ONUNCU DERS

14 Nisan 2017 Cuma

MUTLULUĞU (tayyibe bir hayatı) YENİDEN İNŞA EDEN FAKTÖRLER

 

-İman ve Sâlih amel

Nahl Sûresi 97. âyeti tekrar hatırlayalım:

مَنْ عَمِلَ صَالِحًا مِنْ ذَكَرٍ اَوْ اُنْثٰى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَنُحْيِيَنَّهُ حَيٰوةً طَيِّبَةًۚ وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ اَجْرَهُمْ بِاَحْسَنِ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿97﴾

Erkek ya da kadın, inanmış olması yanında bir de dürüst ve erdemli davranan (salih amel işleyen) kimseye hiç şüphesiz arı-duru, hoş (tayyibe) bir hayatı taddıracağız; ve yine şüphesiz böylelerini; yapageldikleri en güzel şey neyse ona göre ödüllendireceğiz.”  (Nahl 16/95-97)

Burada öncelikle mükellef sonra iman, sonra sâlihât, sonrada “tayyibe hayat” söz konusu ediliyor:

Bu derste imanı, sâlih ameli ve tayyibe hayatı, bir anlamda dünyalık mutluluğu inşa eden faktörleri, yani imkanları, sâlih ameli anlatmaya çalışalım.

 

1-İman      

‘İman’, ‘emn’ kelimesinden türemiştir. Kelime anlamı, verilen habere inanma, haberi getiren kimseyi doğrulama, güvenme, itimat duyma demektir.

İman, ‘emn’ kökünün masdarı, mü’min de bu kökün fail (özne) ismidir.

İman mutlak tasdik’tir (doğrulamadır). Bir kişiye, bir habere veya bir hükme, kesin olarak gönülden inanmaktır. Gelen haberi veya haberciyi doğru kabul etmektir.

İman şeriatte, Allah (cc)’tan Peygamber aracılığıyla gelen ‘vahy’e, mutlak olarak inanmak ve onun doğru olduğunu kabul etmektir. Mü’min de bu işi yapandır.

Mü’min bu imanını âmentü ile ifade eder. (Buharî, İman/37 no: 37. Müslim, İman/1 no: 8. Tirmizí, İman/14 no: 2738. Ebu Dâvûd, Sünne/16 no: 4695.  İbnu Mâce, Mukaddime/9 no: 63, 64, 1/24. Nesâí, İman/6)

İman etme, Kur’an ve Peygamber ile Allah’tan gelen her şeye inanma, onların doğruluğundan emin olma, karşılığında vadedilen şeylerin şüphe içinde olmamadır.

İman; insanın Yaratıcı karşısındaki teslimiyetini ve O’na karşı tavrını ve sınırını belirler.

İslâmın istediği teslimiyet, beraberinde barış, selâmet, huzur ve güven getiren bir şeydir. Kim bu şekilde teslim olursa o dünyada güvene, ahirette kurtuluşa kavuşur.

İman hayatı ve evrendeki oluşumları (ayetleri) anlayabilmenin anahtarıdır.

İman, insan bünyesinde ve kendi dışındaki bütün dengeleri bulmanın metodudur.

 

a-İmanın İşlevi

İnsan, yeryüzünde misafirdir. Doğumdan ölüme doğru bir yolculuk yapmaktadır. Doğumdan öncesi, ölümden sonrası hakkında hiç bir şey bilmemektedir. Yaşadığı hayatı bütünüyle anlamaktan bile acizdir.

Hayat yolculuğunda hangi yolu, nasıl izlemesi gerektiğini, yolculuğunun ne zaman sona ereceğini, yol arkadaşlarını, yol haritasını bilemez. Akıl burada yeterli olamamaktadır.

İnsanın rehberi kendi çağının ‘nebisi, yol tarifi vahy’dir. Onda insan için dünya hayatında lazım olacak insanî kurallar vardır. Bu yol tarifine uyanlar dünya hayatında mutluluğa ulaşırlar, âhiret hayatında kurtuluşa ererler.

Mü’min, bu sonuca ulaşmak isteyen kimsedir.

 

b-İman güven verir;

İmanın sözlük anlamı hem güven (emniyet) vermek, hem de emin olmak yani inandığı şeyin verdiği güçle güvende olmak demektir.  

İman ile güven (emniyet) kelimesinin aynı kökten gelmesi tesadüf değildir.

İman, hem insana inandığı şeyin gücünün güvenini verir, hem de inanan insan hakkında başkalarına güven verir.

Mü’min imanıyla güvene kavuşandır. Bu da onun için gerçek kurtuluş ve mutluluktur.

 

c-İman sahibini bulmaktır:

İnsanı en mutsuz eden sebeplerden biri de yalnızlık ve sahipsizlik duygusudur.

Ya etrafında kimse yoksa!

Ya dost sandıkları onu terkederse!

Ona ayakta kalmasını sağlayan imkanlar günün birinde elinden çıkarsa!

Ya çaresizliğe düştüğü an hiç kimse ona yardım edemezse!

Ya yaptığı bütün iyiliklerin karşılığını alamamanın hüsranını yaşarsa!

İman, sahipsiz olmadığını idrak etmektir. Bu da iman edene güven verir, korku ve endişelerini azaltır, mutluluk verir.

İman bir diğer açıdan insanın kendini bulmasıdır. İman, köke bağlanmadır. İmanın diğer adı zaten akidedir. Bu da sağlam bir köke, yere, kaynağa bağlanmaktır. Bağlanıp başıboşluktan, savrulmaktan kurtulmaktır.

İman yitiğini bulmadır, korkuyu emniyete, ümitsizliği ümide, kaosu düzene, başıboşluğu nizama çevirmedir.

 

d-İman aksiyondur ve mutluluk kaynağıdır

İman’, durgun bir teslimiyetin değil, amel dediğimiz faaliyetlerle beraber bir aksiyonun ana kaynağıdır.

İman eden bir insan tek taraflı olarak Allah’a teslim olup, yerinde duran bir insan değildir. Bilakis o, imanın gereği olan en güzel davranışları yaşayan aktif bir insandır. Çünkü ‘iman’, sâlih amel (en güzel fiileri) yapmayı gerekli kılar.

İman edilmesi gereken esaslara (zaruratı diniyye’ye) inanan kimse iman etmenin şartlarına uymuştur ama, imanın bir diğer amacı da insanı olgunlaştırmaktır. İmanın gereklerini yapanlar yani sâlih amel işleyenler hem imanlarını olgunlaştırırlar, hem de iman ile hedeflenen amaçlara ulaşırlar, hem dareyn saadetini elde ederler.

“Allah var, O yâr. Gerisi olmasa ne çıkar?

O, elde var “Bir”dir.

O'nu yanında bilen kimseye muhtaç değildir, O'nsuz olanın kimsesi yoktur.

Görevini yapmak için sağına soluna ve dahi ardına bakanlar, O'nun gözetimi altında olduklarının, O'na karşı sorumlu olduklarının şuurunda olmayanlardır.” (İslâmoğlu, M. İman En Büyük İmkandır yazısından)

 

2-Sâlih amel

a-Amel Nedir?

‘Amel’ sözlükte, iş, davranış, hareket, aksiyon, faaliyet ve faydalı eylem anlamlarına gelir.

Aslında ‘amel’, bir maksada bağlı olarak niyetle yapılan iyi veya kötü fiildir. (el-Isfehâní, R. el-Müfredât, s: 519)

Bir amelin, herhangi bir eylemin iyi veya kötü nitelendirilmesi için onun belli bir maksada bağlı olarak veya belli bir niyetle yapılması gerekir.

Amel, fiil kelimesinden daha geniş bir anlama sahiptir. Hayvanların hareketlerine fiil denebilir ama amel denilmez. Çünkü onlar fiillerini belli bir niyetle değil, içgüdü ile yaparlar. 

 

b-Amelin çeşitleri:

Amelleri sonuçlarına göre üç gruba ayırmak mümkündür:

b1-Sâlih amel: Faydalı, sağlam, amaca uygun, zararlı ve ifsat edici (bozucu) olmayan iş. Bununla insan ya kendine, ya çevresine, ya da insanlara faydalı olur.

Bir başka deyişle iman edenler bununla sevap ve Allah’ın rızasını kazanırlar. Ya da bir zararı defeder, bir faydayı elde ederler.

b2-Fâsid (bâtıl) amel: Zararlı, bozuk, değersiz, maksada uygun olmayan, ifsat edici her türlü faaliyetin genel adı. Buna sûi amel de diyebiliriz. Sûi, hasene’nin zıddı olan seyyienin köküdür. Her türlü günahı ve kötü fiilleri niteleyen bir kelimedir.

Bunlar İslâmın yapılmasını haram kıldığı, ya da yapılmamasını uygun gördüğü amellerdir.  Bu gibi amelleri işleyenler günah kazanır, ya kendilerine ya da başkalarına zarar verirler. Allah (cc) kullarının bu amelleri işlemesinden razı değildir.    

b3-Mübah (caiz) amel: Yapılıp yapılmaması kişinin kendisine bırakılan davranışlardır.  Bunları yapanlar İslâma göre günah veya sevap kazanmadıkları gibi, kimseye de zarar veya fayda vermezler. 

 

c-Amel işlemenin önemi:

            Ölümün ve hayatın yaratılmasının amacı, insanın nasıl bir amel işleyeceğini denemek içindir.

تَبَارَكَ الَّذ۪ي بِيَدِهِ الْمُلْكُۘ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌۙ ﴿1﴾ اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًاۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْغَفُورُۙ ﴿2﴾

“Bütün mülk elinde bulunanın şanı ne yücedir! Ve O, her şeye kâdirdir.

O, hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölümü ve hayatı yaratandır. O, Azîz’dir (yücedir), Ğâfur’dur (bağışlayıcıdır)” (Mülk 67/2)

Kişinin dünya ve âhiret mutluluğunu yakalaması bu amel denemesini başarmasına bağlıdır. 

Herkes, belli bir yaştan sonra, uyanık olduğu sürece her gün envâi çeşit amel işler, fiil ortaya koyar, aksiyonda bulunur.

İslâmî açıdan önemli olan, herhengi bir amel işlemek değil; sâlih amel veya hasenât diye övülen işleri yapmaktır.

Sonuçta insanın değerini işlediği ameller, ortaya koyduğu davranışlar belirler.

“Allah (cc) sizin ne dış görünüşünüze ne de mallarınıza bakar. O sadece sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.” (Müslim, Birr/33)

 

d-Her amelin karşılığı vardır

Her amelin, yani insanın yaptığı işin daha bu dünyada mutlaka az veya çok, iyi veya kötü bir karşılığı olduğunu hatırlayalım. Ahiretteki karşılığı ise Allah (cc) belirleyecektir.

İnsanların işlediği hiç bir amel kaybolmaz. (Bkz: Câsiye 45/28-29. İsrâ 17/13-14. Kehf 18/47-49. İnfitar 82/10-11)         

İnsanın dünyada ve âhirette elde ettiği bütün sonuçlar, kendi amelinin, kendi yaptıklarının karşılığıdır. Bu sonuçlar ister sevindirici sonuçlar olsun, isterse üzücü olsun; farketmez.

Allah (cc) insana hak etmediği bir karşılığı vermediği gibi, kazanmadığı bir çileyi, cezayı da vermez.

İnsanın Allah’a kul olduğu bilinciyle yaptığı işler, ya da salih amel; onu mutluluğa, güzel ve hoş (tayyibe) bir hayata, ilâhí muştuya kavuşturur ve rızkını bollaştırır. Allah’ın rahmetinin ve sonsuz nimetlerinin yolunu açar. Ona kalp huzuru, görevini yapmanın sevincini, bereketli ve verimli bir yaşantı kazandırır.

Fâsid-seyyie (kötü) amellerin karşılığı ise şekâvet, yani huzursuzluk ve bedbahtlık, suçluluk psikolojisi, sıkıntılar, musibetler, darlıklar ve zorluklardır. Aç gözlülük, doymamışlık, alabildiğine bir mal biriktirme ve övünme yarışıdır.

Sonuçta herkesin yaptığı kendi kazancıdır.      

مَنْ عَمِلَ صَالِحًا فَلِنَفْسِه۪ وَمَنْ اَسَٓاءَ فَعَلَيْهَاۜ وَمَا رَبُّكَ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يدِ ﴿46﴾

“Kim sâlih bir amelde bulunursa, kendi nefsi lehinedir, kim de kötülük ederse, o da kendi aleyhinedir. Senin Rabbin, kullara zulmedici değildir.” (Fussilet 41/46. Ayrıca bkz: Saffât 37/39. Câsiye 45/15)

Kim zerre kadar hayır (sâlih bir amel) işlerse karşılığını hem bu dünyada hem de âhirette görür. Kim de en ufak bir kötülük (şer bir amel) işlerse onun karşılığını bu dünyada ve âhirette mutlaka alır. (Zilzâl 99/7-8)

 

e-Salih Amel Nedir?

‘Sâlih’ kelimesi ‘salah’ masdarının fail ismidir.

‘Salah’ sözlükte, fesadın (bozulmanın, bozuk olmanın) zıddıdır. Salah ve fesad çoğunlukla fiiller ve ameller konusunda birbirlerinin karşıtı olarak kullanılırlar.

Kur’an’da salah bazen fesadın zıddı, bazen de seyyie (günahın) zıddı olarak kabul edilmektedir. (R. El-Isfehâní, Müfredât, s: 419)

“Salah’; fesat kendinden gitti, sağlam oldu, düzeldi demektir. Bir şeyin faydalı veya uygun olduğunu ifade eder. (Heyet, Mu’cemu’l Vasít, İst. 1992, 1/520)

‘Sâlih’ görevini eksiksiz yerine getiren, doğru yolda olan, fesat içinde olmayan, faydalı ve yarayışlı demektir. Bu da imanın gereğini yapan mü’minlerin bir sıfatıdır.

Yine aynı kökten gelen ‘maslahat’, sulhün, sağlam ve faydalı olmanın getirdiği faydadır. (Heyet, M. Vasít, aynı yer)

Bir iş giderek insan ve topluma her bakımdan zarar veriyorsa o işin fıkıh dilindeki adı ‘mefsedet’tir. Mefsedetin zıddı ise ‘maslahat’tır. Ameller, yani insanların yaptıkları işler maslahat ve mefsedet çizgisinde değerlendirilir.

Din dilinde maslahat özelliği taşıyan bütün ameller güzeldir. İslâm, iman edenlerin onları yapmasını ya emrediyor, ya tavsiye ediyor, ya da yapılmasına izin veriyor.

Mefsedet özelliği taşıyan ameller ise kötüdür. İslâm onları ya yasaklıyor, ya da mü’minleri onlardan sakındıryor. 

Bir amelin iyi mi kötü mü, faydalı mı zararlı mı, yapılmamalı mı yapılmalı mı gibi konularda kesin hükmü insan aklı değil, ancak yanılmayan, şaşmayan, hata etmeyen, insanı bütün yönleriyle tanıyan, insanın yararını ondan daha fazla isteyen ve her şeyi bilen İlâhí Kudret verebilir.

Öyleyse o Yüce Kudret’in ‘sâlih amel, ma’ruf, hasene, birr, itaat, sevap’ diye nitelendirdiği bütün davranışlar insan için iyi ve faydalıdır.

‘Sû’í amel, fesat, münker, seyyie, isyan, günâh’ dediği işler de kötü ve zararlıdır.

Bir başka deyişle, Allah’ın razı olup karşılığında sevap söz verdiği ameller iyidir (sâlihdir), O’nun razı olmadığı ve karşılığında ceza sözü verdiği davranışlar kötü ve fâsit amellerdir.

Bütün ameller niyete göre şekillenir ve bir değer kazanır. Bir hadiste şöyle deniliyor:

“Şüphesiz ameller niyete göredir...”  (Müslim, İmâre/155 no: 1907. Ebu Dâvud, Talak/11 no: 2201.  Buhârí, B. Vahy/1. Tirmizí, F. Cihad/16. no: 1647, 4/179. Nesâí, Tahâret/60)

Salih amellerin özü de Allah’ın koyduğu ölçülere göre hareket etmek ve onları hayata hâkim kılmaktır. Bunlar da ibadetler ve güzel ahlâktır. 

Bir amelin ibadet yani sâlih amel olabilmesi için;

-Onun Şari’ tarafından emredilmesi veya tavsiye edilmesi gerekir.

-Onun Peygamber tarafından pratize edilmesi, ya da izin vermesi gerekir.

-Allah rızası için, sahih niyetle ifa edilmesi gerekir.

Kuran’da doksandan fazla âyette iman etmek ve sâlih amel işlemek beraber söz konusu edilmektedir. Bunun iki önemli sebebi olabilir:     

a-İman, ancak sâlih amelle tamamlanır. İmanı kuvvetlendiren, sağlamlaştıran ve koruyan sâlih ameldir. Sâlih amel olmadan imanın olgunlaşması da mümkün değildir.

b-İmanın gereği sâlih amel işlemektir. Çünkü iman etmek aynı zamanda, iyiyi, doğruyu, faydalıyı, düzgün olanı, fâsit olmayanı anlamak ve kabul etmektir. İman olgusunu tanıyan ve bunu kalbine yerleştiren mü’min, bu imanının bir sonucu olarak sâlih amel işler. 

Kur’an, işlerini sâlih amel işleyenlere ‘sâlihler’ demektedir.

Onlar, süphesiz ki imanın gereğini yaptıkları için dünyada mutluluğa, tayyibe bir hayata kavuşurlar. 

Âhirette ise Adn cennetine girmek gibi üstün bir makamı kazanırlar.

جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا وَمَنْ صَلَحَ مِنْ اٰبَٓائِهِمْ وَاَزْوَاجِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَالْمَلٰٓئِكَةُ يَدْخُلُونَ عَلَيْهِمْ مِنْ كُلِّ بَابٍۚ ﴿23﴾ سَلَامٌ عَلَيْكُمْ بِمَا صَبَرْتُمْ فَنِعْمَ عُقْبَى الدَّارِۜ ﴿24﴾

“Onlar Adn cennetlerine girerler. Babalarından, eşlerinden ve soylarından ‘salih davranışlarda’ bulunanlar da (oraya girerler.) Melekler her bir kapıdan girip onlara şöyle derler:

Sabrettiğinize karşılık selâm size. (Dünya) yurdun(un) sonu ne güzel.” (Ra’d 13/23-24)

Sâlih amellerin dünyada ve âhirette karşılığı ise, insanın hesap edemeyeceği kadar çoktur. (Sebe’ 34/37. Kasas 28/84. Ankebût 29/7. Hacc 22/56)

İman ettikten sonra sâlih amel işleyen kimseler şüphesiz ki yaratıkların en hayırlılarıdır. (Beyyine 98/7)

Bu hayırlı insanlardan olma müjdesini alan müslüman sevinmez mi, mutlu olmaz mı?

Rabbine kavuşmak isteyen, O’na yakın olmak, ya da O’nun sevgisine kavuşmak isteyen işlerini sâlih yapmak zorundadırlar.

قُلْ اِنَّمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى اِلَيَّ اَنَّمَٓا اِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَٓاءَ رَبِّه۪ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّه۪ٓ اَحَدًا ﴿110﴾

“De ki: ‘Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim, yalnızca bana sizin ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyediliyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık sâlih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın.” (Kehf 18/110)

Davranışlarını ıslah ederek zararlı hareketlerden uzaklaşanlar, görevlerini gönül huzuruyla yerine getirenler de şüphesiz ki rahat ederler, mutluluğa ulaşırlar, kendi içlerinde diri bir bilince kavuşurlar.

Allah (cc) kullarının sâlih amel işleyerek dünyada da güzel bir hayat yaşamalarını, âhirette ise sonsuz kurtuluşu kazanmalarını ister. Bunu sağlamak için de insanların en ‘sâlihi’ olan peygamberleri elçi olarak göndermiştir.  (Âli İmran 3/46)

Yeryüzünün ıslahı, yani bir anlamda huzuru, barışı ve insanca yaşama ortamı; sağlam bir kişi ve toplum düzeninin kurulması ile mümkün olabilir.

İnsanoğlu ilâhî ilkelere rağmen henüz böyle ideal bir toplum düzeni kuramadı.

Kişiler ve toplumlar ilâhí iradeye teslim olup, takva bilinci ile hareket ederek bütün işlerini ‘sâlih amel’ haline getirirlerse; işte o zaman ideal huzur toplumu kurulur.

Bu da dünyadaki ‘tayyibe hayat’tan başka bir şey değildir.

 

f-Sâlih amel işlemenin sonuçları ve tayyibe hayat:

Yaratıcı (cc), insanların sâlih amel işlemelerini istiyor.

Çünkü sâlih amel onlara güzel bir hayat, huzurlu bir yaşantı ve ebedí kurtuluş kazandıracaktır.

Kişi sâlih ameli de ancak Allah’ın ölçülerine uymakla işleyebilirler. Nefsinin hevâsını  ölçü kabul edenler fâsit (zararlı ve kötü) amellere yönelirler. Bunun sonucunda da karada ve denizde, bir başka deyişle insan ve toplum bünyesinde ‘fesat-kötülük’, huzursuzluk meydana gelir.

Yeryüzünde sulhün (barışın), salahın (en iyi durumun) olabilmesi için, insanların ‘maslahat’ olan işleri tercih edip, sâlih amel işlemeleri; yani niyetlerini, amellerini ilâhî ölçülerle ‘ıslah’ etmeleri gerekir.

Sâlih amel işleyenleri, yani faydalı ve güzel davranışta bulunanları hem Allah sever, hem de insanlar sever.

“İman edenler ve sâlih amellerde bulunanlar ise; Rahman (Olan Allah) onlar için bir sevgi kılacaktır.” (Meryem 19/96)

Ebu Hureyre’nin rivâyetine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah (cc) bir kulu sevdimi Cebrail’e (as); “Allah falanı seviyor, onu sen de sev” diye seslenir. Onu Cebrail de sever. Sonra da o, gök ehline; “Allah falanı seviyor, siz de onu sevin” diye seslenir. Derken bütün gök ehli de onu sevmeye başlar. Sonra onun işin yer (halkı arasında güzel bir itibar) nasip edilir.” (Buharí, Tevhid/33, Edeb/41. Müslim, Birr/157. Tirmizí, Tefsir-Meryem, (3160))

İnsan üzerine aldığı bir görevi, bir sorumluluğu yerine getirdiği zaman, bir adağını ifa ettiği zaman, söz verdiği sözünün gereğini yaptığı zaman iç dünyası rahat eder; ardından da mutlu olur, huzur duyar.

Müslüman bunu en fazla üzerine vecibe olan bütün kulluk görevlerini yerine getirdiği zaman hisseder. Bir müslümana namazın verdiği huzuru,

Ramazanı iman ederek ve değerlendirerek geçirmenin verdiği mutluluğu,

zorluğuna rağmen hac görevini yapmanın sevincini,

infak ettikten sonra duyduğu huzuru,

bir garibana yardım ettiği zaman,

hangisi olursa olsun borcunu ödediği zaman,

yürekten dua ederek Rabbine iltica ettiği zaman,

çocuğuna baktığı ve sâlih evlat olarak yetiştirdiği vakit iç dünyasındaki rahatlığı hiç bir şeyde bulamaz.

Öyleyse hayatından, her şeyden, olumsuzluklardan şikayet eden, strese ve depresyona düşmeden önce veya düştükten sonra kulluk görevlerini yapması gerekir. Bu tür hastalıkların ilaçlarından birisi de budur.

Zaten bir müslüman için hayatı anlamlı hale getiren ve kişiye iki dünya saadeti kazandıran yegâne yol, dini yalnızca Allah’a has kılıp, onu hayata uygulamaktır.

Bunu yapmayanlar İslâmın insan hayatında öngürdüğü güzelliklere ve tayyibe hayata ulaşamazlar.

 

3-Kalbin gıdasını vermek

Bedenin ihtiyaçları belli. Sağlığı için yapılması gerekenler de belli.

Ya kalpler. Kalplerde bir şeye ihtiyaç duyar mı? Acaba kalplerin gıdası nedir?

Kalp hakkında çok şey söylenebilir ama özellikle şu hadisi hatırlamakta fayda var:

“...Şunu da bilin ki, insan vücudunda bir et parçası vardır. O düzgün olursa bütün beden düzelir; o bozuk olursa bütün beden bozulur; azalar ona tabidir. Dikkat edin o et parçası kalptir.” (Buhârî, İman/39 no: 52. Müslim, Musâkât/107 (20) no: 4094)

Kalbi ifsat etmemek, onu diri ve sağlıklı tutmak bedenin sağlığı ile de ilgilidir.

Kalbi düzeltmek onun gıdasını vermekle sağlanır.

Onu doyuran en iyi gıda zikirdir. Bu açıdan zikir ruh sağlığının en tesirli ilacıdır. 

اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللّٰهِۜ اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُۜ ﴿28﴾ اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ طُوبٰى لَهُمْ وَحُسْنُ مَاٰبٍ ﴿29﴾

Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.

İman edip sâlih amel işleyenlere ne mutlu! Varılacak güzel yurt da onlar içindir.” (Ra’d 13/28-39)

Unutmamak gerekir ki buradaki zikir iman etmeyi, takvalı davranmayı, iyi niyetli olmayı, muhabbetullahı, mehâfetullahı, haşyetullahı, âhiret endişesini, ihlası ve samimiyeti, tevbeyi, inabeyi, yani bütün kalp amellerini kapsar.

Âyetin hükmü kesin: Kalpler zikir hariç hiç bir şeyle tatmin olmaz, doymaz, huzura ermez. Mal, servet, eşyalar, lüks hayat, envai çeşit yiyecekler, eğlenceler, gezmeler, tozmalar, makamlar, ünvanlar, şöhret ve isim yapmalar, iktidar veya maddi güçler, en yeni en pahalı eşyalar; ama hiç biri kalbin aradığı gıda değildir.

Bunların bir kısmı hayatı devam ettirebilmenin malzemeleridir. Kalp, bir anlamda nefis, yani insan bunlarla mutmain olmaz, “sekine”ye (gerçek iç huzura veya dengeye) ulaşamaz.

İfsat olmuş bir kalbe sahip bedenin sâlih amel işlemesi mümkün olmadığı gibi, gerçek huzur ve mutluluğu yakalaması da zordur.

Hasan-ı Basrî’nin şöyle dediği rivayet ediliyor: “Kalpler altı şeyden dolayı ifsat olur:

1-Tövbe ederim ümidiyle günah işlemek.

2-İlim öğrenip, gereğince amel etmemek.

3-İbadet ve davranışlarda samimi (ihlâslı) olmamak.

4-Allâh’ın verdiği nimetlerden yararlanıp, şükretmemek.

5-Allâh’ın yarattıkları arasında paylaştırdığı rızka râzı olmamak.

6-Ölüleri defnedip, onlardan ibret almamak.” (http://www.ilkadimdergisi.net/yazi/kalbi-muhafaza-veya-kalb-i-selime-sahip-olmak-380.html)

(Bunlara elbette başka sebepler de eklenebilir. Bunların bir kısmını birinci bölümde arzetmiştik)

 

4-Muhsin (ihsan sahibi) olmak

‘Hasene’ kelimesinden türeyen ihsan; bütün güzellikleri ve rağbet edilen şeyleri ifade eder.

İhsan aynı zamanda güzellik, uygunluk, güzel olan şeyi en güzel şekilde yapmak demektir. Güzel ahlâk ilkelerindendir.

İhsan ahlâkının iki yönü vardır:

Birincisi; iyilik etmek, yardımcı olmak, nimet kazandırmak ve bu gibi işleri güzellikle yapmak, ya da yaptığı her işi güzel yapmak;

İkincisi; Amelde ihsan, yani bir şeyi güzel bir bilgi ile bilmek ve bir şeyi güzel bir amelle yapmak. Cibril hadisinde buna işaret ediliyor. Peygamber “ihsan nedir” sorusuna; “Allah’a O’nu görüyormuşcasına ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan bile O seni görüyor.” (513 (513) Buharî, İman/37. Müslim, İman/1 no: 8. Tirmizí, İman/14 no: 2738. Ebu Davûd, Sünne/16 no: 4695. İbnu Mâce, Mukaddime/9 no: 63, 64. Nesâí, İman/6)

İhsan duygusu sorumluluk bilincidir, takva şuurudur. Bu duygu mü’mine yaptığı her işi dikkatli yapmaya sevkeder.

Doğru yoldan ayrılmamak;

Hikaye bu ya; “Aylaklıktan, başıboşluktan usanan, bunun çıkar yol olmadığını anlayıp doğru yola gelmeye karar veren mirasyedi bir adam, ülkesinin kralına çıkıp, doğruluktan ayrılmadan, dürüstçe yaşamak için kendisine bir yol göstermesini istedi. Kral adama ağzına kadar dolu bir fıçı zeytinyağı verdi. Bunu tek bir damla bile dökmeden şehrin bir ucundan öbür ucuna götürmesini, bir damla dahi döktüğü takdirde hemen orada boynunun vurulacağını söyledi. Yanına da kontrol için yalın kılıç iki gözcü verdi.

Adam fıçıyı kralın buyruğuna uygun şekilde, bütün gücünü, dikkat ve zekâsını kullanarak bir damla bile dökmeden şehrin bir başından öbürüne götürdü. Sonra geri dönüp kralın huzuruna yeniden çıktı. Verilen görevi eksiksiz yerine getirdiğini söyledi. Kral adama sordu:

-Şehirde ne gördün, neye şahit oldun?

O gün sehirde pazar kurulduğu, her yanın iğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalık olduğu bir gündü. Buna rağmen adam şu cevabı verdi:

- Efendimiz, ucunda can kaygısı da bulunduğundan fıçıdaki yağı dökmemek için öylesine bir dikkat içindeydim ki, bir an bile gözümü fıçıdan ayırıp çevreye bakamadım. Bu nedenle ne kimseyi gördüm, ne de bir olaya şâhit oldum

Kral bu dersten sonra gönül rahatlığı ile tavsiyesini yaptı:
- İşte, yaptığın her işte, sana verilen her vazifede böyle dikkatli olur, kendini işine

verirsen, Allah'ın her an seni kontrol ettiğini de aklından çıkarmazsan, hiç bir zaman doğru yoldan ayrılmazsın.”  

Eğer insanlar hep ihsan üzere olurlarsa, yani hep güzel işler yaparlar, davranışlarını ‘ihsan’ üzere gösterirler, başkalarına güzel muamelede bulunurlar ve sürekli iyilik ederlerse; bunun karşılığı olarak ‘ihsan’ görürler.

Kendilerine de güzellikle muamele edilir. Onların da başkalarından güzel davranış beklemeye hakları olur.

Bu da insana tayyibe (mutlu) bir hayat kazandırır.

İhsan ihsan etmek ve adaletli olmak birbirine yakın iki önemli ahlâkí erdemdir. Ancak ihsan ahlâkı adaletli olmaktan daha kapsamlı bir ahlâktır.

Adalet, herkesin hakkını vermek, dengeli davranmak ve kimseye haksızlık etmemektir. İhsan ise başkalarına adaletten daha fazlasını vermek, onlara daha güzeli ile karşılık vermek, daha fazla iyilikte bulunmak demektir.

İslâm mü’minlere adaletli davranmayı ve ihsanda bulunmayı emrediyor.  

اِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ وَا۪يتَٓائِ ذِي الْقُرْبٰى وَيَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِۚ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ ﴿90﴾

“Gerçek şu ki, Allah adaleti ve iyilik yapmayı (ihsanı), yakınlara karşı cömert olmayı emredip, utanç verici ve arsızca olanı, akıl ve sağduyuya aykırı olanı ve azgınlığı, taşkınlığı yasaklıyor. Ve size böyle (tekrar tekrar) öğüt veriyor ki; böylece (bütün bunları) belki aklınızda tutarsınız.” (Nahl 16/90)

Kur’an insanlara güzel davrananlara ve onlara sürekli maddi ve manevi iyilikte bulunanlara ‘muhsin’ diyor ve onları methediyor:

وَمَنْ اَحْسَنُ د۪ينًا مِمَّنْ اَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلّٰهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ وَاتَّبَعَ مِلَّةَ اِبْرٰه۪يمَ حَن۪يفًاۜ وَاتَّخَذَ اللّٰهُ اِبْرٰه۪يمَ خَل۪يلًا ﴿125﴾

 “Din yönünden iyilik edici (muhsin) olarak yüzünü Allah’a teslim edip dosdoğru İbrahim dinine tabi olan kimseden daha güzel olabilir? Allah, İbrahim’i dost edinmişti.” (Nisa 4/125)

Allah (cc), güzellik üreten, güzel davranan ve iyilikte bulunan ihsan sahibi muhsinleri  sever, onları kötülüklerden korur. Onlara hem dünya ve hem de âhirette bol bol iyilikler, bol bol karşılıklar verir. (Âli İmran 3/134, 148. Bekara 2/195. Mâide 5/13, 9. Rahman 55/60)

Dünya da verilen iyiliklerden biri de tayyibe bir hayat’a kavuşmak, huzur ve güven içinde yaşamaktır. (Bekara 2/195. Âli İmran 3/134, 147. Mâide 5/13, 93. A’raf 7/57. Tevbe 9/120. Ankebût 29/69)

Müslüman, insanlara güzellikle ‘ihsan ahlâkıyla’ davranır. Kendisine yapılan ‘ihsan’ları –iyilikleri-, gerek Allah’tan gelsin gerek kullardan gelsin- inkâr etmez, ihsana ihsanla karşılık verir.

Bu da onu mutlu eder. Daha güzel yaşamasını, insanlardan hep güzel karşılık ve iyilik görmesini sağlar.,

Muhsinler (ihsan sahipleri), bütün işlerini en güzel şekilde yapan kimselerdir. Onlar, çirkin, bayağı, kötü, zararlı ve faydasız amellerden, faaliyetlerden uzaktırlar. Onlar, insanlar içerisinde güzel davranışların, işleri güzel yapmanın sembolüdürler.

Bu da onlar için  huzurlu olmak; daha anlamlı, daha bereketli bir hayat yaşamaları manasına gelir.

وَمَنْ يُسْلِمْ وَجْهَهُٓ اِلَى اللّٰهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۜ وَاِلَى اللّٰهِ عَاقِبَةُ الْاُمُورِ ﴿22﴾

“Kim muhsin (ihsan edici) olarak yüzünü (kendini) Allah’a teslim ederse, artık o kopmayan bir kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu Allah’a varir.” (Lukman 31/22)

Sağlam bir kulpa yapışan, sırtını güçlü bir sahibe dayamış olur. Tereddütten, şüpheden, ne yapacağını bilememekten, öteye beriye savrulmaktan kurtulur. Yolunu, anlayışını, düşüncesini düzeltir; işini ıslah eder. Sarsılmaz, yıkılmaz, umutsuzluğa düşmez. Hayatın zorlukları karşısında bunalmaz, sıkıntıları aşacak iradeyi elde eder, zorluklara teslim olup çaresizliğe yenilmez.

Bu duygu da onun için hoş, temiz ve güzel  bir hayattır. Ona hedefi belli bir yaşantı sağlar. 

İnsan, takvaya yaklaştıkça ve ittika anlayışıyla yaşadıkça ‘ihsan’ derecesine ulaşır.  

اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الَّذ۪ينَ اتَّقَوْا وَالَّذ۪ينَ هُمْ مُحْسِنُونَ ﴿128﴾

“Şüphe yok ki Allah, ittika edenlerle (korkup sakınanlarla) ve muhsinlerle (iyi davrananlarla) beraberdir.” (Nahl 16/128. Ankebût 29/69)

Bir müslüman için Allah’ın kendisi ile beraber olmasından ve kendisini sevmesinden daha büyük bir mutluluk olabilir mi?

Böyle bir ümit içinde olan bir mü’min daha çok ihsan etmeye çalışmaz mı?

 

5-Kendi dumunu diğerleri ile kıyas etmek

Rasûlüllah (sav) şöyle buyurdu: “Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız. Bu, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hor görmemenize daha uygun bir davranıştır.” (Müslim, Zühd/9 no: 2963. Ayrıca bkz: Tirmizî, Kıyâme/59 no: 2515. Libâs/38. İbni Mâce, Zühd/9)

Buhârî’nin rivâyeti şöyledir:“Sizden biriniz mal ve yaratılış itibariyle kendisinden üstün olan kimseye bakarsa, ardından kendinden daha düşük derecede olana baksın.” (Buhârî, Rikak/30)

Bu hadisin sonunda şöyle bir ilave var: Avn b. Abdullah b. Utbe diyor ki: “Ben zenginlerle düşüp kalkıyordum.O zaman onlara benden daha heveslisi yoktu. Bir binek görsem benimkinden daha iyi zannederdim. Ne zaman bu hadisi duydum, fakirlikle arkadaşlık kurdum ve rahat ettim. (nak: Kütüb-i Sitte (ter.), 14/53)

İnsan dünyalıklar, makam, lüks hayat, yüksek gelir, yeni ve pahalı eşya açısından kendisinden daha üstün olanlara sürekli bakıp durursa; kendi elinde olanları küçümser, haline şükretmeyi unutur, “niye benim o kadar yok” diye hayıflanır, onlar gibi sahip olma hırsına kapılır, kafayı yer, belki onlara hased etmeye başlar.

Bu da şüphesiz huzursuzluktur, mutsuzluktur.

Özellikler kabiliyetler, nimetler ve sağlık açısından kendisinden daha kötü durumda olanlara bakan “benden de beteri varmış” diye teselli olur. Derdini gözünde büyütüp strese girmez ümitsiz olmaz.

Sosyal medyada dolaşan şu sözü hatırlayalım: “derdimi dinledim, derdimden iğrendim... onun derdini gördüm, derdime imrendim.”

Burada, şöyle güzel bir çift ayakkabı isteyen fakir adamın karikatürü hatırlanabilir.

Halinden şikayetçi olma, beterin beteri vardır.

Eldekine kanaat et. (Kanaat bir sonraki derste gelecek) Eldekinin şükrünü yerine getirmeye, huzur bulmaya çalış. 

Hüseyin K. Ece