İnsan (kul) ve onun en öncelikle görevleri hakkında bir sohbet-ders.

Hüseyin K. Ece

Hikmet Sohbetleri 2

Amsterdam-26.02.2019

 

Ma’rifetin imkanları:

 

1-Akıl

‘Akıl’ isim olarak; idrak, muhakeme yeteneği, kavrayış, zekâ, bilgi edinmeye yarayan güç, düşünme, kavrama, anlama, idrak etme ve bilgiye ulaşma yeteneğidir.

Sözlük anlamından hareketle ‘akıl’; ilimle insanı koruyan,

kale içerisine alan,

insanı mahveden yollara sürüklenmekten koruyan,

bir nur ve maneví bir kuvvettir.

‘Akıl’ kalbin bir faaliyetidir. Kişi kalbinin bu faaliyeti sayesinde bir şey hakkında bilgiye ulaşır, o şeyle ilgili özellikleri korur, elde ettiği bilgileri inceler, yerine göre hatırlar, o şeyle ilgili şâhitlik yapacak kadar kesin bir bilgiye kavuşur.

Kur’an’a göre insanı insan yapan, onun her türlü fiillerine anlam kazandıran, Allah’ın emirleri karşısında yükümlülük (mükelleflik) altına sokan ve ona sorumluluk yükleyen akıldır.

Aklı genellikle fiil halinde kullanan Kur'an, akletmenin ve doğru düşünmenin önemine dikkat çekiyor.

وَتِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِۚ وَمَا يَعْقِلُهَٓا اِلَّا الْعَالِمُونَ ﴿43﴾

“Bu örnekleri biz insanlar için vermekteyiz. Ancak bilenlerden başkası akletmez” (Ankebût 29/43)

Onlar müstahkem kaleler içinde veya duvarlar arkasında olmadan sizinle toplu hâlde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın. Hâlbuki kalpleri darmadağınıktır. Bu, onların akılları ermez bir topluluk olmalarındandır.” (Haşr 58/14)

“Allah’ın izni olmadıkça, hiçbir kimse iman edemez. Allah, azabı akıllarını (güzelce) kullanmayanlara verir.(Yûnus 10/100) 

Bu demektir ki âyetler üzerinde düşünüp, onların ötesindeki gerçeği ancak ilim sahibi olanlar anlayabilir. Bu konuda aklını kullananlar bilgiye ulaşmış kimselerdir. Akletmek, etkilenenden etkileyene (eserden müessire), görülebilen veya hissedilebilen bir etkilenenden, görünmeyen, duyu organlarıyla henüz hissedilmeyen etkileyici şeye ulaşmaktır.

Söz gelimi, balın tadı arının varlığını, arının bir çiçeğin üzerinde uçuşu balı akla getirir. Birinden diğerine geçerek onu düşünmek, aklın işidir.

Kur’an, aklını kullanmayanlara sağır, dilsiz, kör, anlamayan, sapmış, düşünmeyenler diyor. Mesela;

اِنَّ شَرَّ الدَّوَٓابِّ عِنْدَ اللّٰهِ الصُّمُّ الْبُكْمُ الَّذ۪ينَ لَا يَعْقِلُونَ ﴿22﴾

“Şüphesiz, yeryüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, akıllarını kullanmayan (gerçeği görmeyen) sağırlar, dilsizlerdir.” (Enfal 8/22)

İnkâr edenleri imana çağıran (peygamber) ile inkâr edenlerin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan hayvanlara seslenen (çoban) ile hayvanların durumu gibidir. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan dolayı anlamazlar.” (Bekara 2/171)

Cehennem azabından kurtuluş da ancak akletmek ve aklı kullanmakla mümkün.

وَقَالُوا لَوْ كُنَّا نَسْمَعُ اَوْ نَعْقِلُ مَا كُنَّا ف۪ٓي اَصْحَابِ السَّع۪يرِ ﴿10﴾

“Neredeyse cehennem öfkeden çatlayacaktır! Oraya her bir topluluk atıldıkça oranın bekçileri onlara, “Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?” diye sorarlar.

Onlar da şöyle derler: “Evet, bize bir uyarıcı gelmişti. Fakat biz onu yalanlamış ve ‘Allah hiçbir şey indirmemiştir. Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz’ demiştik.”

Yine şöyle derler: “Eğer kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli ateştekilerden olmazdık.” (Mülk 67/8-10)

Aklın birinci görevi eşyadaki düzeni, ilâhí gerçekleri anlama, sezme, onların üzerinde düşünüp yorum yapma, onların hikmetini idrak etmedir. Sonra da teslim olmadır.

Kur’an, mü’minler için bazı hükümleri sıraladıktan sonra;

كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ۟ ﴿242﴾

“İşte  Allah, size âyetlerini böyle açıklar; umulur ki akıl erdirirsiniz” (Bekara 2/242)

“Ey iman edenler! Sizden olmayanlardan hiçbir sırdaş edinmeyin. Onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar. Hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların kinleri konuşmalarından apaçık ortaya çıkmıştır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz size âyetleri açıkladık.” (Âli İmran 3/118) buyuruyor.

Görüldüğü gibi Kur’an bütün insanları akletmeye, aklı gereği gibi ve yerinde kullanmaya davet ediyor. Türkçe’deki deyimle ‘aklını başına alanlar’ hayatın sırlarını çözerler, varlığın ve onun ardından gelen ölümün arkasındaki gerçeği görürler. Kendilerine faydalı olan şeyleri tercih ederler, zararlı olanlardan kaçınırlar.

Hadis olarak nakledilen bir sözde şöyle deniyor: “Hiç kimse kendisini hidâyete götürecek ya da tehlikeden alıkoyacak akıldan daha faziletli bir şey kazanmamıştır.” (nak. Müfredat, s: 511)

 “Akıllı kimse, nefsini kontrol altına alıp ölümden sonraki hayat için hazırlık yapan, aciz insan da nefsinin hevasına (istek ve tutkularına) uyup da Allah’tan (olmayacak şeyleri) temenni eden kimsedir.” (İbni Mâce, Zühd/31 no: 4260)

Allah’ın teklifleri de (dinin emir ve yasakları) ancak akılla idrak edilir. Akıl, bu tekliflerin sebebini, hikmetini, yerine getirildiği zaman faydasını, yerine getirilmediği zaman zararını anlayabilir. İslâm akıllı insanlara hitap ediyor ve insanlara akıllarını kullanmalarını emrediyor.

İslâm akıl dini değildir ama akla hitap eder.

Herkeste az veya çok akıl vardır. Ama Kur’an’ın istediği selim akıl ve bu aklı kullanmaktır.

Akıl vahye tabi olursa doğru görür, doğru kararlar verir. Vahiyle inşa olmuş akıl mümeyyiz akıldır, âdildir.

Gerçek ‘ma’rifet’ ehli kimseler, akıllarını kullanırlar, neyin çirkin neyin güzel olduğunu o şeylere ait özelliklere bakarak tanıyabilirler. Çünkü onlar ‘selîm akıl’ sahibidirler. 

 

Akl-ı selîm:

Herkesin aklı var ama İslâmın insnlardan istediği akl-i selîmdir.

Sâlim, sağlam, doğru, kusursuz işleyen bir akıl, sağ duyu. Bu akıl anlayan, idrak eden, muhasebe yapan ve sonunda teslim olan akıldır.

Bu akıl, Kur’an’ın kullanılmasını istediği akıldır. (Bekara 2/242. Âli İmran 3/118) tekrar hatırlayalım.

اَفَلَمْ يَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَٓا اَوْ اٰذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَاۚ فَاِنَّهَا لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّت۪ي فِي الصُّدُورِ ﴿46﴾

“(Seni yalanlayanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette akledecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (Hacc 22/46 vd.)

Dinin korunmasını istediği beş ana emânetten biri işte bu akıldır.

Bu akıl vahya dayanarak hakikati anlar, Kur’an’a ve Sünnete muhalefet etmez, iyi muhakeme yapar ve en isabetli kararları verir. Vahye dayalı olarak rehberdir/kılavuzdur, ışığını vahiyden alan nûrdur, gücünü vahiyden alan bir gözdür.

Vahiyle barışık, ya da vahya dayalı düşünen akıl özgündür ve özgürdür. Hakikate, hikmete, insana ve onun maslahatına hizmet eder.

Tersi insan ve toplum için felakettir.

Selîm akıl; kalbin, selîm kalbin ruhudur, işlevidir.

Bu akıl aynı zamanda tefekkür, tezekkür, tedebbür, tefekkuh ve teakkul merkezidir.

Allah (cc) bu aklı insana hayatını kolaylaştırsın, her şeyi anlasın, düşünsün, ama özellikle kendisinden gelen hakikati idrak etsin diye verdi.

Selîm akla sahip olanlar, ya da aklını kullananlar Allah’ı daha kolay idrak ederler.

Zaten ma’rifete ulaşmanın yollarından biri aklı selîm yaptıktan sonra bununla  (yani sağduyu ile) hareket etmektir.

 Aklın selim olması kalbin selim olmasına bağlıdır.

 

Öyleyse selîm kalb (Kalb-i selîm) nedir?

-Yaratılış gayesini anlamış, selîm/sağlam, arınmış, münîb (Allah’a yönelen), mutmain (doymuş) kalb. Mü’minin kalbi.

Bu yürek, Hak’tan gelenlere iman edip teslim olan, şüphe, inkâr, şirk, vesvese, hırs, dünyaya tutkunluk, mâsivâ’yı sevmeden temizlenen kalbtir.

O münîb/Allah’a yönelen ve iman ile, imana karşılık verilenlerle mutmain olmuş/doygunluğa ermiş kalbtir. 

kalb-i selîm (selîm kalb-arınmış yürek) kalıp ifadesi iki âyette yer alıyor. Her ikisinin de hz. İbrahimle ilgili pasajlarda yer alması oldukça dikkat çekici.

وَاِنَّ مِنْ ش۪يعَتِه۪ لَاِبْرٰه۪يمَۢ ﴿83﴾ اِذْ جَٓاءَ رَبَّهُ بِقَلْبٍ سَل۪يمٍ ﴿84﴾

“Şüphesiz İbrahim de onun (Nûh'un) milletinden (onun tarafını tutanlardan) idi.

Hani o Rabbine kalb-i selîm (arı-duru bir yürek) ile yönelmişti.” (Saffât 37/83-84)

وَاِنَّ مِنْ ش۪يعَتِه۪ لَاِبْرٰه۪يمَۢ ﴿83﴾ اِذْ جَٓاءَ رَبَّهُ بِقَلْبٍ سَل۪يمٍ ﴿84﴾

“Şüphesiz İbrahim de onun (Nûh'un) milletinden (onun tarafını tutanlardan) idi.

Hani o Rabbine kalb-i selîm (arı-duru bir yürek) ile yönelmişti.” (Saffât 37/83-84)

Selim kalb, manevi hastalıklardan arınmış (uzak), aşırı mal ve evlat sevgisinin getireceği zararlardan kendisi kurtarmış, iman esaslarına samimiyetle inanmış, manen sağlıklı kalb.

Mü’min kalbi böyledir. Zira onun kalbi inanç açısından sağlamdır. İstikamet üzeredir. Hakikat hakkında zerre kadar şüphesi yoktur.

O aynı zamanda şükreden bir kalbtir.

Âyete göre âhirette bir kimseyi, eğer azabı hak etmiş ise, malı, serveti, makamı, çocukları kurtaramaz. Âhirette fayda verecek olan bu dünyada selîm bir kalbe sahip olmak, o kalb ile âhirete göçmektir.

Bu da tıpkı; “insanı ancak imanı, sâlih amelleri, bir de Allah’ın rahmeti kurtarır” demek gibidir.

İman olmazsa insanı hiç bir şey kurtaramaz. Selîm kalp aynı zamanda imanla dolu, imana yakışan fikir, duygu, düşüncelerle dolu kalbtir.

Selîm kalb; daha dar ve özel manada, İslâm'dan başka her şeye kapalı olan kalbdir.

Kalb-i selîmin, öncelikle küfürden, tereddütten, şirkten ve nifaktan sâlim olması gerekir. İnkârın yerleştiği bir kalb, sahibi her ne kadar ins ânî ve ahlâkî davransa da, selîm kalp olmaz. Böylelerinin “kalbim temiz” demelerinin bir anlamı yoktur.

 

-İnsanın varlık/hakikat karşısındaki durumu

-Tefekkür (düşünme);

Tefekkür, ‘fikr’ kuvvetinin hareket etmesine, fikir faaliyetine denir. Bu da, herhangi bir şey hakkında düşünme, kafa yorma, zihni çalıştırma, işin şuuruna varma anlamındadır.

Şuur, duyuların dış dünya ile ilişkiye geçmesi sonucu oluşan ve kalbe ulaştığı zaman belli bir bilgi meydana getiren şeydir. İnsan, bir şeyin şuuruna yani farkına vardıktan sonra, şuuruna vardığı şeyler hakkında düşünmeye, kalbinde onlar hakkında bir iz bulmaya başlar.

Allah’ın (cc) varlığı O’nun âyetleriyle bilinir, ki buna da ‘ma’rifet’ denilir. Bu anlamda O, ne düşünülendir (mütefekker’dir), ne de ma’lumdur (bilinen’dir). Ancak O ma’ruftur, yani âyetleriyle tanınandır. Allah (cc) düşünen (mütefekkir) de değildir. 

Kur’an’ın ifadesine göre ‘tefekkür’, Allah’ın kelimeleri, âyetleri, yarattığı nesneler, tüm varlıklar, oluşlar ve O’nun tarafından meydana getirilen olaylar üzerinde kafa yorup, aklı çalıştırıp düşünme, ibret alma, bunların arkasındaki gerçeğe ulaşma, bir anlamda Allah’ın Rabliğine varma faaliyetidir.

 

-Algılama (idrak);

Kur’an, bir takım nimetleri veya oluşları saydıktan sonra insanları tefekkür etmeye çağırıyor. Bu tefekkür insanı, nesnelerin ve olayların dış kabuğunda takılı kalmaktan alıkoyacak, onu ilâhî gerçeğe götürecektir.

Bu tefekkürden mahrum olanlar, eşyanın yaratılışının hikmetini, olayların arkasındaki kudret elini, yaratılıştaki sırları ve Yüce Rabb’in büyüklüğünü anlamazlar. Onlar dış görünüşlerle, kaba bilgilerle, eşyaya güçleri yettiği kadar sahip olmakla uğraşırlar. Bilimsel bilgilere ulaşsalar bile, bütün oluşumların, görünen şeylerin arkasındaki hikmeti düşünmezler.

Ama iman edenler, Allah’ın âyetlerini ve bunların hikmetini düşünerek, bunların niçin yaratıldığını anlamaya çalışırlar. Sonra da âlemlerin Rabbi Allah’a teslim olurlar.

 

-Değerlendirme;

Tefekkür eden kişinin kalbi değişir. Kalbin iyi yöne doğru değişmesi, kişinin ahlâkının iyiye doğru gitmesinin başlangıcıdır. Allah’ı, O’nun âyetlerini, ölümü ve ölümden sonrasını, hesab’ı ve Cehennemi çok düşünenler, elbette kendilerine çeki düzen verenlerdir.

Bu tefekkür ve algılamadan (idrak ve takdir etmeden) sonra ma’rifeti daha da güçlnene müslüman daha iyi insan olmaya, kulluğuna daha çok dikkat etmeye, daha az hata yapmaya, daha çok sâlih amel işlemeye çalışır.