Şu âyete bakalım:

قُلْ يَا عِبَادِيَ الَّذ۪ينَ اَسْرَفُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَم۪يعًاۜ اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ ﴿53﴾

“De ki: “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günâhları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Zumer 39/53)

Buradaki israf aşırı gitmek, işlerde ve davranışlarda ölçüyü kaçırmak demektir. Davranışlarında israf edenlerin zorlukla, zararla karşılaşması kaçınılmazdır.

Enes (ra) anlatıyor: Rasûlullah (sav) ölmek üzere olan bir gencin yanına girmişti. Hemen sordu: “Kendini nasıl buluyorsun?” “Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'tan ümidim var, ancak günâhlarımdan korkuyorum.” diye cevap verdi. Rasûlullah da (sav) şu açıklamayı yaptı:

“Bu durumda olan bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleşti mi, Allah o kulun ümid ettiği şeyi mutlaka verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar.” (Tirmizî, Cenâiz/11 no: 983)

Allah’ın rahmeti varken müslümanın ümitsiz olması gerek yoktur. Yelkenleri suya indirmesi gerekmez. Her şeyin aynen devam etmesi mümkün değildir. Bir gün işler iyi gider, ertesi gün iyi gitmeyebilir. Bir gün her şey güllük gülistanlık olmayabilir, ama takip eden günler bazı şeyler değişebilir insan hayatında.

Gelecek bizim için gayptır ve Allah her gün yeni bir şeyi halk eder. Gerçekten O, zor zamandan sonra kolay zamanı da var eder. (Aidh al-Qarni, Wees niet bedroef, Uitgeverij Noer, 2006, blz. 44-45

Bundan dolayı müslüman sürekli ümitsizliği umuda çevirmek için çaba göstermeli. Şikayet etmeyi, âsi olmayı, “keşke” demeyi bırakmalı. Kesinlikle bilmeli ki Allah dilediğine dilediğini nasip eder. Kur’an şöyle diyor: 

وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ ﴿139﴾

“Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz üstün olan sizlersiniz.” (Âli İmran 3/139)

Her zaman umitvâr veya optimist olmak ruhsal sağlıktır, sağlam bir psikolojidir, huzurdur.

Şu örneğe bakınız:

Hastahene Penceresi

Hikâyeye göre; bir hastane odasında ölüm ile yaşam arasında gelip giden iki kalp hastası adam. Birisi pencere kenarında yatıyor, öbürü kapı ağzında. Hastaların ikisi de yerinden kalkacak durumda değil, pencerenin kenarındaki gördüklerini diğer hastaya anlatıyor…

“Bak gene dünkü sevgililer gelip oturdu banka. Delikanlı kırmızı gül almış bugün. Her seferinde güzel çiçekler alıyor sevgilisine, onu çok seviyor olmalı. Yanlarına simitçi geldi. Taze gevrek simit diye bağırıyor. Simitler hakikaten fırından yeni çıkmış gibi, sanki kokusu buraya kadar geliyor. Sevgililerimiz bir simidi alıp paylaştılar. Hatta küçük bir parça ördeklere attılar. Ördekler yine yaramaz bu gün, havuzdan çıkıp çimenlikte geziniyorlar. Aa.. tüh ördeklere bakayım derken küçük bir çocuk dondurmasını düşürdü, yazık! Babası bir şeyler söyleyince ağlaması kesildi. Demek ki “sana yine dondurma alırım” falan dedi. Ne merhametli babalar var….”

Pencerenin kenarındaki sürekli bir şeyler anlatır diğerine. Çünkü kapının kenarında yatan hasta yatağa bağlı olduğu için odanın içinden başkasını göremiyor. Böylece ikisinin de canı sıkılmamış oluyor. Hatta anlatılanlar terapi gibi geliyor.

Kapı kenarındaki adam pencere kenarındaki hastanın yerinde olmak istiyor. Orada olsa manzarayı o da görebilecek. Pencere kenarındaki hastaya bir kriz geliyor. Diğer hastanın acil durum düğmesine basması lazım. Böylece doktorlar gelip hastayı kurtaracak. Ama adam basmıyor, çünkü diğeri ölürse kendisi manzaralı yatağa geçecek. Pencerenin kenarındaki hasta ölüyor ve yerini ötekine veriyorlar.

Adamın ilk işi perdeleri açıp manzaraya bakmak oluyor.

“Gördüğü sadece kapkara bir duvar. Manzara sadece bu kadar”

http://www.ibretlikhikayeler.com/hastane-penceresi.html

 

3-“Bunda da vardır bir hayır” diyebilmek

Müslüman; “hayırdır inşaallah”, “bunda da vardır bir hayır” der. Bunu dediği zaman kesinlikle orada bir rahatlama hisseder. 

Kur’an’a göre elbette içinde olduğumuz ve yaptığımız her şeyde bizim de dahlimiz var. Daha önce geçen şu âyete tekrar bakalım:

وَمَٓا اَصَابَكُمْ مِنْ مُص۪يبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ اَيْد۪يكُمْ وَيَعْفُوا عَنْ كَث۪يرٍۜ ﴿30﴾

Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (Şûrâ 42/30)

ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ اَيْدِي النَّاسِ لِيُذ۪يقَهُمْ بَعْضَ الَّذ۪ي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ ﴿41﴾

“İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır.” (Rûm 30/41)

Bazen işler bazen hoşumuza gitmeyecek bir şekilde gelişebilir. Eğer bu Allah’tan geliyorsa belki Allah onda bizim için bir hayır murad etmiştir. Kendimiz için iyi zannettiğimizde bizim için zararlı bir şey vardır, belki Allah onunla denemek istiyor?

Ya da içinde bulunduğumuz durumu bize göstermek ve bizi korumak istiyor?

Veya tekrar düşünmemizi, durumu gözden geçirmemizi istiyor?

Karşımıza gelen veya yaşadığımız bu kötü durum ilerisi için daha iyi plan yapmak, daha hazırlıklı olmak için bir fırsattır.

Kur’an buna benzer bir durumu şöyle açıklıyor:

كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْۚ وَعَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْـًٔا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْۚ وَعَسٰٓى اَنْ تُحِبُّوا شَيْـًٔا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ۟ ﴿216﴾

Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde, size farz kılındı. Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bekara 2/216)

Ayet kıtal hakkında olsa da ortaya koyduğu hüküm geneldir.

Beylikahır’da 11 Eylûl 1980de yaşadığım tecrübe hatırlatılabilir.

 

4-Allah’ın hakkımızdaki hükmüne ve iradesine hazır olmak, ya da takdirin Allah’a ait olduğunu unutmamak

Bir mü’minin, Allah’ın kendisi için veya toplum için koyduğu hükümler karşısındaki tavrı,, reaksiyonu veya pratikte yaptıkları, onun mutluluğunun veya İslâmi hayatının ölçüsünü belirler. 

وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ اِذَا قَضَى اللّٰهُ وَرَسُولُهُٓ اَمْرًا اَنْ يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ اَمْرِهِمْۜ وَمَنْ يَعْصِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا مُب۪ينًا ﴿36﴾

Allah ve Rasûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.” (Ahzab 33/36)

O dilediğini dilediği gibi takdir eder. Kadere iman da budur. Bizim irademiz dahlimiz dışında olan ve O’nun tarafından takdir edilen her şeye rıza göstermek insanı rahatlatır, strese sokmaz.

O bizim biçimimizi böyle yarattı. Evreni böyle, hayvanları böyle yarattı, hayatın kanunlarını öyle koydu. İnsanlara farklı farklı kabiliyetler, suretler, biçimler veriyor. Dilediğini dilediği ülkede, beldede, dilediği anne babadan dünyaya getiriyor. Bu O’nun iradesi ve takdiridir. Bu bizim üzerinde duracağımız bir konu değil; teslim olacağımız bir hakikattir. Bu hakikati kabul ettikten sonra, başkalarında olduğunu zannettiğimiz ama bizde olmayan üstünlükler, meziyetler, farklılıklar konusunda esef etmeye, kafa yormaya, strese girmeye gerek yoktur.

Hadis olarak rivâyet edilen bir sözde şöyle deniliyor: “Men âmane bi’l-kader emine bi’l-keder-Kim kadere iman ederse kederden emin olur.”

Bu aynı zamanda Allah’ın taksimine razı olmaktır.

Allah (cc) bazı şeyleri, yani eşyayı, imkanları ve nimetleri, kabiliyetleri ve güçleri kulları arasında taksim etti, ediyor.

Bu taksim dünyalıklarla, şekil ve biçim, soy sop, kabiliyet ve kapasite ile ilgili olduğu gibi  emir ve nehiylerle ilgili olabilir. Kendi irade ettiği gibi. Biz bunun nasıl olduğunu ve hikmetini bilmiyoruz.

İslâmî hayata hakim kılmanın en önemli engeli, ya da iki dünya saadetini kaçırmanın en önemli sebebi Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmemek veya O’nun taksimine razı olmamaktır. Bir kimsenin; “Allah beni niçin mükellef kıldı, niçin bazı şeyleri haram kıldı, niçin falanca ya verdiğini bana da vermedi” gibi sorular onun Allah’ın taksiminden, ya da takdirinden razı olmamaktır.

Allah’ın taksimine, takdirine razı olmayan hiç mutlu olabilir mi, stress ve bunalımdan kurtulabilir mi? Hakkıyla kulluk yapabilir mi?

Ebu Hureyra anlatıyor: Rasûlüllah soyle dedi: “Kendileriyle amel etmek üzere şu beş kelimeyi kim benden alacak? “Ben alacağım” dedim. Elimi tuttu ve şu beş şeyi saydı”: “Haramlardan sakın insanların en âbidi olursun. Allah’ın taksimine razı ol insanların en zengini olursun. Komşuna iyi davran olgun müslüman olursun. Nefsi için sevdiğini insanlar için de sev iyi müslüman olursun. Çok aşırı gülme, aşırı gülmek insanın kalbini öldürür.”  (Tirmizî, Zühd/2 no: 2306. İbn Mâce, Zühd/24 no: 4217. Ahmed b Hanbel, no: 8034)

Efsane Wimbledon'un ilk zenci Şampiyonu Arthur Ashe kan naklinden kaptığı AIDS'den ölüm döşeğindeydi. Hayranlarından biri sordu: "Tanrı böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?"

Arthur Ashe şöyle cevap verdi..

"Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar, 5 milyonu tenis oynamayı öğrenir, 500 bini profesyonel tenisçi olur, 50 bini yarışmalara girer, 5 bini büyük turnuvalara erişir, 50'si Wimbledon'a kadar gelir, 4'ü yarı finale, 2'si finale kalır. Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Tanrı'ya “neden ben?” diye hiç sormadım. Şimdi sancı çekerken, Tanrı'ya nasıl “niye ben?” derim?”

Siz siz olun “bu kadar insanın içinde neden ben” diye sormayın.

 

5-Mülkün Allah’a ait olduğunu unutmamak

İslâm’a göre her şey Allah’ın. Bunu “el-mülkü lillah” şeklinde ifade ederiz.

O insanı en yaşayabileceği ortamı, hayatı süredürebileceği kaynakları da var etti. Ve yine insana kendi varlığını sürdürebileceği kapasiteyi de verdi.

Ancak bütün bunlar insan için geçici birer emânettir. Borçlanmak (emânet) biliyorsunuz geçicidir ve geri ödenmesi gereken şeydir.

Kişi neyi emanet aldığının ve nasıl kullanması gerektiğinin farkında olmalı.

Öyleyse Allah’tan emânet olarak alınan ve geçici olan şeylere takılıp da kafayı yemeğe, strese girmeye, başkaları ile kötü olmaya, zulüm (haksızlık yapmaya), savaşmaya değmez. Ama ne yazık ki tarihten beri aç gözlü ve kanaatsiz insanlar kendilerine ait olmayan mülk üzerinde çekişip duruyorlar.

Bunun tersi ruhsal sağlıktır, huzurdur, az baş ağrısıdır.

Varlık O’nundur, O dilediği gibi tasarruf eder.

﴾ قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَٓاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَٓاءُۘ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَٓاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَٓاءُۜ بِيَدِكَ الْخَيْرُۜ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿26﴾

De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.” (Âli İmran 3/26)

Unutmamak gerekir ki hayatı yaratan bir köşeye çekilip, olayları uzaktan seyretmiyor. O (cc) her an hayata müdahele etmektedir. O her an bir işdedir.

 يَسْـَٔلُهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ ف۪ي شَأْنٍۚ ﴿29﴾

“Göklerde ve yerde bulunanlar, (her şeyi) O’ndan isterler. O, her an yeni bir ilâhî tasarruftadır.” (Rahman 55/29)

Allah (cc) aynı zamanda her şeye şâhittir. Hiç bir şey O’nun bilgisinin dışında değildir.

 اَلَّذ۪ي لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌۜ ﴿9﴾

“Onlar mü’minlere ancak; göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan mutlak güç sahibi ve övülmeye lâyık Allah’a iman ettikleri için kızıyorlardı. Allah, her şeye şâhittir.” (Burûc 85/9. Ayrıca bkz: Âli İmran 3/98. En’am 6/19. Hac 22/17. Sebe’ 34/47. Fussilet 41/53. v.d.)

O bizim yaptıklarınızdan gafil değildir.

 

6-Eldekine razı olmak

Mülkün Allah’a ait olduğuna, O’nun her şeyi dilediği gibi takdir edip yarattığına inanan bir kimse elinde ne var ise ona razı olur. Kendine ait olan alanda üzerine düşen görevi yapar, ama kendine ait olan alana karışmaz ve o alanı sahibine bırakıp sonuçtan razı olur.

Eldeki bir kuş daldaki yüz kuştan daha iyidir.

Cepteki on euro kavuşması hayal edilen bir milyon eurodan daha değerlidir.

N.Hoca’ya nisbet edilen bir hikâye. Anlatılır ki Hocanın komşusu ona telaşla gelip “-Hocam bunaldım ne olur bir çare.” “Hayrola derdin ne, niye bunaldın?”. “Evimiz dar, küçük, sıkıştık kaldık. Çocuklar, eşyalar, öte beri. Mekanımız öyle dar ki. Ne yapayım bir akıl ver.” Hoca demiş ki, “bana söz ver, dediğimi yaparsan sana bir yol göstereceğim.” O da söz, dediğini yapacağım” demiş. “İneğiniz var mı?” Adam “ var” demiş. N. Hoca “Hah, onu da eve al ve bir kenara bağla.” (Eskinden özellikle kış aylarında insanların ineklerin yattıkları yere bağladıklarını unutmayalım.) Adam şaşırakak “aman hocam ne diyorsun, ben evim dar, bunalıyorsum diyorum, sen diyorsun ki ineği de eve al?” N. Hoca “bana söz verdin, dediğimi yapacaksın.”

Adam çaresiz gitmiş ineği de getirip eve bağlamış. Fakat o da ne? Ev iyice daralmış, hareket edecek yer kalmamış. Adam belki bir kaç gün sonra, belki bir hafta sonra tekrar Hocanın kapısına dayanmış. “Hocam ocağına düştüm, elini ayağını öpeyim, lütfen, bunaldık, ne olursun bir çare. Dediğini yaptım ama ev daha da daraldı.” N. Hoca gayet sakin “senin davarın var mı?” demiş. Adam “eh var, beş altı tane.” N. Hoca “iyi demiş, onları da eve al.”  Adam feryat ertmiş “aman hocam Allah aşkına, sen diyorsun. Zaten ev dar, dolaşak, bir ayakkabı koyacak yer kalmadı. Bir de davarlar?” N. Hoca, “söz verdin dediğimi yapacaksın” demiş. “Adama ah vah ederek gitmiş. Davarları da o dar dediği eve almış.

Aradan bir kaç gün, veya bir hafta geçmiş, tekrar mahcup mahcup, perişan bir halde Hocanın kapısına dayanmış. “Hocam, ne olursun bir çare, ev iyice daraldı, bunaldık, darlandık, lütfen lütfen, bu verdiğin nasıl akıl, tavsiye ettiğin çözüm nasıl bir çözüm?” demiş. N. Hoca demiş ki: “Ha şimdi git ineği ve davarları evden çıkarıp yerlerine götür. Sonra görüşürüz”. Adam gitmiş, herhalde ineği ve davarları evden çıkarıp yerlerine götürmüş. Bir müddet sonra N. Hoca komşusuna rast gelmiş. “Hey komşu durum nasıl, evin yine dar mı?”

Adam demiş ki: “vay Allah senden razı olsun hocam, meğer benim evim ne kadar genişmiş de benim haberim yokmuş.

 

6-Her zorluktan sonra kolaylık gerçeği

Allah (cc) hz. Muhammed’e bildirdiği gibi her zorluktan, her sıkıntıdan, her felâketten sonra; bir kolaylık, bir ferahlık, bir nimet vardır.

فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًاۙ ﴿5﴾ اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًاۜ ﴿6﴾ فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْۙ ﴿7﴾ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ ﴿8﴾

“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır. Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” (İnşirah (94/5-8)

“... Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratacaktır.” (Talak 65/7)

Bir imtihan olmak üzere uğradığı musibete sabreden, Allah’tan gelen neticeye gönül hoşnutluğu ile teslim olan, başına gelenlerden dolayı ah vah etmeyen Eyyûb (as) bu zorluklardan sonra kolaylık olduğunu biliyordu.

Nitekim onun bu teslimiyetine karşı Allah (cc) ona önceden sahip olduklarının bir mislini verdi. (Sâd 38/43)

Hikâyeye göre “Hintli bir yaşlı usta, çırağının her şeyden sürekli şikâyet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.

"Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle "Acı" diye cevap verdi.

Usta tebessüm ederek çırağını kolundan tuttu ve dışıarı çıkardı. Sessizce az ilerideki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:

“Tadı nasıl?” “Ferahlatıcı” diye cevap verdi genç çırak.

“Tuzun tadını aldın mı?” diye soran yaşlı adamı, “Hayır” diye cevapladı çırağı. Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:

“Hayatdaki acılar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Acının miktarı hep aynıdır. Ancak bu acının acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Acın olduğunda yapman gereken tek şey, acı veren şeyle ilgili duygularını genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış.”

Ne kadar isabetli bir tavsiye. Göl olmaya bak ki acıların tuzu sende kaybolsun. Bardak olmaya devam edersen acılar da gözünde büyümeye devam eder. 

Kuyudaki eşeğin hikâyesi

Hikâye bu ya; Bir gün, bir çiftçinin eşeği kuyuya düşmüş. Adam ne yapacağını düşünürken, hayvan saatlerce anırır durumuş.  En sonunda çiftçi, hayvanın yaşlı olduğunu ve kuyunun da zaten  kapanması gerektiğini düşünmüş ve eşeği çıkartmaya değmeyeceğine karar vermiş.

Bütün komşularını yardıma çağırmış. Onlar da eşeği kurtarmanın imkansız olduğunu görmüşler. Her biri birer kürek alarak kuyuya toprak atmaya başlamış. Eşek ne olduğunu fark edince, önce daha beter bağırmaya başlamış. Sonra, herkesin şaşkınlığına sesini kesmiş. Birkaç kürek toprak daha attıktan sonra, çiftçi kuyuya bakmış. Gözlerine inanmamış. Eşek, sırtına düşen her kürek toprakla müthiş bir şey yapmakta, toprağı aşağıya silkeleyerek yukarı çıkmasına basamak hazırlamaktadır. Bir süre sonra, komşular toprak atmaya devam etmişler, ta ki kuyu neredeyse toprakla dolmuş. Bu sırada herkesin şaşkınlığı altında eşek, kuyunun kenarından dışarı bir adım atıp, koşarak uzaklaşmış.

Hayatın şartları üzerinize atılan toprak gibidir; her türlü zorluğu, musibeti ve acıları  ile.  Kuyudan çıkmanın sırrı, bu zorlukları silkeleyip bir adım yükselmektir. En derin kuyulardan bile kurtulmak mümkün. 

Öyleyse kendi kendimize; “silkelen ve biraz daha yukarı çık” demek lazım.

http://www.ibretlikhikayeler.com/kuyudaki-esegin-hikayesi.html

 

7-Hastalığı, zayıflığı, engelli olmayı iyi anlamak

Kur’an, sormluluğun insanın kapasitesine göre ve elindeki imkanlar ölçüsünde olacağını beyan ediyor.

لِيُنْفِقْ ذُو سَعَةٍ مِنْ سَعَتِه۪ۜ وَمَنْ قُدِرَ عَلَيْهِ رِزْقُهُ فَلْيُنْفِقْ مِمَّٓا اٰتٰيهُ اللّٰهُۜ لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْسًا اِلَّا مَٓا اٰتٰيهَاۜ سَيَجْعَلُ اللّٰهُ بَعْدَ عُسْرٍ يُسْرًا۟ ﴿7﴾

“Eli geniş olan, elinin genişliğine göre nafaka versin. Rızkı dar olan da, Allah’ın ona verdiğinden (o ölçüde) harcasın. Allah, bir kimseyi ancak kendine verdiği ile yükümlü kılar. Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratacaktır.” (Talak 65/7)

Buna göre herkes kapasitesi kadar, elindeki nimetler kadar sorumlu.

Hacc ile ilgili âyeti hatırlayalım:

ف۪يهِ اٰيَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَقَامُ اِبْرٰه۪يمَۚ وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ اٰمِنًاۜ وَلِلّٰهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ اِلَيْهِ سَب۪يلًاۜ وَمَنْ كَفَرَ فَاِنَّ اللّٰهَ غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَم۪ينَ ﴿97﴾

“... Yoluna gücü yetenlerin Beytullah'ı haccetmeleri, Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır.Kim de (haccın farz oluşunu) inkâr ederse, bilsin ki Allah, âlemlerden (onun haccından ve diğer amellerinden) müstağnîdir.” (Âl-i İmrân 3/97)

Buna bir da Bekara son âyetini ekleyelim:

لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَاۜ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْۜ رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَأْنَاۚ رَبَّنَا وَلَا تَحْمِلْ عَلَيْنَٓا اِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِنَاۚ رَبَّنَا وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِه۪ۚ وَاعْفُ عَنَّا۠ وَاغْفِرْ لَنَا۠ وَارْحَمْنَا۠ اَنْتَ مَوْلٰينَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَ ﴿286﴾

“Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı yine kendisinedir. Ey Rabbimiz, eğer unuttuk ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme!...” (Bekara 2/286)

Bu demektir herkesin imtihanı, karşılaştığı zorluklar, başına gelen musibetler, kendi kapasitesi miktarıncadır.

Şüphesiz sağlık Allah’ın insana büyük lütûflarından biridir. İnsanlar bununla mutlu olurlar, huzur bulurlar. Müslüman ayrıca Allah’a karşı görevlerini yapmak için sağlıklı olmak ister.

Peygamber (sav) der ki: “Kim sihhatli bir şekilde sabaha ulaşırsa, evinde güvende ise, bir günlük yiyeceği ve içeceği varsa ona sanki dünya bağışlanmış gibidir.” (Tirmizi, Zühd/32 no: 2346)

Peygamber (sav) Allah’tan afiyet istenmesini tavsiye ediyor:

“Allah’tan af ve afiyet isteyin. Gerçek imandan sonra kişiye afiyetten daha değerli bir nimet verilmemiştir.” (Tirmizî, Daavât/105 no: 3558) İstenmesi tavsiye edilen bu afiyete sağlık da dahildir.

“Kuvvetli mü’min zayıf mü’minden hayırlıdır. (Bununla beraber) her ikisinde de hayır vardır. Sana faydalı olan elde etmeye çalış. Allah’tan yardım iste ve acizlik gösterme. Başına bir şey gelirse “Eğer (keşke) şöyle yapsaydım, şöyle olurdu” diye hayıflanıp durma. “Allah’ın takdiri böyle, O ne dilerse yapar” de. Çünkü keşke demek şeytanın işidir.” (Müslim, Kader/8 (34) no: 6674. İbn Mace, Mukaddime/10 no: 79, Zühd/14 no: 4168. Ahmed b. Hanbel 2/366, 370)

Her şeyi istediği gibi yaratan, bazı sebepler yüzünden hasta olmayı da yaratmıştır.

Yaşlanmak, yaşlandıkca da zayıf olmak, erzelil-omr denilen hâle ulaşmak da insanın fıtratına yerleştirilmiş ilâhi bir kanundur.

Bazı kimseler farklı sebeplerden dolayı engelli doğabilir, bazıları da sonradan ya kendi hatasıyla ya da dış etkenler yüzünden engelli olabilir.

Ya da evinde engelliye bakmak zorunda kalabilir. Hanım veya kocanın annesi veya babası, ya da yakın bir akrabası engelli olabilir. Böyle bir imtihan karşısında eyvah deyip çırpınmak, strese girmek mi gerekir, yoksa bu imtihanı mutluluğa çevirmenin yollarını mı aramak gerekir.

Bütün bunlar hayatın birer parçası.

Bu belâ ve fitne karşısında müslüman ne yapacak?

Mü’min elbette hasta olursa derman/şifa arayacak. Hastası, ihtiyarı olursa bakacak, ya da bazı nimetlerden mahrum kalmanın faydalarını araştıracak, bu nahoş durumu kendi lehine çevirmeye çalışacak. Kendisi elden ayaktan düşerse, ihtiyarlarsa, engelli hale gelirse; bu ilâhi yasayı anlamaya çalışacak, intihar etmeyi değil, bu duruma intiba etmeyi deneyecek. Buradan mutluluk çıkarmaya çalışacak.

O yine o bilecek ki bir hastalık mevcut ise, onun mutlaka dermanı da, şifâsı da mevcuttur. İnsana düşen onu arayıp bulmak, hastalığa ve usulüne göre kullanmaktır.

Mü’min bilir ki, engellilik varsa, bunun mutlaka bir hikmeti de var. Kendisi ve sahibi için mutlaka birden fazla faydası var. Düşünün ömür boyu engelli bir çocuğa bakan müslüman bir anneye Allah Cennetini vermez mi? Uzun seneler bakıma muhtaç, engelli anne veya babasına bakan bir müslüman erkeği veya kadını Allah cehennemine atar mı?

Burada şu hadisi hatırlamak gerekir:

“Burnu sürtülsün, yine burnu sürtülsün, yine burnu sürtülsün” buyurdu. Kendisine soruldu: “-Kimin ey Allah'ın Rasûlü?” Peygamber (sav): “Anne, babasından birinin veya ikisinin ihtiyarlıklarına yetişip de sonra cennete giremeyenin (kazanmayanın)” buyurdu.” (Müslim, Birr/3 (9) no: 6510-6512)

Peygamber (sav) her türlü hastalık için tedavi olmayı tavsiye ediyor.

Üsame b. Şerik’in rivâyetine göre bir bedevi Peygamber’e şöyle sordu: “Ey Allah’ın Elçisi, tedavi olalım mı? Buyurdu ki: “Evet, ey Allah’ın kulları tedavi olun. Zira Allah (cc) bir hastalık yaratmamıştır ki, dermanını, ya da şifâsını da yaratmamış olsun. Bir hastalık hariç.” Dediler ki: “O hangisidir, Ya Rasûlelleh?” Buyurdu ki. “İhtiyarlık”. (Tirmizî, Tıbb/2 no: 2038. Bir benzeri: İbni Mâce, Tıbb/1 no: 3436)

“Allah hastalığı da şifâyı da yarattı ve her dert için bir derman yarattı. Tedavi olunuz. Lâkin haramla tedavi olmayınız. (Ebû Dâvûd, Tıbb/11 no:3874)

“Allah, verdiği her hastalık için bir ilaç da indirmiştir (yaratmıştır).” (İbn-i Mâce, Tıbb/1 no: 3438)

Ancak pek çok insan sağlık gibi bir nimeti yerinde ve faydalı bir şekilde kullanmıyor.

Peygamber (sav) diyor ki: “İnsanların çoğu şu iki nimetin değerini bilmezler: Sağlık ve boş zaman.” (Buhârî, Rikak/1 no: 6412)

Müslüman inanır ki bedeni ve sağlığı kendisine emânettir. O Allah’tan aldığı her emâneti gözü gibi korur, onu tehlikeye düşürecek şeylerden uzak kalır.

Allah (cc) sağlığa zararlı her şeyi haram kılmıştır. Bundan da maksat bu değerli emâneti korumaktır.

Peygamber (sav) asırlar öncesinden korucu hekimliği tavsiye etmiş, bunu yapan mü’minleri övmüştür. Kendisi de her zaman hastalıklara karşı hep dikkatli olmuştur.  O, yeterince uyumayı, dinlenmeyi, temiz olmayı, yeteri kadar yemeği, elleri ve ağzı temiz tutmayı, pis ve bayat yiyeceklerden uzak durmayı, yemek kapları kapalı tutmayı, sık sık duş almayı, tuvaletten sonra mümkün olduğu kadar temizlenmeyi tavsiye etmiştir.

Kişi hastsalığa karşı her türlü tedbiri alır, dikkat eder, ama yine hasta olabilir. Bunda kendi kusuru olduğu gibi başkalarının dahli olabilir.

Bu ayrı bir konu. Ama diyelim ki hasta oldu. Mü’min böyle bir durumda isyan etmeyecek, ah vah etmeyecek, ümitsizliğe kapılmayacak.

Hadislerde tavsiye edildiği gibi, bir taraftan şifâ arayacak, bir taraftan da sabredecek.

Aişe (r.ah.) "Hastalığı, Allah Rasûlü'nden (a.s.) daha şiddetli olan hiçbir kimse görmedim" dedi.” (Müslim, el-Birr/14 (44) no: 6557) Buna rağmen o buna sabretti.

Allah (cc) mü’min kulu musibete, hastalığa, kendi yolunda karşılaşacağı zorluklara mukabil ona ecir verir. (Önceki derste geçti.)

İbn-i Abbas (ra) Ata bin Ebi Rebah’a; “Sana cennet ehlinden bir kadını göstereyim mi?” dedi. Ata (rh); “Evet göster” dedi. İbn-i Abbas (ra) “Şu siyah kadın yok mu? İşte bu kadın bir kere Rasûlallah’a gelip; Ya Rasûlallah, sara hastalığım tutuyor ve üstüm başım açılıyor. Allah’a benim için dua buyurun’ dedi. Rasûlüllah (sav) “Ey kadın! İstersen hastalığına sabret. Bunun karşılığında sana cennet vardır. İstersen afiyet vermesi için Allah’a dua ederim” buyurdu. Kadın; “Hastalığıma sabredeceğim. Ancak sara tuttuğu zaman üstümün başımın açılmaması için dua buyurunuz” diye rica etti. Rasûlüllah (sav) de dua etti.” (Müslim, el-Birr/14 (54) no: 6571. Buhâri, Merdâ/6 no: 5652 Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/346-347)

Abdullah b. Mesûd (ra) şöyle anlatır: “Allah Rasûlü'nün huzuruna girdim; kendisi şiddetli hasta idi. Elimle ona dokundum ve: “Ey Allah'ın Rasûlü! Siz gerçekten çok ızdırap çekiyorsunuz” dedim. Allah Rasûlü (a.s.):

“Evet Ben sizden iki kişinin çektiği kadar şiddetli bir ızdıraba maruz bulunuyorum” dedi. Ben: “Bu yüzden sizin için muhakkak iki kat ecir vardır” dedim. Bunun üzerine Allah Rasûlü: Evet dedikten sonra şöyle buyurdu:

“Kendisine hastalık ve daha başka neviden herhangi bir eza isabet eden hiçbir müm’in yoktur ki Allah bu eza sebebiyle onun günahlarını, ağacın yapraklarını döktüğü gibi dökmesin.” (Müslim, el-Birr/14 (45) no: 6559)

Ebu Saîd Hudrî, Allah Rasûlü'nü şöyle buyururken işitmiştir: “Müslümana bir ağrı, bir meşakkat, bir hastalık, bir üzüntü, hatta kendisini bunaltan bir iç sıkıntısına varıncaya kadar herhangi bir şey isabet ederse günahlarından bir kısmı yokedilir." (Müslim, el-Birr/14 (52) no: 6568)

S.Nursî Hastalar Risalesi’nde hasta olanların tedavi olması gerektiği anlattıktan sonra bununla beraber hastalıkta pek çok faydalar olduğunu, ya da hastalıklardan derslerin çıkarılabileceğini anlatıyor. Mesela;

-Keder ve hastalık günahları ve hataları temizler, onlara keffaret olur.

-Hastalık inançsızlığa perde olur.

-Müslümanı Allah’a daha çok yaklaştırır.

-İbadetlere karşı kalpteki şuuru artırır.

-Allah’a tevekkülü kuvvetlendirir.

-Hastalık kişinin iyi karakter sahibi olmasına yol açar.

-Hastalar bu sayede sihhatin ne kadar önemli olduğunu anlarlar.

-Allah (cc) hastalık ile farklı bir hedefi murad etmiş olabilir.

-Bazı hastalıklar daha kötü hastalıkları önler.

-Hastalık aynı zamanda Allah’tan bir uyarıdır.

-Bu sayede kişi buradaki hayatın kısa ve fani olduğunu bir daha hatırlar.

-Hastalık, Allah’ın eş-Şafi isminin yansımasıdır.

-Kişi hastalık sayesinde şükreden biri mi, şikayet eden biri mi olduğunu test edebilir.

-Böylece kişi, Allah’tan başka gerçek şifâ veren olmadığını öğrenir.

-Akrabalar ve arkadaşlar arasındaki bağı güçlendirir.

-Keder ve hastalık kişiye merhamet ve ilgilenme duyguları kazandırır.

-Hastalık sebebiyle müslüman toplumda birlikte olma duygularını artırı.

-Hastalık bir açıdan diyet gibidir.

Bunlara şunu da ekleyebiliriz: Hatsalık hasta sahipleri için bir imtihan sebebidir. Allah (cc) onları hastalarla dener. Bakalım hasta olan yakınlarına karşı tutumları ne olacak. Nitekim yukarıda geçen hadiste hatırlatıldığına göre ihtiyar anne babaya bakmak cennet kazanma sebebidir.

Hastalık istenmez ama bu sayılanlarla teselli olunur, moral depolanır, hastalık felâketten faydaya çevrilebilir.

İnsan istese hastalıktan, engelli olmaktan, yaşlılıktan bile kendine göre mutluluk çıkarabilir. Kaldı ki bunları yukarıda geçtiği gibi anlayıp değerlendirmek imanın gereğidir.

Hastalık, belâ ve musibetler karşı takınılması gereken bazı müsbet tavırlar:

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِيَ اللّٰهُۘ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظ۪يمِ ﴿129﴾

(Ey Muhammed!) Yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O'na güvenip dayanırım. O yüce Arş'ın sahibidir.” (Tevbe 9/129)

Bunu yedi defa okuyana Allah onun kederlerinde yeterlidir. (Ebu Dâvud, Edeb/101 no: 5081)

Ya da Eyyûb gibi demeli:

وَاَيُّوبَ اِذْ نَادٰى رَبَّهُٓ اَنّ۪ي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَۚ ﴿83﴾    

“Eyyûb’u da hatırla. Hani o Rabbine, “Şüphesiz ki ben derde uğradım, sen ise merhametlilerin en merhametlisisin.” (Enbiyâ 21/83)

Osman b. Affan’ın rivâyetine göre Peygamber şöyle demiştir: “Bir kul günün sabahında ve akşamında üç defa “Bismillahillezi lâ yedurru maa ismihi şey’ün fl’l-ardı velâ fi’s-semâi ve hüve’s-semîu’l-alîm-Adı anıldığı zaman yerde ve gökte hiç bir şeyin zarar veremeyeceği Allah’ın adıyla. O, hakkıyla işiten ve bilendir” derse ona hiç bir şey zarar vermez.” (Tirmizî, De’avât/13 no: 3388. İbni Mâce Ebu Ayyaş ez-Zürakıyyi’den), Dua/14 no: 3867. Ebu Dâvud, Edeb/101 no: 5088)

اَلَّذ۪ينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُص۪يبَةٌۙ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَۜ

“Onlar; başlarına bir musibet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler.” (Bekara 2/156)

Sıkıntı, belâ ve musibetin, imtihanların getirdiği zorluklar karşısında, ya da acziyet halinde söylenmesi gereken iman sözü: “Lâ havle velâ kuvvete illâ billahi’l-aliyyi’l-azîm-Allah’tan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur. O Çok yücedir, çok ulvidir.”

Şiddet zamanlarında, yani musibet veya zorluklarla karşılaşınca:

İbni Abbas diyor ki Peygamber (sav) şiddet zamanlarında şöyle derdi: “Lâ ilâhe illallahu’l-azîmu’l-halîm, lâ ilâhe illallhu Rabbu’l-arşi’l-kerîm, lâ-ilâhe ilallahu Rabbu’s-semâvâti ve Rabbu’l-ardı, Rabbu’l-arşi’l-kerîm-Allah’tan başka ilah yoktur, O azimdir, halimdir. Allah’tan başka ilah yoktur, O yüce arşın Rabbidir. Allah’tna başka ilah yoktur, O göklerin ve yerin Rabbidir, kıymetli arşın da Rabbidir.” (Buhârî, Deavat/27 no: 6345-6346, Tevhid/22 no: 7426, 7431)

Enes b. Mâlik’in rivâyetine göre başına bir zorluk (şiddet) geldiği zaman; “Yâ Hayyu ya Kayyûm, bi-rahmetike, esteğîsu-Ey Hayy ve Kayyum olan Allahım, rahmetinden medet umarım” ( Tirmizi, Deavat/91 no: 3524) derdi.

Ebu Bekre’nin rivâyetine göre Peygamber (sav) sıkıntıya düşenlere şu duayı tavsiye etmişti: “Allahümme rahmeteke ercu, felâ tekilnî ila nefsî tarfete ayn, ve aslih lî şe’nî küllehu, lâ ilâhe illâ ente-Allahım rahmetini umarım. Beni göz açıp kapatıncaya kadar da olsa nefsime bırakma. Bütün işlerimi düzelt. Senden başka tanrı yoktur.” (Ebu Dâvud, Edeb/101 no: 5090)

Hz. Aişe’nin rivâyetine göre Peygamber (sav) hastalandığı zaman ve kötülüklerden Allah’a sığınırdı ve şu duayı okurdu: “Allahümme Rabbi’n-nâsi, müzhibe’l-be’se. İşfi ente’ş-Şâfi, Lâ şifâun illa şifâuke, şifâen la yugâdiru sekamen-Ey insanların Rabbi, Şu hastalığı giderip şifâ ihsan et. Şifâ verici ancak sensin. Senin şifândan başka şifa yoktur. Öyle bir şifâ ver ki hasta üzerinde hiç bir hastalık izi kalmasın.” (Buhârî, Tıbb/38, 40 no: 5742, 5750. Müslim, Selâm/19 (46) nO. 5707)

Her zaman, her musibet ve zorluk karşısında okunması mümkün olan Kur’an’ın öğrettiği dua:

وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَٓا اٰتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ ﴿201﴾

 “Fakat öyleleri de var ki, onlar "Ey Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik güzellik ver, ahirette de iyilik güzellik ver ve bizi ateşin azabından koru!" diye yakarırlar.” (Bekara 2/201)

Vesselâm...

 

BEKLERİM HAYIR OLANA KADAR

 

Niçin esef edeyim birader, bugünlerde

Fırtına; varsın olsun, geceler üstümüze

abansa da, karanlık olsa da gökte, yerde

Bir yardım uzanmasa da yetime, öksüze

Sabrederim, beklerim  hayır olana kadar

 

Hayat bu; yokuşu var, inişi var, bilirim

Gülün yanında diken, gündüzden sonra gece

Eylûl’ü haber verir bir nevbahar, bilirim

Hayat her gün yeniden olsa da bir bilmece

Sabrederim, beklerim  hayır olana kadar

 

Hayat bu; hem gülücük dağıtır, hem üzüntü

Bazen sen şakrak, bazen mahzun bir levha sunar

Bazen yükseliş, bazen beklenmedik çöküntü

Gün gelir elimize bir kuş teleği konar

Sabrederim, beklerim  hayır olana kadar

 

Birader, yas tutmaya gerek yok felâkete

Her belânın bir müjde olduğu bilinmeli

Sonunda her şey yolcu, gidiyor kıyâmete

Ümitsizlik; insanın aklından silinmeli

Sabrederim, beklerim  hayır olana kadar