Namazın ve abdestin rükünlerinin hikmetleri, hatırlattıkları, namazın islâmî hayatı inşa rolü, güzel ahlâka etkisi hakkında dersler.

Hüseyin K. Ece

Beytu’s-Selam-Duisburg

9 Ekim-11 Aralık 2011

ALTINCI DERS

20.11.2011

-Sübhâneke duası ve tefsiri

*Tebâreka, Teâlâ, Senâ, ilâh

-İstiâze ve önemi

-Besmele; iman ve hürmet ikrarı

-Kıraatın hikmeti

-Rukû’nun anlamı

-Rukû’ tesbihi

 

-Sübhâneke duası ve tefsiri

*Tebâreke, Teâlâ, Senâ, ilâh

-Tebareke’smuke ne demektir?

و تبارك اسمك  Senin ismin çok yücedir.

Tebareke kelimesi genellikle Teâla ile birlikte veya tek başına Allah’a ta’zim ve dua amacıyla söylenir.

Bunun aslı Arapçada’ki ‘bürûk’ kelimesidir. Bu da sözlükte; kişinin bir yerde durup bir işi yapamaya devam etmesi anlamına gelir.

‘Tefâul kalıbında -tebâreke’ kavram olarak, hayır, lütuf ve ihsanı her ölçünün üstünde olan, zatında ve sıfatlarında yüce ve münezzeh olan demektir.

Bazen ‘Tekaddese ve tenezzehe’ ile birlikte de kullanılır. Tekaddese; yaratılmışlık özelliklerinden uzak olan, tenezzehe ise, kusur ve ayıplardan uzak olan demektir.

Tebâreke ve tekaddese, tebâreke ve tenezzehe şeklinde Allah’ın isminden sonra birlikte kulllanılır.

Tebareke Kur’an’da dokuz ayette geçiyor. Bir örnek alalım.

 إِنَّ رَبَّكُمُ اللّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثاً وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِأَمْرِهِ أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ {54}

Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” (A’raf, 7/54. Bir benzeri; Mu’minun, 23/14. Ayrıca bak. Furkan, 25/1, 10, 62. Mü’min, 40/62. Zuhruf, 44/85.. Mülk 59/1)

Furkan ve Mülk sureleri Tebareke ile başlıyor.

 

تَبَارَكَ اسْمُ رَبِّكَ ذِي الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ {78}

İhtişam sahibi ve kerim Rabbinin ismi ne yücedir!” (Rahman 55/78)

Yedi âyette بَارَكْنَا fiil halinde geliyor. Bu, bereketin kaynağının Allah olduğuna işaret etmektedir. (A’raf, 7/139. İsra, 17/1. Enbiya, 21/71, 81. Sebe’, 34/18. Saffat, 37/113. Fussilet, 43/10)

Allah’ın bereketli kıldığı şey mübarektir. Bu onun hem bereketli, hem de değerli ve yüce oluşunu ifade eder.

Mübarek kelimesi de Kur’an’da 11 âyette geçiyor.  Mesela, Kur’an mübarektir (En’am, 6/92, 155. Sad, 38/29), Kabe mübarektir (Âli İmran, 96), İsa (as) mübarektir (Meryem, 19/31), Nuh’un kurtuluş gemisinden inişi mübarektir (Mü’minun, 23/29), Allah’tan gelen dirilik selâmı mübarektir (Nur, 24/61), Kur’an’ın indiği gece mübarektir (Duhan, 44/3), yağmur mübarektir (Kaf, 50/9).

 

-Teâla ne demektir

وتعالى جدك Senin azametin yücedir.

Sözlükte yükselmek, bie şeyin üstünde bulunmak, şeref ve kudret sahibi olmak anlamındaki ulüv (alâ) kökünden gelir.

‘Cedde’ ise sözlükte pek çok anlama gelmekte birlikte konumuz açısından, büyük olmak, yüce olmak demektir. 

Kur’an’da bir ayette geçmektedir.

وَأَنَّهُ تَعَالَى جَدُّ رَبِّنَا مَا اتَّخَذَ صَاحِبَةً وَلَا وَلَداً {3} (Cinn, 3)

çünkü (biliriz ki) Rabbimizin şanı yücedir: O, kendisine ne bir eş, ne de bir erkek çocuk edinmiştir!”

Tefâul kalbıyle ‘teâla’, daha ziyade Allah lafzının geçtiği yerlerde ta’zim amacıyla kullanılır. Bu da şan, şeref ve hükümranlığı yüce olsun demektir. Bu aslında, kendi konumunun üstünde başka bir konumun olmamasıdır. Bunun zıddı, aşağıda olan anlamındaki süfül (süfla)dür.

Teâlâ bir başka açıdan Allah’ın yüceliğinin yeterince anlaşılıp ifade edilemeyeceğini de anlatır. Allah çok yücedir, adı , şanı, hakimiyeti çok çok ulvidir, çok çok yüksektir. Ancak hiç bir dil, hiç bir kelime O’nun yüceliğini iafede edemez. Tam anlamıyla dile getiremez.

O (cc) muteâl bir varlıktır.0

Bu kelime Kur’a’da tamamı Mekkî olan ondört sûrede geçmektedir. Bu ayetlerde yer alış biçimi, Allah’a şirk (ortak), endad (eş) koşma, evlat isnad etme gibi şirk inancını redde yöneliktir.

Teâlâ, Allah’a ta’zimi ifade ettiği gibi, manasında tenzihi de barındırır. Yani O, her türlü şerikten, ortağı olmaktan çok çok yücedir, münazzehtir. Onun için Rabbizin adını anarken Allah Teâla deriz.

Yedi âyette sübhâne ve tebâreke birlikte kullanılıyor. Bunlardaki vurgu, Allah’ın noksanlıklardan ve acizlikten uzak, yüce ve üstünlüğünedir.

وَجَعَلُواْ لِلّهِ شُرَكَاء الْجِنَّ وَخَلَقَهُمْ وَخَرَقُواْ لَهُ بَنِينَ وَبَنَاتٍ بِغَيْرِ عِلْمٍ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يَصِفُونَ {100}

“Ama bazıları bütün görünmez varlık türlerine, Allahın yanında (Ona denk) bir yer yakıştırmaya başladılar, halbuki onları(n tümünü) yaratan Odur; ve cehaletleri yüzünden Ona oğullar ve kızlar isnat ettiler! O, sonsuz ihtişam sahibidir ve insanların her türlü tasavvur ve tahayyülünü aşan bir yüceliğe sahiptir:” (En’am, 6/100)

Burada Allah’a mecazen yükseklik izafe edildiği ve O’nun noksanlıklardan tenzihinin yüksekliğe benzetildiği kabul edilmektedir. Zira aşağıya atılan kirli şeylerin yücelere ulaşması söz konusu değildir. (DİA, 40/206)

Âyet Allah’ın müşriklerin eş koştuğu adi değersiz, insan eliyle yapılan eşyalar gibi şeylere denk olamaz diyor. Allah’ın makamı bu gibi süfli şeylerden çok çok yücedir.

Musa (as) zamanındaki firavun, ve sonradan gelen bütün firavunlar kendilerinin üstün, yüce, daha şerefli olduklarını iddia ederler.

فَقَالَ أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى {24} (Naziat, 79/24)

Buna karşın Allah (cc) mü’minlere, Rablerini tesbih edip O’nu yüce tanımalarını emrediyor.

سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ الْأَعْلَى {1} الَّذِي خَلَقَ فَسَوَّى {2} (A’la, 87/1-2)

Çünkü O zaten yücedir, uludur.

وَمَا لِأَحَدٍ عِندَهُ مِن نِّعْمَةٍ تُجْزَى {19} إِلَّا ابْتِغَاء وَجْهِ رَبِّهِ الْأَعْلَى {20}  (Leyl, 92/19-20)

Teâlâ kelimesi hadislerde de genellikle tazim, dua ve niyaz başlamında gelmektedir. “Ve teâla ceddüke” cümlesi ‘azametin yücedir’ anlamına gelir. Peygamber’in (sav) Hz. Hasan’a namazda okuması için öğrettiği duada ‘teâleyte/sen yücesin’ sözü yer almaktadır. (Ebu Davud, salat/119, 120, Vitr/5. Nesâî, İftitah/17)

Namazdan sonraki selâm; “Allahümme ente’s-selâmu ve ninke’s-selâm tebârekte  ve teâleyte ya ze’l-celâli ve’l-ikrâm” şeklinde de okunabilir.

 

-ve Celle senâuk ne demektir

و جل ثناءك Senin övgün her şeyden yücedir.  

‘Celle’, sözlükte “büyük ve yüce oldu” demektir. Allah’ın adıyla birlikte

söylendiği yerlerde “Allah’ın azameti yüce ve ulu oldu” anlamında kullanılır.

Senâ; övgü, medih demektir. Aslı ‘esnâ’ filidir ki, Methetmek, övmek,

teşekkür etmek gibi anlamları vardır.

Sena, övgü anlamıyla Kur’an’da yer alamamakla birlikte hadislerde

geçmektedir.

Hz. Ali (ra) anlatıyor: "Resûlullah (sav) vitrinin sonunda şunu okurdu: "Allahım! Senin gadabından rızana sığınırım, cezandan affına sığınırım. Senden sana sığınırım. Sana (layık olduğun) senâ’yı saymaya gücüm yetmez. Sen, kendini senâ ettiğin gibisin." (Ebu Davud, Salat/340, no: 1427. Tirmizî, Da'avat/123, no: 3561. Nesâî, Kıyamu'l-Leyl/51)

Ebu Davud'un bir diğer rivâyetinde şöyle gelmiştir:  

"Allah'ım! Kalplerimizi birleştir, aramızdaki geçimsizliği duzelt. Bizi selamet yollarına sevket, zulumattan nura kavuştur. Bizi, çirkinliklerin açık ve gizli olanlarından uzak tut. Kulaklarımızı, gözlerimizi, kalplerimizi, zevcelerimizi ve çocuklarımızı hakkımızda mübarek ve hayırlı kıl. Tevbelerimizi kabul et, sen rahimsin, tevbeleri kabul edersin. Bizleri verdiğin nimetlere şâkir, onlarla senâ edici, onları kabul edici kıl, onları (Ahirette de nasib ederek) hakkımızda tamamla."

Celle celâluhu (azamat sahibi, kadru kıymeti en yüce olan), celle şânuhu

(şanı yüce olan), azze ve celle (daima galip, izzet ve azamet sahibi olan), celle ve alâ (azametli ve yüce olan) gibi ifadeler de Allah’ın azametini ve şanının büyüklüğünü anlatırlar.

Mü’minler, Allah’a tazimlerinden dolayı O’nun adı anıldığı zaman bu sözlerden birini veya bir kaçını söylerler.

 

-vela ilahe ğayruke ne demektir

ولااله غيرك ve Senden başka tanrı yoktur.

Bu tıpkı "La ilahe illah" demek gibidir. Allah’tan başka tanrı yoktur.

Sübhanekede kul doğrudan Allah’a hitap ettiği için, tesbihin sonunda Senden başka tanrı yoktur der.

İlahın sözlük anlamı; kulluk edilen, mabut haline getirilen, yönelinen, alışılan, düşkün olunan demektir.

Kavram olarak; kendisine ibadet edilen, ma’but sayılan her şey, her şeyden çok sevilen, tazim edilen kutsal varlık anlamında kullanılmaktadır. Türkçede bunu ‘tanrı’ kelimesi ile karşılarız.

İnsanoğlu her zaman bir ilâha inanma, sığınma ve ondan yardım istemeye muhtaçtır.  Çevresinde olayları bir gücün yaptığına inanır. Bunlara benzer daha bir çok sebepten dolayı insan sığınacak bir melce (bir kucak) arar.

Peygamberlerin anlattığı Allah inancından uzak topluluklar ve insanlar, yaratılışlarında ve pratik hayatlarındaki ‘bir ilâha bağlanma’ ihtiyacını başka şekillerde giderirler. Tarihte ve günümüzde dinsiz insan olmadığı gibi, ‘ilâhsız’ insan da yoktur.

Kimileri, hiç bir tanrıya inanmadığını söylese bile onun içerisinde, sığındığı, bağlandığı, yardım istediği, her şeyden çok sevdiği, her şeyden çok büyük saydığı bir ‘şey’ mutlaka vardır.

İşte o ‘şey’ onu için bir tanrıdır.

Kur’an-ı Kerim çok ilginç bir örnek veriyor:

Bir takım insanlar kendi görüşlerini, kendi isteklerini, kendi emirlerini en üstün ve doğru görürler, ‘kendi keyflerine/hevalarına’ uyarlar. Hevalarından başka kutsal ve görüşlerinden üstün güç ve doğru kabul etmezler.  

“Gördün mü o kendi hevasını (istek ve arzularını) ilâh-tanrı edinen kimseyi. Şimdi onun üzerine sen mi bekçi olacaksın.” (Furkan, 25/43)

İlâh zannedilen şey, insan üzerinde var sayılan ‘güç’tür. Bu herkese göre değişebilir.

Kur’an-ı Kerim’e göre, yer, gök ve ikisinde olan her şey, bir olan Allah’ındır. Yoktan var eden yalnızca O’dur. Sonsuz güç ve kuvvet yalnızca O’nundur.  Yerde ve gökte olan her şey isteyerek veya istemeyerek O’na boyun eğerler.  Yerde ve gökte yalnızca O’nun hükmü geçer. O’nun bir benzeri ve eşi yoktur. Hiç bir şey O’nun dengi olamaz. O’nun Rabliğinin, ilâhlığının, hükmünün ve yaratıcılığının ortağı ve yardımcısı yoktur. O hiç bir şeye muhtaç değildir.

Mutlak anlamda yardım edici O’dur, mutlak anlamda ceza verici yine O’dur. Bu anlamda O, mutlak olan ‘ilâh’tır ve O’ndan başka ilâh yoktur. İnsanların ilâh diye düşündükleri şeylerin ötesinde bir ilâhtır O.

İslâm, bu sıfatları taşıyan Rabbe, Allah demiştir.  

Adiyy ibni Hatem bir gün boynunda altından bir haç asılı olduğu halde Peygamberimizi ziyarete geldi. Kendisine Adiyy b. Hatem’in geldiği haber verildi. Rasûlûllah (sav) o sırada Tevbe sûresinin 31. ayetini okuyordu. Adiy b. Hatem (ra) orada söylenenleri duyunca şöyle dedi:

“-Ben yahudileri ve hırıstiyanları tanırım, onlar hahamlarına ve papazlarına ibadet etmiyorlar.”

Peygamberimiz buyurdu ki;

“-Evet, onlar (onların önünde secde ederek) ibadet etmiyorlar, fakat onlar halka bir şeyi helâl veya haram kılıyorlar, halk da din adamlarının bu hükümlerini kabul edip uyuyorlar. İşte onları Rabb haline getirmenin manası budur.”

Sonra Peygamberimiz onu İslâma davet etti, o da müslüman oldu. (nak. Muh. İbni Kesir, 2/137)

Herhangi bir konuda Allah’ın koyduğu bir ölçü veya bir hükme karşın aynı konuda bir kişinin hükmünü farkında olarak tanırsa onu tanrı edinmiş olur.

Kim herhangi bir şeyi Allah’tan fazla severse, bir şeye Allah’tan fazla saygı gösterir-korkarsa, kim Allah’ın dışında herhangi bir şeye veya insana tapınırsa,  işte o insan, bütün bunları ilâh haline getiriyor demektir.

İslâmın ezelî, ebedî, değişmeyen ve evrensel ilkesi şudur:

“Lâ ilâhe ilallah Muhammedü’r Rasûlüllah”

“Allah’tan başka tanrı yoktur. Hz. Muhammed Allah’ın elçisidir.”

“Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapınma. O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur.” (Kasas, 28/88)

“İnsanlar içinde Allah’tan başkasını O’na denk sayanlar var. Ki onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgileri daha yücedir. Allah’a eş koşarak kendi kendilerine zulmedenler, azabı görecekleri zaman bütün kudretin ve gücün gerçekten Allah’ta olduğunu gözleri ile görür gibi bir bilselerdi.” (Bakara, 2/165)

Sübhânekeyi okuyan bu musalli bu iman ilkesini bir daha tekrar etmiş olur.

Bütün övgüleri sadece Allah’a tahsis etmiş olur.

Sübhaneke tesbihi Kur’an’dan sonra en güzel sözleri bünyesinde barındırır.

Bunlar ‘Sübhânellah’, ‘el-Hamdü lillah’, ‘Allahü ekber’ ve ‘Lâilahe illallah’ dır.

Peygamber (sav) Sübhaneke’ye şu cümleleride eklerdi: “Allahu ekber tekbirâ, vel-Hamdülillahi kesîrâ, Sübhânallahi bükretan ve asîla.-Allah en büyüktür, hamdlerin hapsi Allah’a aittir, O sabah akşam bütün noksan sıfatlardan münezzehtir.” (Tirmizi, no: 3824)

Tekbirden hemen sonra Sübhâneke’yi okumak hem “Ey bu vasıfları olan

Rabbim, senin emrinle, Senin rıza için namaz kılacağım”, hem de “ben yalnızca bu sıfatları kendinde bulunduran Alemlerin Rabbine ibadet ederim.

Çünkü benim namazım da, ibadetlerim de O’nun içindir” demektir.

Peygamber (sav) iftitah tekbirinden hemen sonra şu ayetleri de okuduğu rivayet edilmiştir. (İ. Nevevi, el-Ezkar, s. 64-65) Bazı müslümanlar Sübhaneke yerine bu ayetleri okurlar.

إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ حَنِيفاً وَمَا أَنَاْ مِنَ الْمُشْرِكِينَ {79}

“Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.” (En’am, 6/79)

قُلْ إِنَّ صَلاَتِي وَنُسُكِي وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ {162} لاَ شَرِيكَ لَهُ وَبِذَلِكَ أُمِرْتُ وَأَنَاْ أَوَّلُ الْمُسْلِمِينَ {163}  (En’am, 6/162-163)

 

-İstiâze

İstiâze, Allah’tan sığınma istemektir. Bu daha çok şeytanın şerrinden bir sığınmadır. Çünkü şeytan insanın ezeli düşmanıdır ve onu doğru yoldan uzaklaştırmaya, ona günah işlettirmeye ya da kalbine vesvese/şüphe vermeye devam edecektir.

فَدَلاَّهُمَا بِغُرُورٍ فَلَمَّا ذَاقَا الشَّجَرَةَ بَدَتْ لَهُمَا سَوْءَاتُهُمَا وَطَفِقَا يَخْصِفَانِ عَلَيْهِمَا مِن وَرَقِ الْجَنَّةِ وَنَادَاهُمَا رَبُّهُمَا أَلَمْ أَنْهَكُمَا عَن تِلْكُمَا الشَّجَرَةِ وَأَقُل لَّكُمَا إِنَّ الشَّيْطَآنَ لَكُمَا عَدُوٌّ مُّبِينٌ {22} (A’raf, 7/22. Ayrıca bak. Bekara, 2/168, 208. En’am, 6/142. Yusuf, 12/5. Yâsin, 36/60. Zuhruf, 43/62)

İnsan imanla ve imanın getirdiği şuurla donanmazsa her zaman şeytana aldanabilir. Şeytanın çabaları/etkileri karşısında insanın nefsi zaafa düşebilir. Böyle durumlarda Allah’tan yardım istneir. Bu istiâze denir.

Kur’an okurken eûzü diyen mü’min, hem namaza başlarken hem de namazın ilk rek’atinde kıraatten önce istiâze yapar ve sonra besmele ile kıraatini yapar.

İstiâze şeytana veya insanın aklına gelebilecek kötü düşüncelere karşı Allah’ı yardıma  çağırmak olduğuna göre bu da bir zikirdir. Namazın dışında, her zaman, akla geldikçe yapılabilir.

İstiâze aynı zamanda şeytanın razı olacağı inanç ve amellerden uzaklaşmak, bu gibi yanlışlara düşmekten Allah’a sığınmadır.

Musalli, istiâze ile birlikte gönlünde ve düşüncesinde, dilinde ve davranışlarındadaki şeytanî takıntılardan kurtulup kendini daha iyi namaza verir. Allah’la birlikte olamnın hazzını tadar. Namazı tam ikameedebilmekı ve namazda kendisini tümüyle Allah’a verebilmek için şeytanın şerrinden, onun iğvalarından Allah’a sığınmalı, O’ndan yardım istemeleidir.

İstiâze tıpkı Lâ-ilâhedeki Lâ gibidir. Önce gönüldeki yanlışları, batılları, şirk olabilecek düşünceleri temizliyoruz, sonra da illallah ile bunlardan temizlenen yüreğimize Allah inancını, O’nun sevgi ve korkusunu, O’na karşı kulluk bilincini ve teslimiyetimiz koyuyoruz.

وَإِمَّا يَنزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّهِ إِنَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ {200} (A’raf, 7/200)

فَإِذَا قَرَأْتَ الْقُرْآنَ فَاسْتَعِذْ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ {98} إِنَّهُ لَيْسَ لَهُ سُلْطَانٌ عَلَى الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ {99} إِنَّمَا سُلْطَانُهُ عَلَى الَّذِينَ يَتَوَلَّوْنَهُ وَالَّذِينَ هُم بِهِ مُشْرِكُونَ {100} Nahl, 16/100. Ayrıca bak. Fussilet, 41/36. Mü’min, 40/56)

İstiâze bir başka açıdan acziyet itirafıdır. Musalli bununla aynı zamanda namazı ikame edebilmek, kendini namaza tam verebilmek, kalbe gelebilecek vesveseleri en aza indirmek için Allah’tan yardım diler.

 

-Besmele

“Besmele ile başlanmayan her iş bereketsiz ve güdüktür.” ( İbn Mâce, no: 1894

Besmele Kur’an’da 3 yerde geçiyor:  1/Fâtiha, 1; 11/Hûd, 41;

قَالَتْ يَا أَيُّهَا المَلَأُ إِنِّي أُلْقِيَ إِلَيَّ كِتَابٌ كَرِيمٌ {29} إِنَّهُ مِن سُلَيْمَانَ وَإِنَّهُ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ {30} (Neml, 27/29-30)

Tevbe suresi hariç bütün surelerin başında yer alır.

Helâl ve hayırlı bir işe başlarken Allah’ın adını anmak, her müslümanın üze­rinde titizlikle durması gereken görevlerindendir. Kur’ân’da buna işaret ediliyor. (Bakara, 2/200. Nisâ, 4/103. Müzzemmil, 73/8 )

Bir müslüman besmele çekmekle, “nefsim veya başka bir tanrı  adına değil; Allah adıyla, O’nun rızâsı için ve O’nun izniyle başlıyorum.” demek ister.

O’nun Rahmân ve Rahîm isimlerinin tecellî etmesini beklediğini ifade etmiş olur.

Giriştiği işe güç ye­tirebilmesi için gerekli olan kudretin yüce Allah tarafından ihsan edilmesini te­menni ettiğini belirtmiş olur. Kendisinin devamlı olarak O’nun yardımına muh­taç olduğunu bildirmiş, böylece ezelî kudretin yardımını celbetmiş olur.

Besmele çeken mü’min, “O’nun müsaadesiyle bu işi yapıyorum. Çünkü, bu

başladığım işin tamamlanmasında gerekli olan kuvvet O’nun tarafından bana verilmiştir. O bana bu kuvveti vermezse, ben bu işi tamamlayamam” demek ister. (ŞİA, 1/226, 227)

Besmele İslamın işarıdır. Başkaları ya putlarının adıyla , ya da keyiflerine göre bir işe başlarlar. Müslümanlar ise Allah adına başlarlar.

Besmele, Allah’la yapılmış bir sözleşmeye (ahd ve misak) sadakattir. Onun için besmele sadce Allah adıyla yapmak değil, ameli Allah adına da tapmaktır.

Allah, Rahmân ve Rahîm sıfatlarıyla bize merhametle muâmele edeceğini vaadediyor; biz de, im­tihan için bize verilen irâdeyi istismar etmeyeceğimizi ve O’nun ilkelerine bağlı kalacağımızı besmeleyle kabullenmiş oluyoruz.

Besmele, Allah’ın tesbit ettiği kulluk programını kabul etmektir. Besmele çeken kul, şöyle demiş olur: “Yâ Rab­bi, şu an, kulluk maddelerinden birini işleyeceğim. Senin ismini anıyor ve iznini istiyorum.”

Besmele çekmek, bir ameli niçin yaptığının farkında olmaktır. O bir nevi şuurdur, halis niyettir ve dikkatliliktir.

O yüzden haramlara besmele çekilmez. Besmeleden maksat, yapılan işte

bereketin artmasını taleptir. Haram veya mekruh bir fiilin çoğalması ve bereketi istenemez. Kâmil bir müslüman da, besmele çekemeyeceği bir işi yapmamaya özen gösterir. O yüzden, besmele insanı eğitir, terbiye eder, kötülüklerden uzak tutar. Bir amelin salih olup olmaması, müslümanın ona besmele ile başlayıp başlamadığından belli olur.

Çünkü besmele çeken bir kimse, ağzından çıkan ifade ile yaptığı eylem arasında bir paralellik kurmak zorunda olduğunu, eliyle dilinin birbirini yalanlamaması ge­rektiğini düşünür.

Besmele, kötülük ve haramları işlemeye hakkımız olmadığını bize hatırlatır.

İşine basmele ile başlayan şunları yapmış olur:

1-İşi Allah adına yapması gerektiği ve sadece O’nun rızasını istediğini ortaya

2-Hamd ve şükür yapmış olur. Müslüman işine besmele başladığı zaman o işi

Allah sayesinde yapabildiğini hatırlar. O’nu hatırlayarak hem hamdeder, hem de nimet verdiği için şükretmiş olur. Böylece yaptığı işi bereketlendirmiş olur. (İbrahim, 14/7)

 3-Bağlanma. Besmele Allah ile kul arasındaki samimi ilişkidir. Mü’min besmele ile Allah’a karşı saygısını ve sevgisini dile getirir. Kul besmele ile Allah’a bağlılığını göstermiş olur. Bu da onun Allah’la olan bağını sembolize eder.

4-Dua. Besmele ile mü’min Allah’a dua etmiş olur. Besmeledeki Rahman ve Rahim isimlerinin tecellilerini bekler. O’ndan yardım diler. Zira O’nun verdiği güç ve rade olmasa kul hiç bir şey yapamaz. Mü’min bir işe başlarken besmele söyler, böylece “bu hayırlı işi tamamlama gücünü ver ve bunu hayırla tamamlamayı nasip eyle” der.

5-İzin. Mü’min besmele ile zımnen Allah’tan o iş için izin istemiş olur. Allah da helal olan işlere izin verir. Onun için harama besmele ile başlanmaz. Bunun tipik örneği eti yenilen hayvanların besmele ile kesilmesidir. Allah (cc) o gibi hayvanların etlerini, kendinden izin alınarak kesilmesi durumuda helal sayıyor.

6-Zikir. Besmele aynı zamanda bir zikirdir. İnasan unutur. Besmele ona unuttuklarını hatırlatır. Müslüman besmele ile unuttuğu değerlerin kaynağını, yaptığı işin sonucunu hatırlatır.  Zikrin amacı müslümanda Allah ve takva bilincini güçlendirmek olduğuna gore, besmele bunun için müthiş bir imkandır.

Besmele, müslümanın elini attığı her işte, adımını attığı her yolda Allah ile beraber olduğunun, O’nun yardımıyla iş yaptığının şuurunda olmasını sağlar/sağlamalıdır.

7-Sekülerizme reddiye. İşlerine besmele başlayan müslüman seküler dünya görüşünü, materyalizmi, ateizmi, laisizmi reddediyor demektir. Yani o Allah’tan bağımsız bir hayat, oluş düşünemez. Allah’ı her işine dahil etmiş olur. Ya da Allah’ın her şeye müdahil olduğunu itirat etmiş olur. Besmelesiz bir dünyada besmele, müslümanın iki dünyalı yaşaması gerektiğini hatırlatır.

İslâmî dünya görüşünün anahtarı mesabesindedir. Laik dünya görüşü “besmelesiz” olmaktır. Laik olmakla olmamak arasındaki fark, besme­leli olmakla olmamak arasındaki fark kadardır. Besmeleli yapılan iş, meşrûiyetini Allah’tan alır ve meşrû işlere besmele çekilir. Besmelesiz işlerse şeytana lâyıktır.

8-Besmele iman ilanıdır. Zira Besmele, müslümanın alâmet-i fârikalarından (ayırıcı özelliklerinden) birisi­dir.  Müslümanın her işi Allah’ın adıyla ve O’nun emir ve müsaadeleri doğrultu­sunda olmalı.

Müslümanın her işinde ‘evvel Allah’ olmalı. Yani mü’min, başlayacağı işi ya­pıp yapmama konusunda önce Allah’a danışmalı.

Müslüman şeytanın iğvâsına karşı direnme bilinci yeniler, hayatını besmeleyle anlamlandırır.

 

a-     Kıraat

Besmeleden sonra kıraat hem namazın hedeflerindendir, hem de Vahy’e dikkat çekmedir.

Kur’an hem kıraat edilir, hem tilavet edilir. Kıraat genel bir okuma, tilavet ise

özel bir okumadır. Kıraat daha çok Kur’an’ı düzgünce, güzel güzel okuma, tilavet ise sindire sindire, manaları üzerinde düşüne düşüne, hayata aktarmak amacıyla okumaktır. Namazda kıraart etmek, Kur’an’u hançerelerin ötesine taşıma şuuru ve hatırlatmasıdır.

Nice Kur’an okuyanın Kur’an boğazından aşağıya geçmeyebilir.

Ayakta kıraat, Vahyi kabul etmenin göstergesi, onun yol klavuzu olarak kabul edilmesinin nefse hatırlatılmasıdır.

 إِنَّ رَبَّكَ يَعْلَمُ أَنَّكَ تَقُومُ أَدْنَى مِن ثُلُثَيِ اللَّيْلِ وَنِصْفَهُ وَثُلُثَهُ وَطَائِفَةٌ مِّنَ الَّذِينَ مَعَكَ وَاللَّهُ يُقَدِّرُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ عَلِمَ أَن لَّن تُحْصُوهُ فَتَابَ عَلَيْكُمْ فَاقْرَؤُوا مَا تَيَسَّرَ مِنَ الْقُرْآنِ عَلِمَ أَن سَيَكُونُ مِنكُم مَّرْضَى وَآخَرُونَ يَضْرِبُونَ فِي الْأَرْضِ يَبْتَغُونَ مِن فَضْلِ اللَّهِ وَآخَرُونَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَاقْرَؤُوا مَا تَيَسَّرَ مِنْهُ وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَأَقْرِضُوا اللَّهَ قَرْضاً حَسَناً وَمَا تُقَدِّمُوا لِأَنفُسِكُم مِّنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِندَ اللَّهِ هُوَ خَيْراً وَأَعْظَمَ أَجْراً وَاسْتَغْفِرُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ {20}‏ (Müzemmil, 73/20)

Ayakta kıyam el pençe divan durmak, kunut yapmak, saygı ile boynu bükmek,  emre amade olmak ise; bunun göstergesi olmalı. O da ayakta iken Kur’an’ı  kıraat etmek. Okuduklarına inandığını itiraf etmek, okuduklarındaki hükümlere uyacağına söz vermektir.

Çünkü Peygamber (sav); «Allah şu Kur’ân ile birtakım kimselerin kıymetini yükseltir; bazılarını da alçaltır» buyurdu (Müslim, Müsâfirîn, 269)

Kıraatin ilk bölümü olan Fatiha’nın her kıyamda tekrar edilmesi bize bunu haber verir. Zira Fatiha hem Kur’an’ın özeti gibidir, hem duadır, hem de söz veriştir. Bir başka sebep de insanın unutkan olmasıdır. Eğer hatırlatılmasa o sürekli unutur ve hata eder.

Fatiha’da öncelikle Rahman ve Rahim olan âlemlerin Rabbe iman dile getirilir. Sonra O’nun insanı hesaba çekeceğine vurgu yapılır. Madem ki hesaba çekendir, öyleyse yalnızca O’na ibadet edilir. Sonra O’ndan yardım ve doğru yola götürmesi istenir.

Fatihayı kıraat eden her seferinde hem kendi nefsine bu gerçekleri hatırlatır, hem de Rabbine söz verir. Fatihadan sonraki kıraat ise Kur’an’a inanmayı ve ona bağlılığı sembolik olarak ifade eder.

Musalli ne kıraat ettiğinin farkında olmalı. Namazda kıraat ettiklerini hayata aktarması gerektiğini düşünmeli. Okuduklarından ibret ve ders almalı. Kıraat musalliye sağlam bir kulpa yapıştığını hatırlatır ve ona güven ve ümit verir. Kıraati unutanlar yapışmak için sağlam ip bulamazlar.

Kıraat ile imanını güçlendiren, Rabbini zikreden, O’nun âlemlerin Rabbi olduğunu nefsine hatırlatan musalli artık O’nun önünde eğilebilir, Allahü ekber diyerek rukû’ya varabilir. Bu eğilme onu secdeye, secde de onu O yüce kapıdan isteme cesaretine götürecektir.

 

e-Rukû’ tesbihi

Ruku’ nedir?

Rukû’, Allah’ın huzurunda saygı ile ayağa kalkıp el pençe divan duran, musalli kıraati müteakip rukuya eğilir. Bu kıyamı tamamlayan secdeya hazırlık olan bir rükündür.

Namaz kıyam, kıraat, rukû’ ve secde ile yapılır. Bu rükünlerin hepsi İslâmın emrettiği namazın olmazsa olmazlarıdır.

 Ruku’, hurmetle eğilmeyi ifade eder. İnsan ya rabbinin huzurunda ya da düzmece tanrıların huzurunda eğilir.

Rukû’, Lebbeyk Ya rabbi demenin başka bir ifade biçimidir. O’nun emrine amade olmak üzere saygıyla ayağa kalkan mü’min, Efendisinin önünde yine saygı ile eğilerek “buyur Yarabbi, emrin baş göz üstüne” der.

Musalli der ki, “ben sadece ve sadece âlemlerin Rabbi önünde eğilirim, sadece onun hükümleri karşısında boyun bükerim. Bu onurlu baş hiç bir gücün, hiç bir çıkarın, hiç müstekbirin, hiç bir tağutun ve hiç bir kölecinin önünde eğilmez, kırılmaz, iki büklüm olmaz. İşte bunu ilan ifade etmek üzere rukû’da;

“Sübhâne rabbiye’l-azîm: Azîm olan Allah Sübhândır diyorum.

Musalli rukû’da “Sübhâne rabbiye’l-azîm”  der. “Azamet ve büyüklük sahibi Allah noksan sıfatlardan uzaktır” der.

Zaten Allah (cc) kendisinin el-Azîm olduğunu söylüyor.

“Hâ mîm. Ayn. Sin. Kaf. Azîz ve hakîm olan Allah, sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder. Göklerde ne var, yerde ne varsa O’nundur. Ve O, Aliyy (çok yüce)dir, Azîm (çok büyük)tür.”  (Şura, 42/1-4. Ayrıca Bak.  Bekara, 2/49, 255. A’raf, 7/141. İbrahim, 15/6)

Allah (cc) mü’minlere de kendisini tesbih etmelerini ve O’na tazim etmelerini emrediyor.

فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظِيمِ {74} (Vakıa, 56/74 ve 96, Hakka, 69/52)

A’zam, muazzam ve azîm. Hepsi de büyüklüğü bir başka şekilde ifade eder.

Ekber, büyüklüğün nitelik, nicelik, kudret ve saygı açısından bütün türlerini, azîm ise Allah’ın hakimiyetinin bütün varlığı kuşatması açısından büyüklüğünü ifade eder.

A’lâ ise, ednâya/deniye, süfliye karşın O’nun makamının yüceliğini ve yüksekliğini ifade eder.

Ekber, bizattihi nitelik ve nicelik açısından büyük, azîm genişlemesine büyük ve her şeyi kuşatıcı, a’lâ, yukarıya doğru en yüce ve sonsuz demektir.

“Semiallahu li-men hamideh

Musalli rukû’dan kalkarken “Semiallahu li-men hamideh-Allah hamd diyeni işitir” der.

‘Hamd’; bir ni’metin veya güzelliğin kaynağı ve sahibi olan gücü, övgü ve yüceltme sözleriyle anmaktır.  

Bunda hem ni’met sahibini övmek, hem şükretmek, hem de yüceltme anlamı vardır.

‘Hamd’, bir çeşit övmek veya övülmek, iyi bir övüş veya övülüş, güzel bir övücü veya övülen olmak gibi anlamları da kapsayan bir sözdür.

‘Hamd’ kavramını Türkçe’de karşılayacak bir kelime bulunmamaktadır. Çünkü o yalnızca bir övme değil, methetme ile şükür arasında özel bir methetmedir. Canlı veya cansız varlıklar da methedilebilir. Mesela, değerli bir elmas parçası veya güzel bir at övülebilir. Ama hiç bir zaman onlara hamd edilmez. ‘Hamd’, canlılara ve cansızlara istediğî şekli ve değeri veren daha güçlü bir varlığa karşı yapılır.

Hamd; en geniş anlamıyla şükürdür. Hamd, yalnızca dille yapılır. Halbuki şükür hem dille hem de hareketle yerine getirilir.

Şükür, bir ni’metin karşılığı olarak yapılır.

Hamd ise, ni’met sahibinin var olduğunu bilmemiz durumunda, o ni’met veya güzellik bize ulaşmasa da yapılır.

Bu bakımdan hamd her durumda yerine getirilir. Şükür, insana ulaşan bir iyilikten sonra, sözle, fiille ve kalpten ni’meti verene karşılık vermektir. Yalnız fiille veya kalpten yapılan şükür ne methetmedir, ne de hamd’dır. Fakat dil olarak yapılırsa bu, hem hamd, hem methetme olur. Böyle bir hamd de Allah’a karşı duyulan minnettarlığın başı olur.

Her methetme (medih-övgü) hamd sayılmaz. Çünkü methetme, boş bir yalan, soyut bir dalkavukluk da olabilir. Ancak hamd ve şükür devamlı doğruyu ifade ederler.  

Hamd, Yüce Rabbimiz dışında hiç bir kişi veya kuvvete yapılmayacak bir şükür türüdür. Halbuki insanlara, yaptıkları iyiliklerden dolayı teşekkür edebiliriz.

Hamd, ni’metleri, iyilikleri ve bağışları sınırsız ve sonsuz olan bir kuvvete yapılır. O da Allah’tan başkası olamaz. Allah olmak hamd’e layık olmaktır. Kul olmak da, hamde mecbur ve nahkum olmaktır.

Kur’an’ın birinci suresi olan Fatiha’nın ilk âyeti hamd olayının kime ait olduğunu net bir şekilde ortaya koymaktadır.

“Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a aittir.”

Buna göre hamd sahibi bellidir. İnsanlar kendi görüşlerinden hareket ederek başkalarına hamd edemezler. Kur’an-ı Kerim bu gerçeği başka bir âyette şöyle dile getirmektedir:  

“Başlangıçta da sonda da hamd yalnızca Allah’a aittir.” (28/Kasas, 70)

Başkasına hamdetmek Allah’tan rol çalmaya kalkışmaktır. İnsan Allah’tan çaldığı rolü ya kendisine veya bir başka varlığa yakıştırmaya kalkışır. Bu da haddini aşmaktır. Halbuki hamd, bir anlamda haddini bilmektir. Kişi ne kadar haddini biliyorsa Rabbini bilir, ne kadar Rabbini biliyorsa o kadar hamdeder. (Allah (cc) M. İslamoğlu, s: 113)

Kur’an cennetlikleri şöyle anlatıyor.

دَعْوَاهُمْ فِيهَا سُبْحَانَكَ اللَّهُمَّ وَتَحِيَّتُهُمْ فِيهَا سَلاَمٌ وَآخِرُ دَعْوَاهُمْ أَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ {10}

“Onların orada duası: ‘Allahım! Sen her türlü eksiklikten uzaksın’, birbirlerine sağlık temennileri; ‘selâm’, dualarının sonu da; ‘âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun’ sözleridir.“ (Yunus, 10/10. Ayrıca bak. A’raf, 7/43. Tâhâ, 20/130. Kasas, 28/70. Zümer, 39/74, v.d.)

Hamd edenin hamd sözünü işiten Allah, kalplerle söyelenen hamdleri de

Buna iman eden mü’min “Rabbena leke’l-hamd ve’ş-şükr“-Ey Rabbimiz hamd ve şükür yalnız Sana’dır. Sana hamdolsun. Bütün övgüler, yücelikler, üstün sıfatlar hepsi sana aittir. Sen buna layıksın. Kullarına iyilik etsen de etmesen de, nimet versen de vermesen de; her durumda, her an, her oluşda hamd Senin hakkındır” der.