İslâmı hayata hakim kılmanın önündeki engeller ve imanı hayat haline getirme hakkında dersler.

Hüseyin K. Ece

Aile Dersleri Şubat-Nisan 2011

Zaandam Ayasofya Camii

Yedinci Ders

17 Nisan 2011 Pazar

 

15-Bir kurtarıcı beklemek

İslamı hayata hakim kılmanın önündeki engellerden biri de “kurtarıcı” bekleme fikridir.

Bu daha çok bazı müslümanlarda olan bir saplantıdır.

Böyleleri iman edip sâlih amel işlemek, yani kul olarak görevlerini yapmak duruken, gaipten kurtarıcı, mehdi veya şefaatçi beklerler. Mehdi gelecek, küfrü yok edecek, her şeyi düzeltecek, İslâmî hâkimiyeti kuracak, dünyayı ıslah edecek. Böylece kendisi de ıslah olacak ve kurtulacak.

Kimileri de birine (bir şeyhe, bir üstada) bağlanmayı İslamın gereği gibi zannederler. O bağlandıyı kişinin bu dünyada kendisi ıslah edeceğini, nefis eğitimini sağlayacağını, ahirette de Allah’ın izniyle kendisine ael atacağını, yani kendisini kuratacağını hayal ederler.

Kulluk görevlerini elinden geldiği kadar yapmak yerine kendisi gibi zavallı bir beşerden medet umarlar.  

Bu konuda şu soruları sormak gerekir:

Bir insan kendisi gibi insan olan bir başkasını kurtarabilir mi?

Âhirette bir insanın/beşerin başka bir insana faydası olabilir mi?

Faydası olacağı zannedilen kişinin kendisini Hesap’tan kurtulacağının daha bu dünyada garantisi var mı?

Kim nasıl ve nereden bilebilir ki falanca kişi Kıyâmette kurtuldu/kurtulacak, hatta başkasını da kurtarabilir? İnsanların böyle bir gücü olur mu?

Hatırlamak gerekir ki İslâm inancında Allah’tan başka mutlak kurtarıcı yoktur.

Bu böyledir de bazıları âhirette birilerinin kendilerine medet edeceği, el atacağı, Hesab’ın zorluğundan kurtarıp, geçmesi çok zor Sırat köprüsünden sağ salim geçmesine yardımcı olacağını kabul ederler.

 Halbuki Kur’an’a göre insanı hesaptan kurtacak olan ve Cennete girmesini sağlayacak olan onun sağlam imanı, bu imanın gereği olan sâlih ameli, yani kulluk görevlerini az çok yapması ve sonunda Allah’ın af ve mağfireti, rahmet etmesidir.

Mehdi bekleyenler veya bir başka –adı ne olursa olsun- insanın kendisine kurtaracağını zannadenler İslâmı hayatlarına hakim kılmada ihmalkâr davranırlar, umutlarını bir hayale bağlarlar, görevlerini yapmak yerine, boş kuruntularla avunurlar.

Halbuki mehdi bir insan ise ve gelecekse, kendi işini yapacak. Bir başkasının kulluk görevlerini yapmayacak. Onun başkalarını kurtarma diye bir görevi de olmayacak.

Kurtarıcı zannedilen şeyhlerin, ğavsların, kutubların, üçler-yediler-kırklar gibi hayali şeylerin zaten hiç güçleri ve yetkileri yoktur.

Âhirete inanmayanlar belki mallarının, saltanatlarının, çocuklarının (soylarının) kendilerine bir üstünlük sağladığını, kurtulacaklarını, kendilerine bir şey olmayacağını düşünebilirler.  

وَقَالُوا لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ اِلَّٓا اَيَّامًا مَعْدُودَةًۜ قُلْ اَتَّخَذْتُمْ عِنْدَ اللّٰهِ عَهْدًا فَلَنْ يُخْلِفَ اللّٰهُ عَهْدَهُٓ اَمْ تَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ ﴿80﴾

“Onlar: Sayılı birkaç gün müstesna, bize ateş dokunmayacaktır, dediler.

De ki (onlara): Siz Allah katından bir söz mü aldınız -ki Allah sözünden caymaz-, yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (Bekara 2/80 Ayrıca bkz: Âli İmran 3/10, 116. Bir benzeri: Mücadile 58/17)

Gerçek böyle değil elbette. Belki dünyada böyle şeyler insanlara biraz hava, biraz kibir, az biraz zevk ve saltanat duygusu verebilir. Zira insan dünyada serbesttir. Ama sıra Hesab’a gelince iş başkalaşır.

Denilebilir ki, doğru, inkârcılara malları da, evlâtları da, soyları da, dostları da Hesap Günü hiç bir fayda sağlamaz. Zira onlar zaten Âhireti inkâr ediyorlar. Onlar Kur’an’ı da, Peygamber’i de, Kur’an’la amel eden âlimlerin rolünü de kabul etmiyorlar. İnkâr ettikleri şeyin elbette onlara bir faydası olmaz.

Ama müslümanlar başka. Onlar hem Peygamber’e iman ediyorlar, hem de ona ve onun izinden giden, onun davasını yaşatan âlimlere hürmet ediyorlar. Onların sevgisini ve yakınlığını kazanmaya çalışıyorlar.

Bu sevgi ve yakınlığın Âhirette bir karşılığı, bir faydası olabilir. Müslümanlar onların şefaatini (aracılığını) isteyebilirler. Onlar da Allah katında kendilerine şefaat (aracılık) edebilirler.

Masum gibi görünen bu iddia Kur’an tarafından reddediliyor. Pek çok âyette genel ve keskin ifadelerle Hesap Gününde kimsenin kimseye bir faydası dokunamayacağı, kimsenin kimseyi kurtaramayacağı vurgulanıyor.

يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّت۪ٓي اَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَاَنّ۪ي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَم۪ينَ ﴿47﴾ وَاتَّقُوا يَوْمًا لَا تَجْز۪ي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْـًٔا وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلَا يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ ﴿48﴾

“Ey İsrailoğulları!... Ve hiçbir insanın ötekine en ufak bir yararının dokunamayacağı, hiç kimseden şefaatin (aracılığın –torpil mi desem-) kabul edilmeyeceği, kimseden fidye alınmayacağı ve hiç kimsenin yardım görmeyeceği Gün(ün mutlaka gelip çatacağı) bilinciyle yaşasanıza!” (Bekara 2/47-48)

“Yani önünüzde sizi bekleyen Büyük Gün’ün dehşetinden sakının, tetikte olun, hazırlığınızı ona göre yapın. O gün öyle bir hesaba çekme olacak ki, takva sahipleri dışında, yani Allah’ın koyduğu ölçülerine uyanlardan başkası o hesaptan yüz akıyla çıkamayacak.”

O gün öyle bir gündür ki; kimse konumu, makamı ve mevki ne kadar önemli olursa olsun, kendisine veya başkasına bir fayda sağlayamaz, kurtulmak için fidye veremez. (Fâtır 35/18)

وَمَٓا اَدْرٰيكَ مَا يَوْمُ الدّ۪ينِۙ ﴿17﴾ ثُمَّ مَٓا اَدْرٰيكَ مَا يَوْمُ الدّ۪ينِۜ ﴿18﴾ يَوْمَ لَا تَمْلِكُ نَفْسٌ لِنَفْسٍ شَيْـًٔاۜ وَالْاَمْرُ يَوْمَئِذٍ لِلّٰهِ ﴿19﴾

Hesap Günü nedir bilir misin?

Ve bir kez daha: Hesap Günü nedir bilir misin?

Hiçbir insanın başka birine zerre fayda sağlayamayacağı bir Gün(dür o):

çünkü o Gün (açık seçik görülecektir ki) emir (söz, hâkimiyet) yalnız Allah'a aittir.” (İnfitâr 82/17-19)

Âyetlerin mesajları bu açık iken hâl âbazı müslümanların, kendileri gibi insanlardan medet ummaları anlaşılır şey değil.

İman ve salih amel yapmak dururken, birilerinin ortaya attığı bir iddianın ardından giderek, o dehşet gününde beşerden imdat beklemek, bu âyetleri anlamamak manasına gelmez mi?

Bu gerçek başka bir âyette infak bağlamında şöyle dile getiriliyor.

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لَا بَيْعٌ ف۪يهِ وَلَا خُلَّةٌ وَلَا شَفَاعَةٌۜ وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ ﴿254﴾

“Ey iman edenler! İçinde, ne bir alışverişin, ne bir dostluğun ve ne de bir şefaatin (aracılığın) bulunmadığı gün (kıyâmet günü) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan infâk edin (Allah için verin). Ve kâfirler, onlar zalimlerdir.” (Bekara 2/254)

Sanki şöyle deniliyor.  “Ey insan, seni Hesabın zorluğundan kurtaracak olan senin samimi imanın ve  Rabbinin katında makbul olacak amellerin/işlerindir. Hatta Allah’ın rahmeti olmazsa bunlar da seni kurtarmaya yetmez. Zira kulluk borcuna karşılık senin amellerin çok yetersiz kalır.”

Mehdi, şefaat ve kurtarıcı bekleme saplantısı, ümidi, ümniyyesi müslümanı âhirete hazırlamada oyalayabilir, İslâmı hayata hâkim kılmada ayak bağı, aldatıcı olabilir.

Kur’an açık bir şekilde Mahşer Günün (Kıyâmette) neyin fayda vereceğini söylüyor:

يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَۙ ﴿88﴾ اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَل۪يمٍۜ

O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selim (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” (Şuarâ 26/88-89)

Tıpkı Rabbine kalb-i selim ile gelen müstesna insan hz. İbrahim gibi. Saffât 37/81-84

Bize düşen hayelleri bir tarafa bırakıp Allah’ın huzuruna selim bir kalple gitmenin imkanlarını aramak, el açıp aczimizi itiraf ederek tıpkı Yûsuf (sa) gibi dua etmek ve duamıza layık, sâlihlerden, sâdıklardan ve müttakılerden olmaya çalışmaktır.

اَنْتَ وَلِيّ۪ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۚ تَوَفَّن۪ي مُسْلِمًا وَاَلْحِقْن۪ي بِالصَّالِح۪ينَ ﴿101﴾

“.... ente veliyyî, teveffeni müslimen ve elhıknî bi’s-sâlihîn - ...Ey Rabbim, Sen benim velimsin, beni müslüman olarak vefat ettir ve beni sâlih kullarının arasına kat.” (Yûsuf 12/101)

 

16-İslâmî hükümlerin zor olduğu iddiası

İslâmı hayata hakim kılmanın önündeki engellerden biri de bazıları kulluk yapmanın zor, meşekkatli, emek gerektiren şey olarak görülmesidir.

Bazıları İslâmdaki emirleri uygulamanın, ibadetleri yerine getirmenin, haram kılınan şeylerden kaçınmanın zor olduğunu iddia ederler.  Hatta bazı şartlarda, bazı ülkelerde ve ortamlarda bu daha da zordur derler.

Namazı, orucu, tesettürü/giyimi, faiz yasağını, zekât vermeyi, düğünleri, şer’i cezaları, İslâma uygun yönetimleri örnek verirler. Hatta bazıları modern hayatta bunların yerini tartışırlar.

Allah insanları fıtrat üzere yarattı. İslâm da fıtrat dinidir. Kişinin müslüman olması veya müslümanca yaşaması fıtratıyla buluşmasıdır. Ya da fıtratının gereğini yapmasıdır. İbadetten, İslâmi ölçüleri yaşamaktan uzak olanlar, isteyerek Allah’tan başkasına kulluk (kölelik) edenler fıtratlarına yabancılaşırlar.

Fıtratın sahibi, insan için hangi ölçülerin, hangi ilkelerin, hangi hükümlerin uygun olduğunu en iyi bilendir. İnsan dünyada nasıl yaşarsa; huzurlu, nasıl hareket ederse sâlih amel işlemiş olur, hangi işler, fiiller insan için zararlıdır, vebâldir; en iyi o bilir. Bu yüzden O insanın gücünün üstüne bir teklifte bulunmaz. (Bekara 2/286)

İslâmın emir ve yasakları, hüküm ve ölçüleri hem insanın kapatesine uygundur, hem de onun faydasınadır. Allah’ın emrettiği her şey insan için faydalı, haram kıldığı her şey insan için zararlıdır. Zaten o yüzden yasaktır.

Bazı ibdetlerin emek gerektirdiği doğrudur. Ama bu insan için imkansız bir şey değil, biraz faedakârlık ve sabır gerektiren bir şeydir.

İslâmî ölçülere uymakta gevşek, yavaş ve tembel davrananların bunların zor olduğunu ileri sürmeye hakları yoktur. Bu noktada nefsin, şeytanın ve çevrenin yanlış telkinlerine dikkat etmek gerekir.

Kaldı ki İslâmı hayata hakim kıldığı zaman elde edeceği ödül ve güzellikleri bilen müslüman, meşekkatli olsa da hiç bir ibadeti ihmal etmez, sevimli, lezzetli, çekici olsa da günahlardan kaçınmaya çalışır.

 

17-Zamana/topluma uymak

Yani çevreye, içinde bulunduğumuz şartlara uymak.

Bu “Allah ne der” diye düşünme yerine, ”insanlar/el-âlem ne der” endişesidir.

Bu anlayışta olanlar Allah’tan çok dış faktörlerden çekinirler, Allah’ın vereceği

karşılıktan çok çevrenin, yani insanların vereceği “aferin” ağır basar

Bunu ev döşemesinden, misafir ağırlamaya, düğünlerden bayram kutlamalarına, yeni yılı karşılamaktan yaş gününe kadar, eğlence ve oynamaktan giyime kadar, âdetlerden kişisel ilişkilere kadar hayatın her alanında görüyoruz.

Bunun adı zaman uymak değil. Çevreye, insanların tercihlerine, onların beğenilerine, günümüzde daha çok batıya (Avrupa’ya) uymaktır.

Tercihi bu olan, hayata ve değerlere bu açıdan bakan bir kimse elbette İslamı hayata uygulamada gevşek olur. Zira bazı çevrelerde İslâmî kurallara uymak çağdışı, gericilik, hatta hata sayılıyor.  

Kur’an şöyle diyor:

         أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ قِيلَ لَهُمْ كُفُّواْ أَيْدِيَكُمْ وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاةَ فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ إِذَا فَرِيقٌ مِّنْهُمْ يَخْشَوْنَ النَّاسَ كَخَشْيَةِ اللّهِ أَوْ أَشَدَّ خَشْيَةً وَقَالُواْ رَبَّنَا لِمَ كَتَبْتَ عَلَيْنَا الْقِتَالَ لَوْلا أَخَّرْتَنَا إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ قُلْ مَتَاعُ الدَّنْيَا قَلِيلٌ وَالآخِرَةُ خَيْرٌ لِّمَنِ اتَّقَى وَلاَ تُظْلَمُونَ فَتِيلاً {77}

“Daha önce kendilerine, “(savaşmaktan) ellerinizi çekin, namazı kılın, zekâtı verin” denilenleri görmedin mi? Üzerlerine savaş yazılınca, hemen içlerinden bir kısmı; insanlardan, Allah’tan korkar gibi, hatta daha çok korkarlar ve “Rabbimiz! Niçin bize savaş yazdın? Bizi yakın bir zamana kadar erteleseydin ya!” derler.

De ki: “Dünya geçimliği azdır. Âhiret, Allah’a karşı gelmekten sakınan kimse için daha hayırlıdır. Size kıl kadar haksızlık edilmez.” (Nisâ 4/77)

Burada Allah’tan korkma yerine, insanlardan korkup yanlış yapanların, İslâma uygun yaşamayanların, hakka teslim olmayanların tutumu kınanıyor.

Zamana/çevreye uymanın altında bir kaç neden vardır:

a-İslâmın bu çağın ihtiyaçlarına cevap vermediğini sanmak,

Müslüman olduğu halde dini yeterince bilmeyen, bu yüzden İslam hakkında, onun hasımları gibi düşünen bazıları İslamın bu zamanın ihtiyaçlarına, sorularına yeterince cevap veremediğini, bazı hükümlerinin tarihte kaldığını, geriye dönmenin ise mümkün olmadığını düşünürler. Modern veya batı tipi bir hayatta İslâma uygun yaşamanın artık imkansızlığını iddia ederler.

Bunlara modern dedikleri yaşama biçimi, batı tarzı hayat daha cazip, daha hoş, daha sevimli görünür.

O yüzden böyleleri müslüman olduklarını söyledikleri halde İslâmı hayatlarında görünür kılmak istemezler.

Bazı siyasla sistemler de kamu alanında İslâmın görünür olmasına izin vermezler. Bu sistemi benimseyenler de şüphesiz bu kurala seve seve uyarlar.

 

b-Kendine güvenememek/kişiliği gelişmemek, ya da aşağılık kompleksi,

Kimliği, kişiliği veya inancı hakkında endişesi olan, başkalarının yanında, ya da kendinden üstün gördüklerinin karşısında aşağılık kompleksine girer. Sonra da onlar gibi olmaya çalışır.

 

c-Dünyalık bir şeyler kapma niyeti,

Birileri kendinden üsütün, zengin, makam ve adam sahibi olduklarından dünyalık bir şey kapmak, bir çıkar sağlamak, ulûfe almak üzere yanaşır, yaltaklanır, onlar gibi olmaya çaba gösterir. Onların hoşuna gidecek şeyler yapmanın gayretinde olur.

Bu çaba içinde olanların İslâmı hayata uygulama diye bir derdi olmaz.

 

d-İnandığı değerlerden şüphe.

Kur’an bunu özellikle kendisi hakkında şüphede olanlara meydan okuyarak hatırlatıyor.

وَإِن كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِّمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُواْ بِسُورَةٍ مِّن مِّثْلِهِ وَادْعُواْ شُهَدَاءكُم مِّن دُونِ اللّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ {23} فَإِن لَّمْ تَفْعَلُواْ وَلَن تَفْعَلُواْ فَاتَّقُواْ النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ {24}

“Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an) hakkında şüphede iseniz, haydin onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin).

Eğer, yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- o hâlde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır.” (Bekara 2/23-24)

Halbuki imanda ve Allah’ın vadettikleri hususunda şüphe ve tereddüt, acaba sorusu olmaz. Allah’tan daha güzel hüküm, ölçü, ilke, prensip, kural koyabilir ki?

اَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَۜ وَمَنْ اَحْسَنُ مِنَ اللّٰهِ حُكْمًا لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ۟ ﴿50﴾

Onlar hâlâ cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kesin olarak inanacak bir toplum için, kimin hükmü Allah’ınkinden daha güzeldir?” (En’am 6/50. Ayrıca bak: Tin 95/8)

 

e-Onlardan olduğunu hissettirme

Bazıları, Kur’an’a göre yanlış yolda oldukları, bâtıla saplandıkları ve Allah’ın razı olmayacağı işlerle meşgul oldukları belli olan kimselere;

Kur’an’ın kâfir, müşrik, münafık dediklerine;

onları üstün, ileride, yüksek makamda, daha iyi, daha kalkınmış/ileri, daha modern, daha zengin zannederek yanaşırlar.

Onlardan yana olduklarını, onların dünya görüşünü benimsediklerini, onların izini takip ettiklerini hissettirmek isterler.

Onların yanında olmakla şeref (izzet) kazanacaklarını zannederler.

Kur’an bu sefil anlayışı şöyle anlatıyor:

الَّذِينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاء مِن دُونِ الْمُؤْمِنِينَ أَيَبْتَغُونَ عِندَهُمُ الْعِزَّةَ فَإِنَّ العِزَّةَ لِلّهِ جَمِيعاً {139}

“Onlar, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinen kimselerdir. Onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Hâlbuki bütün izzet ve şeref Allah’a aittir.” (Nisâ 4/139)

يَقُولُونَ لَئِن رَّجَعْنَا إِلَى الْمَدِينَةِ لَيُخْرِجَنَّ الْأَعَزُّ مِنْهَا الْأَذَلَّ وَلِلَّهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَا يَعْلَمُونَ {8}

“Onlar, “Andolsun, eğer Medine’ye dönersek, üstün (izzetli) olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır” diyorlardı. Hâlbuki asıl üstünlük (izzet), ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir. Fakat münafıklar (bunu) bilmezler.” (Munafikûn 63/8)

 

f-Çevrelere şirin görünme hastalığı

Bazıları da çevresine şirin görünme derdinde olur. Çevresi dindarsa, İslamı yaşıyorlarsa o da onlara uyar. Çevresinde İslamın izin vermediği şeyler adet, gelenek, toplumsal norm olmuşsa, burada Allah’ın ne dediğini, yaptığı zaman ne karşılık alacağını düşünmez, onlara uyar. Onun derdi çevrenin, toplumun kendisini takdir etmesidir.

Bu tavır Kur’an’a göre Allah’ın değil, insanların rıazsını isteyen iki dinli münafıkların tutumudur.  
يَحْلِفُونَ بِاللّهِ لَكُمْ لِيُرْضُوكُمْ وَاللّهُ وَرَسُولُهُ أَحَقُّ أَن يُرْضُوهُ إِن كَانُواْ مُؤْمِنِينَ {62}

“Sizi razı etmek için, Allah’a yemin ederler. Eğer gerçekten mü’min iseler (bilsinler ki), Allah ve Resûlü’nü razı etmeleri daha önceliklidir.” (Tevbe 9/62)

Mü’minler yapacakları işlerde her zaman Allah’ın rızasını isterler.

Allah’ın rızası da şüphesiz Kur’an’ın hükümlerini, ölçülerini, prensipleri samimiyetle hayata aktarmadadır.

Buna göre eylem ve davranışlarında Allah’ın rızasını değil, insanların beğenisini öncelemek, İslâmı hayata hakim kılmada ciddi bir engeldir.

 

-Hülâsa

İslâma göre dünya, âlem, kâinatın yaratılması ve ona tanın süre ve insan hayatı anlamsız, rastgele ve hedefsiz değildir. (Mü’minûn, 23/115)

Dünyada her bir varlığın bir görevi, bir fonksiyonu olduğuna göre, insanın da vazifeleri vardır. İnsanın görevini yapabilmesi, ya da yaratılış amacını gerçekleştirmesi için bir mekana, bir zamana ve araçlara ihtiyaç vardır. Bunlar; yeryüzü, ömür ve hayatı devam ettirmeye yarayan araçlardır.

İnsan bu yeryüzünde, bu hayatta Rabbine doğru sefer halindedir. Eninde sonunda O’na kavuşacaktır.

         يَا أَيُّهَا الْإِنسَانُ إِنَّكَ كَادِحٌ إِلَى رَبِّكَ كَدْحاً فَمُلَاقِيهِ {6}

“Ey insan! Şüphe yok ki sen Rabbine karşı çaba üstüne çaba göstermektesin; sonunda O'na varacaksın.” (İnşikâk 84/6)

Kur’an, ısrarla bu dünya hayatının biteceğini, insanın hayatının hesabını mutlaka vereceğini, zerre kadar iyiliğini de zerre kadar kötülüğünü göreceğini, cennet ve cehebnnemin var olduğunu yüksek sesle söyleyip insanı uyarıyor.

Bu hayatta Rabbe yakın olmaya çalışanlar, yarın O’na kavuşurlar. Ama insanın bunu istemesi ve bunun için çalışması, cehdetmesi gerekir.

قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَمَن كَانَ يَرْجُو لِقَاء رَبِّهِ فَلْيَعْمَلْ عَمَلاً صَالِحاً وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّهِ أَحَداً {110}‏

“De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. (Ne var ki) bana, ‘Sizin ilâh’ınız ancak bir tek ilâhtır” diye vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koşmasın.” (Kehf 18/110)

Âyette geçen sâlih ameli biz, kulluk görevi, ibadet, Allah’a karşı görevlerimiz, insanlık vazifelerimiz; ya da İslâmı hayata hâkim kılma çabası diyebiliriz.

Bunu yapabilenler pek çok müjde, ödül, ecir ve sevap yanında bir de şöyle tatlı, hoş ve çekici bir sonuç var:

يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ {27} ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً {28} فَادْخُلِي فِي عِبَادِي {29} وَادْخُلِي جَنَّتِي {30}‏

“Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (Fecr 89/27-30)

Elbette İslâmı hayata kılmanın önünde pek çok engel vardır. Hele modern zamanlarda ve özellikle müslümanları azınlıkta olduğu, bilhassa avrupa ülkelerinde yaşayan müslümanların önünde daha da fazladır.

Bu durumda olan müslümana düşen dininde, İslâmın şekillendirdiği kişiliğinde, müslüman kimliğinde zerre kadar şüphe etmeden, tereddüte düşmeden, Kur’an’ın ğavur dediği insanlara imrenmeden, onları taklid etmeden, her şartta ve ortamda İslâmın ölçülerine göre yaşamaktır. Allah’ın rızasını öncelemektir. Kulluk görevlerini yapmak, Allah’a hakkıyla şükretmek, ölüme/âhirete hazırlanmaktır.

Çünkü o bilir ki iki dünya mutluluğu ve kurtuluşu ancak İslâma imandan sonra onun ölçülerine uygun yaşamadadır.