İnsan (kul) ve onun en öncelikle görevleri hakkında bir sohbet-ders.

Hüseyin K. Ece

Hikmet Sohbetleri 1

Amsterdam-12.02.2019

 

-Giriş

İnsan kelimesi Arapça “ins” kelimesinden türetilmiştir. Beşer, insan topluluğu anlamına gelen “ins”; bu türün erkek veya dişi her ferdine insî/enesî yahut ‘insan’ denmek­tedir.

Kelimenin aslının ‘unutmak’ mânasındaki nesy’den (nisyân-unutma) olduğu da ileri sürülmüştür.  

İnsan kelimesinin, alışmak, uyum sağlamak anlamına gelen ‘üns-ünsiyet’ ile de ilgisi kurulmuş.  

Aynı kökten gelen “teennüs”; insan olmak,

“‘isti'nâs”; cana yakın olma, vahşi hayvanın evcilleşmesi demektir. Aynı kökten gelen “enes” vahşetin, yabani olmanın karşıtıdır. (Cevherî, es-Sihah, 3/904-906. Lisânü'l-'Arab, ins md. 1/171)

Kur’an’da çok geçen “ins” kelimesini ‘cinn’in, ‘üns’ kelimesini de ‘ürkmek’ anlamındaki ‘nüfûr’ masdarının karşıtıdır. İnsana böyle denilmesinin sebebi hemcinsleriyle birlikte uyum halinde ya­şayabilmesiyle ilgilidir. Bundan dolayı insan “sosyal bir varlık” olarak tanımlanır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, ‘ins’ md.)

İnsan bu. Görüldüğü gibi o; ünsiyet edendir, hemcinsleriyle kaynaşandır, vahşi olmayandır, hem de unutabilen bir varlıktır.

İnsanın daha başka özellikleri de sayılabilir. Kur’an bu varlık türüne “ins-insan” diyor. Her şeyi o yaratmasına rağmen mahlûkat içerisinde ona ayrı bir yer veriyor.

İnsanın bir diğer adı “beşer”dir. İlk örneği topraktan yaratılan özel bir varlık. Beşer, yani insan. Çok özel yeteneklerle donatılmış, akıl ve irade verilmiş; sonra da sorumlu kılınmış bir varlık.

Tarihten beri, müslüman veya gayr-i müslim bilginler ve filozoflar insanı farklı şekişlerde tarif etmeye çalıştılar. İnsan nedir sorusuna kendilerine göre cevap vermeye çalıştılar. İnsan için meçhul olan insanı anlamaya, anlatmaya çalıştılar. Ancak kesin bir sonuca ulaşamadılar.

Herkesin kabul edeceği, “insan hakkında bunca laf edildi ama falancanın tarifi yeterli oldu” diyebileceği bir sonuç yok.

Galiba insan kendisi hakkında düşünmeye, kendisini araştırmaya, kendi gerçeği üzerinde kafa yormaya devam edecek.

Ama vahiy, yani âlemlerin Rabbi Allah’tan gelen hakikat insanı da, işlevini de, görevlerini tarif ediyor. Nereden gelip nereye gittiğini açıklıyor.

Vahiy; varlığı, hayatı ve ölümü açıkladığı gibi; insanın konumunu da net bir şekilde ortaya koyuyor. Vahyin hakikatlerine sağır olanlar, o bilinmezlik vadisinde şaşkın şaşkın dolaşmaya, kendi konumlarına cevap aramaya devam edecekler. Vahye sırtını dönenler varlığa, var oluşun hikmetine, o varlık içerisinde kendi yerlerinin ne olduğunu tatmin edici bir cevap bulamayacaklar.

“Ben neyim, kimim, nereden geldim nereye gidiyorum, niçin varım, görevim nedir, hayat niçin var, madem ki elem var öyleyse hayat niye var” gibi soruları sormaya devam edecekler.

 

-Abd (kul) olarak insan

Bazıları kabul etmese de insan kul olarak yaratıldı, her şeyi yaratan Allah tarafından. Öyleyse onun sahibi onu yaratandır ve kendisini yaratanın kuludur.

Her insan kuldur (abd’dir). Kul, yani abd; bir sahibi (efendisi) olan, her açıdan o efendisine muhtaç olan varlık.  

‘Abd’ kelimesinin kök fiili sözlükte, itaat etmek, alçak gönüllülük (tevazu) göstermek,  kişinin bir kimseye isyan etmeksizin itaat etmesi ve boyun eğmesi anlamlarına gelir.

‘Abd’, ibadet ve ubudiyyet kavramlarının köküdür. Bunlar kişinin üstün gördüğü bir güç önünde itiraz etmeksizin itaat etmesi, kendi özgürlüğünü onun için terkedip tam bir bağlılıkla onun emrine girmesi ifade eder. 

İslâm’dan önce efendilerine karşı bu şekilde olması gereken köleye ‘abd’ denirdi. Cahiliye insanları ayrıca putlarına karşı böyle davranır, onların karşısında kendilerini ‘köle-abd’ gibi düşünürlerdi.

İslâm, bu şekilde bir boyun eğmenin, kayıtsız şartsız itaatin ve bu yüceltmenin ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a karşı yapılabileceğini, bunun kulluk (ibadet) olduğunu ve insanın varoluş sebebinin de bu şekilde bir ‘kulluk’olduğunu ortaya koymuştur.

Allah (cc) insanı ‘abd-kul’ olmaya uygun bir fıtratta yaratmıştır. Dolaysıyla insana düşen bu kulluğun şuurunda olmaktır.

Abd, efendisine itaat eder . Çünkü efendisi onun sahibidir, ona nimet vermektedir, ona sayısız iyilikte bulunmaktadır. İnsan öldüğü zaman da hayatının hesabını bu efendisine (Kur'an buna; Mevlâ diyor) verecektir.

Yaratılan insanın, kendisine sonsuz bağışta bulunan Mevlâsı Allah’ı bırakıp, kendisine faydası veya zararı olmayan şeyleri, ilâhları (tanrıları) mevla bilip onlara kulluk yapması elbette  yanlıştır?

Zaten gerçek Efendi'sini (Mevlâ'sını) unutanlar, efendi edinme ihtiyacını başka efendiler (mevlâlar-tanrılar) bularak giderirler.

İslâmı din olarak kabul eden, bir anlamda bütün kölelikleri, bütün yanlış kul ve kulluk anlayışlarını reddeder. O yürekten der ki: "Ben âlemlerin Rabbini ilâh olarak kabul ediyorum, ben O’nun kuluyum. Dolayısıyla mutlak itaati, mutlak hizmeti ve ibadeti yalnızca O’na yapacağım. O benim sahibimdir, O benim her şeyime hâkimdir. Ben O’na aitim, O’ndan geldim ve yine O’na döneceğim."

"O ne güzel Mevlâdır, O ne güzel yardımcıdır." (Enfal 8/40. Hacc 22/78)

 

-İnsanın görevi

Kul, kendisini yarattığı ve ihtiyaçlarını karşıladığı için de Mevla’sına borçludur. Her borç gibi kulluk borcu da ödenmeli.

Nasıl?

İslâmda ibadet veya ubudiyyet gerçekte kişinin gerçek sahibine borçlu olduğunu bilmesi ve O'nun razı edecek şekilde davranmasıdır.

Aklı başında bir abd-kul bilir ki, hayatının Mevlasının gösterdiği gibi, O'nun koyduğu hükümlere (ölçülere) yaşarsa, bu hem kulluk borcunu yerine getirmek, hem mutluluk, hem de ölümden sonrasına hazırlıktır. Böyle bir kulluk’ta, insanın O'na  itaat etmesi, söz dinlemesi yetmez.

İtaat eden kul (abd), aynı zamanda emrine amâde olduğu Efendi'sinin yaptığı iyilikleri de bilir ve itiraf eder. Bu iyiliklere teşekkür etmesi gerektiğinin de farkındadır. Kul Efendisine  ancak O'nun gösterdiği şekilde, indirdiği kurallara uyarak teşekkür edebilir. Zira o kendi kafasından Mevlâsını nasıl razı edeceğini, hangi ölçünün, davranışın, eylemin Efendisi tarafından sevileceğini bilemez.

Bu borçlu olmaya kulluk-insanî görev diyoruz.

İnsanın, kendisinin âlemlerin Rabbi Allah’ın kulu olduğunu, O’nun kendisinin ve herkesin Mevlâ’sı (Efendisi) olduğunu ve O’na her açıdan muhtaç/borçlu olduğunu ve bu borcunun O’nun gösterdiği ödemesi gerektiğini bilmesi ma’rifettir.

Öyle ya, bu kişi bir Yaratıcının varlığını ve O’nun insan ve varlık üzerindeki kudret elini seziyor. O’nun her şeyin sahibi olduğunu, nimet ve rızık verdiğini itiraf ediyor.

Bu bilinç Rabbi takdir etme, O’nun hakkında isabetli bir tasavvurdur.

İslâma göre insanın (yani kulların) bu Sahibe, Efendiye, Yaratıcıya karşı görevleri var. İnsan belli bir süreden sonra mükelleftir (yükümlüdür).

Neden?

Zira o abd’dir, kuldur. Kendisiyle Yaratıcı arasında abd-efendi ilişkisi var. Bu durumda o Efendisine karşı bazı mükellefiyetleri, yani sorumlulukları veya ödevleri gündeme gelir.

Abdin  mükellefiyetlerini, ya da kendisine teklif edilen şeyleri pek çok maddede sıralamak mümkün.

Ama biz burada bunları bir kaç maddede özetlemek istiyoruz. Bunlara insanın/kulun öncelikli görevleri de diyebiliriz:

a-Ma’rifet; anlamak/tanımak,

b-İman; kabul etmek/teslim olmak,

c-İtaat; kulluk görevini yapmak/ibadet etmek,

d-Şükretmek,

e-Muhsin olmak; aktif iyi olma, cihad etmek.

f-Hayatı/dünyayı imar etmek

g-Şâhit ve örnek olmak

h-Halife/temsilci olmak

        

A-MA’RİFET; anlamak, tanımak, takdir etmek

Allah’ı sıfatlarıyla ve fiillerinin tecelleriyle (sonuçlarıyla) tanımak insanın ilk görevidir. Ki buna ma’rifet denir.

Bu Allah lafzıyla kullanılarak “ma’rifetullah” şeklinde söylenir.

Bu söyleyiş, ma’rifet olayının sadece Allah hakkında geçerli olduğunu, abdin Efendisi hakkındaki tasavvurunu ve anlayışını ifade eder. Başka nesneleri, şeyleri veya kişileri tanımak, anlamak, haklarından bilgi sahibi olmak burada kasdedilen ma’rifet değildir.

Ma’rifet bir anlamda Allah’ı, O’na ait sıfatları ve esmayı hakkıyla anlamak demektir.

‘Ma’rifet’ ve ‘irfan’ kelimelerinin aslı ‘a-ra-fe’ fiili; herhangi bir şeyi görünümüne bakarak duyularla kavramak, o şeyin eserine (izine) bakarak ve akıl yorarak o şeyi hakkıyla tanımak demektir.

Bunun da ustalık gerektireceği açıktır.

Din dilinde ‘ma’rifet’; Allah’ı sıfatlarıyla (sıfatullah ile), fiilleriyle (ef’alullah ile), esmâsıyla (esmâullah ile) ve bunların kâinattaki tecelleriyle tanımak, anlamak, O’nu hakkıyla takdir etmek demektir.

Çünkü O’nun varlığının, kudretinin ve hükümranlığının eseri yerde ve göklerdedir. O’nun âyetleri evrende, insanda ve Kur’an’dadır. Kişi onlara bakar, okur, üzerinde tefekkür eder ve Allah’ı tanımaya, idrak etmeye çalışır.

İlginçtir, Arap dilinde, ‘şu adam Allah’ı biliyor’ denmez. Çünkü Allah (cc) ‘ma’lum’ yani bilinen bir şey değildir. O (cc) asla insan bilgisine konu veya ilmin konus olmaz. İnsan ne kadar uğraşırsa  uğraşsın, ne kadar araştırma yaparsa yapsın, bilim ne kadar ilerlerse ilerlesin Allah’ın zâtının ne olduğunu bilemedi, bilemeyecek.

Ma’rifet, sadece Allah’ı gereği gibi tanımak, anlamak, hak tasavvur değildir. O aynı zamanda O’na gereği gibi bağlanmayı, O’na muhtaç olma ve borçlu olma gerçeğini de ifade eder. 

Kim Allah’ı hakkıyla tanırsa, kim Allah’ı hakkıyla takdir ederse, kimin Allah tasavvuru isabetli, Kur’an’a uygun ise; onun Tevhid inancı kökleşir, şehâdeti güçlenir, imanı yakîn (güçlü ve sağlam) olur. Buna bağlı olarak da teslimiyetini, itaatini, kulluğunu daha iyi yapar.  

Ma’rifet sahibi olmaya ‘irfan’, ma’rifet sahibi olanlara da ‘ârif’ denir.

Kur’an diyor ki: Müşrikler

 وَمَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِه۪ٓ   

Allah’ı hakkıyla takdir edemediler...”  (En’am 6/91. Hacc 22/74) Halbuki kulun görevi Rabbini hakkıyla takdir etmektir.

Bir insanın kendini Yaratanı ve yaşatanı görmesi, O’na dokunması; O’nun mahiyetini bilmesi imkansızdır. Bu işi planlayan böyle plandı. Varlığı ve hayatı kuran böyle takdir etti.

Varlığı daha güçlü bir varlığa bağımlı olan bir abd-i âciz’in, varlığının bağımlı olduğu makama; “sen nerdesin, sen nasılsın, ben seni göremiyorum, sen kendini neden gizliyorsun, benim yapımı seni görecek şekilde yaratsaydın” deme hakkı yok.

Böyle sorular sormaya devam etse de, hiç bir şey değişmeyecek. Varlık ve hayat planlandığı gibi devam edecek. Yaratılmış hiç bir göz kendini yaratanı bu dünyada göremeyecek. Kendini var edenin nasıl olduğunu, çevresindeki eşyaları tanır gibi tanıyamayacak, bilmesi gibi bilemeyecek.

Ancak bu gibi sorular ona ayak bağı olabilir. Aklını çelebilir ve onu kullanmasını engelleyebilir. Asıl yapması gereken işler dururken asla cevabını bulamayacağı sorularla oyalayabilir. Bu elbette iblisin vesvesesidir.

Halbuki insan yaratılmıştır (mahlûktur), yani çok maharetli bir usta birisi tarafından yapılmıştır.

Bir resmin ressama “beni neden yaptın, beni böyle niye yaptın, ben seni neden göremiyorum, sen neden böylesin” diye sormaya kudreti ve haddi yoktur. Resim ressamın eseridir ve o eserini dilediği gibi tasarlar ve yapar.

Diğer taraftan Allah hakkında ma’rifet sahibi olan bir mü’min bilir ve inanır ki; yaratılışının bir amacı vardır. Zira kendisi gibi (yani insan) harika bir varlığı Yaratan Güç asla amaçsız, saçma, rastgele, plansız (ölçüsüz-kadersiz) hiç bir şey yaratmaz.

Kur’an buna şöyle işaret ediyor:

اَفَحَسِبْتُمْ اَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَاَنَّكُمْ اِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ ﴿115﴾

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn 23/115)

وَمَا خَلَقْنَا السَّمَٓاءَ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا لَاعِب۪ينَ ﴿16﴾

“Biz yeri, göğü ve arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.” (Enbiyâ 21/16. Duhân 44/38)

اِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ ﴿49﴾

“Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer 54/49)

İnsanın yaratılışı da bu ölçünün dışında değildir.

 

-Ma’rifetin hayata yansıması

Ma’rifet, yani Allah’ı hakkıyla tanıma farklı ve yoğun bir şekilde hayata, ahlâka ve kulluk bilincine yansımalı. Onlardan sadece iki tanesine temas etmek gerekir.

 

Birincisi; çevresine bakan bir kimse-aklı varsa, ya da baktığını görebiliyorsa-, zerreden kürreye her bir varlığın bir görevi olduğunu görür ve anlar.  

Görülüyor ki kâinatta her bir varlığın bir görevi var. Canlı veya cansız her şey bir fonksiyonu yerine getiriyor. Akıl ve irade sahibi olmadıkları halde. Hiç kimse, kâinattaki herhangi bir şeyin boşu boşuna olduğunu, hiç bir işe yaramadığını söyleyemez.

Bu varlıklar arasında insanın yeri elbette farklı. Aklı ve iradesi var. Öyleyse diğer varklıklardan üstün. Eğer aklını ve iradesini hayırlı işlerde kullanırsa.

Varlık ne?

İnsan kim?

İnsan nereden gelip nereye gidiyor?

Bu ahaytın anlamı ne?

Her varlığın görevi olduğu halde akıl ve irade sahibi insanın görevi var mı?

Varsa şayet bu görevini nasıl yerine getirebilir?

Nice akıllı geçinenler Vahye (İslâma) rağmen bu soruların tatmin edici cevaplarını veremediler. Bu gibi soruların en isabetli cevabını ancak vahiy verebilir. Vahiy bununla insana durduğu yeri de ve görevini de gösteriyor.  

Ya da insan kendi kendine şunu sorabilir:

“Ben insanım, aklım ve iradem var. Peki benim görevim, rolüm nedir? Ve bir görevim varsa onu nasıl yerine getirebilirim?”

Sonra şu cevabı verebilir:

“Evet mutlaka benim de bir görevim olmalı. Madem ki yerde ve gökte hiç bir şey rastgele değil, her şey bir boşluğu dolduruyor ve bir işe yarıyor. Hatta bir sinek, bir ot, bir yosun, bir meyve, bir karınca, bir minicik kuş, devasa dağlar, bulutlar, deryalar, buz dağları, Güneş ve Ay, samanyolu ve ötekiler bir fonsiyon icra ediyor.

Öyleyse akıl ve irade sahibi olan benim de bir işlevim olmalı. Eğer bu varlıklardan daha farklı isem...” 

 

İkincisi; küçük bir iyiliğe bile normalde teşekkür edilir. İyilikleri bilmemek ve teşekkür etmemek nankörlüktür.

Her ne kadar bazıları kabul etmese de Âlemlerin bir Rabbi olduğuna inanan mü’minler vardı, şimdi var ve ileride elbette olacaktır.  Onlar o Rabbin insanlara sayılamayacak kadar iyilik ettiğini, sayısız nimetler verdiğini kabul ederler. Üstelik O rabbin iyiliklerini kimse bilemez.

İnsan, aklını kullanarak Mevlâsının (Efendisinin) kendisine çok şey verdiğini,, çok iyilikler ettiğini, her açıdan Efendisine bağımlı olduğu anlaması gerekir. Bundan dolayı Efendisine borçlu olduğunu, bu borcunun ödenmeyecek kadar çok olduğunu, ama en azından borçlu olduğunu itiraf etmesi gerektiğini bilmelidir. 

Bunca iyiliklere karşı insan O’na teşekkür etmeli, şükranlarını sunmalı. O’nun iyiliklerini bilip itiraf etmeli. Bu aklın da, ahlâkın da, vicdanın da gereğidir.

Dolaysıyla insanın bir de şükür görevi var.

Allah hakkında az veya çok ma’rifet sahibi olanlar, O’nun yaratıcı, nimet verici, rızıkları hazırlayıcı, güç ve kuvvetin, irade ve yaratmanın kaynağı olduğunu anlarlar. O’nun Razzâku’l-âlem olduğunu kabul ederler.

Allah’ı hakkıyla takdir etmek, O’nun hakkında ma’rifet sahibi olmak O’na hakkıyla şükretmeyi beraberinde getirir

 

-Mari’fet fıkhetmek ilişkisi

Fıkıh; anlayış, yapıcı akıl, kıvrak zekâlılık, bir şeyi bilmek, konuşanın sözünden maksadını iyice anlamak, kendisine hükmün iliştiği gizli manaya vâkıf olmak, iyi ve tam anlamak, bir şeyi derinlemesine bilmek  gibi manalara gelir. (el-Curcânî, M. b. A. et-Ta’rifât, s: 170)

Bir şeyi idrak etmeye ve bilmeye delâlet eder. Ya da bir şeyin iç yüzünü bilmektir.

“Fıkıh”, bilmek, anlamak gibi anlamlara gelen ‘ilim ve ‘fehm’ gibi kelimelerden biraz daha özel bir anlam taşır. Fıkıh, elde olan bir bilgi aracılığyla hazırda olmayan bir bilgiye ulaşma demektir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât; s: 577. İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 11/210)

‘Fıkıh’ kelimesi Kur'an'da fiil halinde bir şeyi tam ve iyi anlamak, kavramak, bir şeyin hakikatini bilmek ve akletmek manasında kullanılmaktadır.

O halde fıkıh, söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde derin ve keskin anlayış ve zekâ demektir. Aklın bir işleyiş türü olan fıkıh’ın görevi, sözlü ve sözsüz mesajın ne demek istediğini kavramak, muhatabın maksadını hitabından anlamaktır.   

Kur’an, kalpleri var olduğu halde Allah’ın âyetlerini anlamayanların (fıkh etmeyenlerin) Cehennemlik olduklarını söylüyor. Bu sıfat inkârcıların sıfatıdır. Onlar, Allah’ın insanlara gönderdiklerini anlayıp iman etmezler. (A’raf 7/179. Ayrıca bkz: Nisâ 4/78) ,

Kur’an fıkhetmenin odak noktası olarak kalbi gösterir. Hidâyetten mahrum kalma sebebi, kalblerin anlama/fıkhetme kabiliyetini yitirmesidir.

İdrak; akleden kuvvettir, akledilen şeyin mahiyetine ulaşıp, o şeyi kavrama olgusudur. Kur’an’da “kalb-fıkıh” ilişkisinin fonksiyonel anlamda birlikte kullanılması oldukça anlamlıdır.  Zira kalb var ama, fıkhetme yoksa işte o zaman insan asıl varolma değerini kaybeder. (A’raf 7/179)

Bu sebeple Allah (cc) ilim, fehm, idrak, ince ve derin anlayış anlamına gelen fıkhetmeyi, inkâr edenlerin kalblerinden çıkarmıştır. Onların kalbleri vardır ama bununla hakikati idrak edemezler. (Altıntaş, R. İslâm Düşüncesinde İşlevsel Akıl, s: 88)

Bu noktada fıkhetmek (anlamak) ile ma’rifet (tanımak) arasında bir ilişki olduğunu söylenebilir. Kişi fıkhederse, yani muhatap olduğu hakikati anlarsa, fehmederse onu tanımaya da başlar. Ya da hakkında ma’rifete ulaştığı Yüce Yaratıcı’yı hakkıyla anlamaya, takdir etmeye, layık olduğu şekilde tasavvur etmeye başlar.

 

-Peki, bu bahsettiğimiz ma’rifeti elde etmenin, artırmanın, kuvvetlendirmenin imkanları, vasıtaları var mı?

Evet var.