İslâmı hayata hakim kılmanın önündeki engeller ve imanı hayat haline getirme hakkında dersler.

Hüseyin K. Ece

Aile Dersleri Şubat-Nisan 2011

Zaandam Ayasofya Camii

Üçüncü Ders

13 Mart 2011 Pazar

-Kaç çeşit dünya vardır?

Bizim dışımızda iki dünya bulunmaktadır:

Birincisi: İnsanın yalnızca et, kemik, kan olmadığı, ona ait kalp, ruh, akıl, hafıza ve benzeri özellikleri olduğu gibi; dünya da görünen yeryüzü değil, insan dışında görünmeyen cin, melek ve diğer varlıkların da bulunduğu bir dünyadır.

İkinci dünya ise, duyularımızın ilişkide olduğu hayattır. Yeme-içmeden tutun da, uyumaya, üremeye, sahip olma arzusuna, hırs ve arzulara kadar geniş bir duyular dünyası… Nefsin arzu ettiği ve oyalandığı, kişiyi asıl hedefinden, âhirete giden yolda şaşırtan dünya.

Bir başka deyişle, insanın imtihana tabi tutulduğu, kulluğunu yapabilme imkanı sağlayan geniş bir hayat.

İşte bu ‘dünya’, ‘ednâ’, yani yakın, diğer anlamıyla aşağı, iğreti, değersiz ve geçici bir dünyadır.

Allah’tan gelen vahye sırtını dönenler ve aklını kullanmayanlar işte bu ‘ednâ’ dünyayı tercih ederler, Ahireti ve oradaki ebedî hayatı unuturlar.

Said Nursî’ye göre “dünya hayatı”nın üç yüzü vardır:

Bunlardan birincisi; Allah’ın güzel isimlerine bakar. O isimlerin evrendeki nakışlarını görür, o isimlere aynalık yapar. Dünyanın bu yüzü güzeldir ve nefret değil, tam tersine aşk kaynağıdır.

Dünyanın ikinci yüzü âhirete bakar. Bu anlamda Ahiretin tarlasıdır, Cenneti kazanma yeridir. Bu yüz de nefret edilecek yüz değil, sevilmeye layık bir yüzdür.

Dünyanın üçüncü yüzü insanın hevâsına bakar. Gaflet perdesidir ve dünyayı çok sevenlerin hevâlarının arzu ettiği yüzüdür. Bu yüz çirkindir. Çünkü fânidir (geçicidir), yok olmaya mahkûmdur, üzüntü vericidir, aldatıcıdır. Bu nedenle, yüz çevirmek gerekir. (nak. Kütüb-ü Sitte (çev.), 7/248)

 

-Dünya hayatının anlamı

‘Dünya’ kavramından herkesin ne anladığına da bakmak gerekir.

İnsanlar onu, kendi meslek, arzu, istek, hedef ve gayelerine göre değerlendirirler. Herkesin kendine ait bir dünyası vardır.

Dünya, bir çiftçiye göre ekmek-biçmek,

bir ilim adamına göre ilim (bilgi) alanı,

bir âbide (çok ibadet edene) göre bir ibadet yeri,

bir sarhoşa göre içme ortamı,

nefsinin esiri olan bir kimseye göre de gönlünce eğlenme mekânıdır.

Kimileri onu geçici bir zaman olarak görür ve ona göre değerlendirir. Kimileri de hiç ölmeyecekmiş gibi ona sarılır, ölüm ve ötesini hesaba katmaz.

Bir çok Kur’an âyetinde ve bir çok hadiste ‘dünya hayatı’ ve ona olan tutkunluk yerilmekte, bazen de ‘dünya hayatı’ övülmektedir.

Aslında bu iki yargı arasında bir çelişki yoktur. Her iki kaynak da ‘dünya’yı, farklı ölçüde sevenlere göre değerlendiriyor.

Âhireti hesaba katıp güzel bir hayat yaşayanlar için ‘dünya’ övülmüş, sefihçe ve Âhireti hiç düşünmeden, nefsinin arzularına uyarak yaşayanlar, dünyayı Allah’a kulluk yapmaya tercih edenler için de yerilmiştir.

Kur’an ‘dünya’ ile âhiret arasında bir tercih olursa, elbette âhiretin tercih edilmesini emrediyor. Çünkü âhiret hayatı daha hayırlı ve daha kalıcıdır. (Duhâ 93/4)

‘Dünya hayatını âhirete tercih edenler, uzak bir sapıklığa düşerler. 

الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الآخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجاً أُوْلَـئِكَ فِي ضَلاَلٍ بَعِيدٍ {3}

“Dünya hayatını âhirete tercih edenler, (insanları) Allah yolundan çevirip onu eğri ve çelişkili göstermek isteyenler var ya, işte onlar derin bir sapıklık içindedirler.” (İbrahim 14/3)

Allah’ın hükümlerine kulak vermeyip, Ahireti unutanlar; dünyaya karşılık Ahireti satanlardır. Böyle bir alış-veriş hiç de kârlı değildir. (2/Bakara, 86)  

Müslümanlardan bazıları da âhiretlerini kazanmak için dünyalarını satarlar.

Kur’an, Allah yolunda cihad etmenin bu anlama geldiğini ve böylelerinin büyük bir sevaba kavuşacaklarını haber veriyor.

Allah yolunun şehitleri, bu çok kârlı alış-verişin canlı örneğidir.

فَلْيُقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللّهِ الَّذِينَ يَشْرُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا بِالآخِرَةِ وَمَن يُقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللّهِ فَيُقْتَلْ أَو يَغْلِبْ فَسَوْفَ نُؤْتِيهِ أَجْراً عَظِيماً {74}

“O hâlde, dünya hayatını ahiret hayatı karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse, biz ona büyük bir mükâfat vereceğiz.” (Nisâ 4/74)

 

-Herkes için dünya hayatı fânidir

Allah’tan başka her şey fânidir. Dünya hayatı da.

كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ {26} وَيَبْقَى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ {27} فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ {28}

“Yeryüzünde bulunan her şey fanidir. Ancak, yüce ve cömert olan Rabbinin varlığı bakidir. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?” (Rahman 55/26-28)

Galiba bu gerçeği bazen unutuyoruz. Ya meşguliyetlerimiz, takıntılarımız, hayatın hızlı akışı bir gün öleceğimizi bize unutturuyor.

Ölüm herkesin başında. Bunu herkes bilir. Ama beklemez. Ölümün başkasına gideceğine, kendine geleceğini unutur. Sonra dünya hayatıan öyle bir dalar ki, günler geçer, mevsimler, geçer, seneler geçer... Sonra ölüm ansızın gelir. Ölüm gelince de tehir edilmez.

 

“Neylersin ölüm herkesin başında.

Uyudun uyanamadın olacak.

Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?

Bir namazlık saltanatın olacak,

Taht misali o musalla taşında.” (C. Sıtkı Tarancı)

        Kur’an, muhatapları sürekli hatırlatıyor: Ölüm var. Ey Âdemoğlu, sen fanisin, bu hayatta ebedi değilsin, sen fânisin. Senin için bu dünya hayatı, yani ömrün –sana uzun gelse de- kısa bir andır. Unutma, aldanma, hazırlıksız yakalanma.

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiyâ 21/35)

“Onlar, kendi nefisleri(nin yaratılış incelikleri) hakkında hiç düşünmediler mi?

Hem Allah, gökler ile yeri ve ikisi arasındakileri ancak hak ve hikmete uygun olarak ve belirli bir süre için yaratmıştır.

Şüphesiz insanların birçoğu Rablerine kavuşacaklarını inkâr ediyorlar.” (Rûm 30/8)

“Dünya hayatının hâli, ancak gökten indirdiğimiz bir yağmurun hâli gibidir ki, insanların ve hayvanların yedikleri yeryüzü bitkileri onunla yetişip birbirine karışmıştır.

Nihayet yeryüzü (o bitkilerle) bütün zinet ve güzelliklerini alıp süslendiği ve sahipleri de onun üzerine (her türlü tasarrufa) kadir olduklarını sandıkları bir sırada, geceleyin veya güpegündüz ansızın ona emrimiz (afetimiz) geliverir de, bunları, sanki dün yerinde hiç yokmuş gibi, kökünden yolunmuş bir hâle getiririz.

İşte düşünen bir toplum için, âyetleri böyle ayrı ayrı açıklıyoruz.” (Yûnus 10/24)

“Onlara dünya hayatının örneğini ver: (Dünya hayatı), gökten indirdiğimiz yağmur gibidir ki, onun sebebiyle yeryüzünün bitkileri boy verip birbirine karışırlar.

Fakat bütün bu canlılık sonunda rüzgârın savurduğu kuru bir çer çöpe döner. Allah, her şey üzerinde kudret sahibidir.” (Kehf 18/45)

 

Şair dünya hayatını şöyle değerlendiriyor:

 

Bu Dünya Kimin Dünyası?

Yol üstünde biten çalı
Bu dünya kimin dünyası? 
Ak çiçekli ayva dalı
Bu dünya kimin dünyası?

 

Gediklerde esen poyraz,
Yaprakları dalda koymaz
Gözler doysa gönül doymaz
Bu dünya kimin dünyası?

 

Her gün eski her gün yeni
Tükenmez gidip geleni
Can evimden vurdu beni
Bu dünya kimin dünyası?

 

Kar yağar kaybolur izler
Her nakış bin bir sır gizler
Ufuklara dalan gözler
Bu dünya kimin dünyası?

 

Tüm nimetler talan talan..
Hızır bekler darda kalan.
Varı yalan, yoğu yalan
Bu dünya kimin dünyası?

 

Toprak basar kucağına
Güneş çeker sıcağına
Atar derdin ocağına...
Bu dünya kimin dünyası?” Abdurrahim Karakoç

 

Abdullah b. Ömer (ra) diyor ki: Resûlullah (sav) benim iki omuzumu tuttu ve: “Dünyada sanki bir garip veya bir yolcu gibi ol” buyurdu.

İbni Ömer (ra) şöyle derdi: “Akşama ulaştığında sabahı gözetme, sabaha kavuştuğunda da akşamı bekleme. Sağlıklı anlarında hastalık zamanın için, hayatın boyunca da ölümün için tedbir al.” (Buhârî, Rikak/3 no: 6416). Tirmizî, Zühd/25 no: 2333). Bir benzeri: İbni Mâce, Zühd/3 no: 4108)

Allah (cc), insanların içerisine dünya malına ve geçimliklerine karşı bir meyil, bir tutku koymuştur. Yaratılan bütün mal ve geçimlikler ‘dünya hayatının’ süsüdür. Onları kazanmaya çalışmak, onlara sahip olmak ve kullanmak suç değildir.

Kişide yeme içme, barınma ve giyinme ihtiyacı olduğu müddetçe; mala ve eşyaya olan arzu ve meyil bitmeyecektir. Bir de buna insanın aşırı ihtirasını ve başkalarına hükmetme arzusunu da eklersek, dünyalıklara karşı olan sevgi daha da anlaşılır olacaktır.

Allah’ın insanlar için yarattığı zinetleri (süsleri ve geçimlikleri) kimsenin yasaklamaya ve haram kılmaya hakkı yoktur. Ancak insan bu zinetleri helâl yoldan aramalı, harama harcamamalı, mal ile şımarmamalı, malı haksızlık aracı olarak kullanmamalı, mal ile meşgul olarak Allah’tan ve Ahirete hazırlanmaktan uzaklaşmamalı, üzerinde (zekât, sadaka ve nafaka gibi) hakkı olanların hakkını vermeli.

Peygamber (sav) dünyadan yüz çevirerek, devamlı ibadetle meşgul olup, kendisinin ve ailesinin ihtiyaçlarını bile karşılamayan sahabelerin tutumunu tenkit ettiği gibi, dünyalık ve mal sevgisini kalbe yerleştirip kulluk görevlerini ihmal edenleri de uyarmıştır. Mesela;

Peygamber (sav) Hicretten sonra Ensar ve Muhacirleri ikişer ikişer birbirlerine kardeş yapmış idi. Selman-ı Farisî (ra)’ ile de Ensar’dan Ebu’d-Derdâ’yı kardeş yaptı.

Bir gün Selman, kardeşi Ebu’d-Derdâ’nın evine uğradı. Kapıyı Ebu’d-derdâ’nın hanımı açtı, Fakat hali perişandı. Hz. Selman: “Nedir bu halin?” diye sordu. Ümmü’d-derdâ:

“-Kardeşin Ebu’d-Derda’nın dünyaya ile alakası kalmadı” dedi. Ebû’d-derdâ kendini ibadete vermiş, ailesini ve dünya işlerini ihmal ediyordu. Bunun üzerine Selman-ı Farisî ona şöyle dedi:

“-Kardeşim, Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır. Nefsinin de üzerinde hakkı var, âileninde hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver.”

Selman’ın (ra) bu sözleri Peygamber’e ulaştığında o da: “Selman doğru söylemiş” buyurdu. (Buhârî, Savm/51)

Buna benzer bir rivâyet de şöyle:

Allah Rasulü (sav) kendisini ibadete vererek dünyadan el etek çektiğini duyduğu Osman b. Maz’un’a şöyle dedi: 

“Bedeninin senin üzerinde hakkı vardır. Ailenin senin üzerinde hakkı vardır. Misafirinin senin üzerinde hakkı vardır. Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır…” (Ahmed b. Hanbel, 6/452. Ebu Dâvud, Tatavvu’/27.) 

Aynı şekilde peş peşe oruç tutan, geceleri de sürekli namaz kılan Abdullah b. Amr’a da şu uyarıyı yaptı: 

“Aman böyle yapma. Çünkü senin üzerinde gözünün hakkı var, nefsinin hakkı var, ailenin (eşinin) hakkı var.” (Müslim, Sıyam/186)

 ‘Dünya hayatı’ ve ahirete hazır olma arasında bir denge olmalıdır. İslâmın hoş görmediği ‘dünya hayatı’, insanı Allah’tan uzaklaştıran yaşama anlayışıdır. Mal, servet, makam ve mevki tutkusu, şöhret hastalığı, şehvetlere esir olma, lüks ve israf anlayışı, malla şımarma ve dünyalıklara köle olma akılsızlığıdır.

İslâmın insana tavsiye ttiği fakirlik değil, fakr’dır.

Hikmet ehlinden birine göre; “fakr”; dünyalıklara sahip olsan da onların sana sahip olmasına izin vermemendir.

Peygamber’in (sav) önemli özelliklerinden biri de fakr’dır. Ama o fakir (miskin) bir insan değildi. Yani o dünya malına meyledecek kadr mal düşkünü, geçim araçlarının karşısında kul gibi duran, dünyalık peşine gideceğim diye kulluk görevlerini unutan birisi değildi.

Yerilen  ‘dünya hayatı’; ona ait şeyleri ilâh haline getirme, mal peşine koşmaktan başka bir hedef tanımama, geçimlikleri kutsal hale getirmedir ve bu aldanmaktır, cahilliktir.

Çünkü insanın yaratılış amacı da bu değildir.

İslâm, her türlü meşrû çalışmayı övmüş, onu ibadet saymış ve insanın ancak çalışmasının karşılığını alabileceğini belirtmiştir.

 “İnsan için ancak çalıştığı vardır.

Şüphesiz onun çalışması ileride görülecektir.

Sonra da çalışmasının karşılığı kendisine tastamam verilecektir.” (Necm 53/39-41)

“Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlısını yememiştir” (Buhârî, Büyu’/15) diyerek el emeği ile geçinmeyi; yani çalışmayı teşvik etmiştir.

Buna karşın İslâm, insandaki fıtrî bir takım meyilleri inkâr etmemiş, insanın dünyalıklara karşı arzusunu baskı altına almamış, ancak bu arzunun dengelenmesini, nefsin isteklerinin kontrol altına alınmasını istemiştir. Bunun da yollarını ve prensiplerini açıklamıştır.

Peygamberimiz (sav), “Uhud dağı kadar altınım olsa onu üç günden fazla saklamazdım (insanlara sadaka olarak verirdim).” (Buharî, Zekât/4, 2/135. Müslim, Zekât/9, Hadis no: 94, 2/687) buyurarak dünya geçimliklerinin ne kadar değerli olabileceğini haber veriyor.

İnsanın dünya hayatını ise şu nefis benzetme ile değerlendiriyor:

“…Dünya (hayatı) ile benim ilgim, bir ağacın altında gölgelenip sonra da bırakıp giden yolcunun durumu gibidir.” (İbni Mâce, Zühd/3, no 4109. Tirmizî, Zühd/44, no: 2377)

Dünyalık için ne kadar üzülürsen o nispette ahiret sevgisi kalbden çıkar.

Ahiret için ne kadar üzülürsen, o nispette dünya sıkıntısı kalbden çıkar. Dünyada herkes misafirdir.

Yanındaki şeyler emanettir.

Misafirin gitmekten, emanetin ise geri alınmaktan başka çaresi yoktur.

 

4-Dünya malına çok değer vermek

İnsanı islâmî hayattan uzaklaştıran, kulluk görevlerini yapmaktan alıkoyan bir başka sebep de dünyalıklara hak ettiklerinden daha fazla değer vermektir. Bu hayatın merkezine onları koymaktır.

Halbuki eldeki servete kutsallık vermek, onları Allah’tan daha fazla sevmek, hayatın merkezine maddiyatı almak aldatıcı, yalan, sanal ve tehlikelidir.

Servet el kiri ise, kirin değeri ne kadar olur?

Servet, yani dünyalıklar bir araç ise; amaç yerine konulması ne kadar mantıklıdır?

Amaca gitmek varken, aracını sırtına alıp taşıyana kim ahmak demez ki?

Eskiler insan servet ilişkisini şuna benzetirlerdi: İnsan denizde yolculuk yapmak isteyen bir gemi gibidir. Gemi denizde yol alacak ve asıl hedefine, karşı kıyıya sağ salim varacak. Su o geminin dışında olursa onu yüzdürür. Ama aynı su geminin içinde olursa onu batırır.

Dünyada sahip olunan eşyalar ve zenginlikler de tıpkı gemiyi yüzdüren su gibidir.

Mal, servet, dünyalık sevgisi insanın kalbini doldurursa, o kalbin sahibini batırır. Onu  cimri, hasis, aç gözlü, zalim, hak yeyici, kibirli, şımarık, nankör yapar.

Böyle kişiler sahip olduklarıyla hem Allah’ın kullarına zulmederler, hem de kolaylıkla günah işlerler.

Hele böyleleri bir de âhirete, hesap ve kitaba inanmıyorlarsa; taşkınlıklarına, kibirlerine, haddi aşmalarına sınır yoktur.

Bunlar Allah’ın koyduğu hudutları/hükümleri tanımazlar. Servet ve maddi güç ile şımarır, servet sahibi olmanın gereğini yapmak yerine zenginlikle büyüklük taslarlar.

Bu haddi aşmanın sebebi mal ve servet aşkının kalbi işgal etmesi, zenginliğin kutsallık derecesine yükseltilmesidir. Yani suyun geminin içine dolmasıdır.

Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre, Peygamber (sav) şöyle buyurdu:

“Altın, gümüş, kumaş ve abaya kul olanlar helâk oldular. Eğer onlara istedikleri verilirse hoşnut olur, verilmezse hoşnut olmazlar.” (Buhârî, Rikak/10 no: 6435, Cihâd/70 no: 2886. Bir benzeri; İbni Mâce, Zühd/8 no: 4136)

Müslümanların da aynı belâya düşmeyeceğini kim garanti edebilir?

Profan ve seküler bir hayat anlayışının bütün dünyayı etkilediği ortamlarda iman edenler bu belâdan nasıl kurtulacaklar?

Suyun geminin içine dolmasına nasıl engel olacaklar?

Mal ve servet sevgisinden, bunca lüks ve satın alma yarışından, daha yenisine, en yenisine sahip olma tutkusundan nasıl uzakta kalacaklar?

Modern hayatın dayattığı tüketim çılgınlığına ne ile karşı koyacaklar?

Ya da kim tüketim yarışına katılmamayı başarabilecek?