İnsan (kul) ve onun en öncelikle görevleri hakkında bir sohbet-ders.

Hüseyin K. Ece

Hikmet Sohbetleri 6

Amsterdam 11.06.2019

 

Ma’rifetin imkanlarından: 2 - Âyetler

 

-Peygamberlerin görevi, âyet gerçeği ve onlara karşı tavır

Gerek kavlî (tenzilî), gerek kevnî (tekvinî) olsun Allah’ın haber verdiği, işitin, görün, okuyun, anlayın, üzerinde tefekkür edin, gereğini yapın dediği âyetlere karşı nasıl bir tavır takınmalı ? 

 

*Peygamberlerin ve Peygamberimizin görevi Allah’ın âyetlerini açıklamaktır.

وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِه۪ لِيُبَيِّنَ لَهُمْۜ فَيُضِلُّ اللّٰهُ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ﴿4﴾

“Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın. Allah, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İbrahim 14/4)

 

İbrahim’in (as) duası:

رَبَّنَا وَابْعَثْ ف۪يهِمْ رَسُولًا مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكّ۪يهِمْۜ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟ ﴿129﴾

“Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları her kötülükten arındırsın. Şüphesiz, sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.” (Bekara 2/129)

 

كَمَٓا اَرْسَلْنَا ف۪يكُمْ رَسُولًا مِنْكُمْ يَتْلُوا عَلَيْكُمْ اٰيَاتِنَا وَيُزَكّ۪يكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَۜ ﴿151﴾

“Nitekim kendi aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.” (Bekara 2/151)

 

لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اِذْ بَعَثَ ف۪يهِمْ رَسُولًا مِنْ اَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِه۪ وَيُزَكّ۪يهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَۚ وَاِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ ﴿164﴾

“Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âli İmran 3/164

 

هُوَ الَّذ۪ي بَعَثَ فِي الْاُمِّيّ۪نَ رَسُولًا مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِه۪ وَيُزَكّ۪يهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَۗ وَاِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍۙ ﴿2﴾

“O, ümmîlere, içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Hâlbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Cumua 62/2)

 

*Allah’ın âyetlerine iman müslüman olmaktır.

وَاِذَا جَٓاءَكَ الَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِنَا فَقُلْ سَلَامٌ عَلَيْكُمْ كَتَبَ رَبُّكُمْ عَلٰى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَۙ اَنَّهُ مَنْ عَمِلَ مِنْكُمْ سُٓوءًا بِجَهَالَةٍ ثُمَّ تَابَ مِنْ بَعْدِه۪ وَاَصْلَحَ فَاَنَّهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿54﴾

“Âyetlerimize iman edenler sana geldikleri zaman, de ki: “Selâm olsun size! Rabbiniz kendi üzerine rahmeti (merhameti) yazdı. Şöyle ki: Sizden kim cahillikle bir kabahat işler de sonra peşinden tövbe eder, kendini düzeltirse (bilmiş olun ki) O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (En’am 6/54)

 

*Allah’ın âyetlerine inanmamak da müslüman olmamaktır.

نَزَّلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَاَنْزَلَ التَّوْرٰيةَ وَالْاِنْج۪يلَۙ ﴿3﴾ مِنْ قَبْلُ هُدًى لِلنَّاسِ وَاَنْزَلَ الْفُرْقَانَۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَد۪يدٌۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ ذُو انْتِقَامٍ ﴿4﴾

“O, sana Kitab’ı hak ve kendisinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi. O, daha önce Tevrat’ı ve İncil’i insanlar için birer hidayet olarak indirmişti. Furkan’ı da indirdi. Şüphesiz, Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah, mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir.”

 

*Bazıları kalpleri olduğu halde âyetleri anlamazlar

وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَث۪يرًا مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۘ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَاۜ اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ ﴿179﴾

Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan (fıkhetmeyen), gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.” (A’raf 7/179)

Bu âyette kalb fıkıh kelimesinin şimdi zaman kalıbıyle (yefkahûne şeklinde) geliyor. Kalb kelimesi de insanın algı ve bilinç merkezi manasında kullanılıyor.

Buradaki kalb; akıl, damîr veya vicdan denilen şeydir. Yani kalb, idrak olunan şeyler hakkında hüküm verme yeri ve hidâyet araçlarından biridir. (Bilgiz, M. Kur’an Açısından Vicdan ve Değeri, s: 56)

 

*Allah’ın âyetlerini ve âhireti yalanlayanlara uyulmaz.

قُلْ هَلُمَّ شُهَدَٓاءَكُمُ الَّذ۪ينَ يَشْهَدُونَ اَنَّ اللّٰهَ حَرَّمَ هٰذَاۚ فَاِنْ شَهِدُوا فَلَا تَشْهَدْ مَعَهُمْۚ وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَٓاءَ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَالَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ وَهُمْ بِرَبِّهِمْ يَعْدِلُونَ۟ ﴿150﴾

“De ki: “Haydi, Allah şunu haram kıldı” diye tanıklık yapacak şahitlerinizi getirin. Onlar şahitlik etseler de sen onlarla beraber şahitlik etme. Âyetlerimizi yalanlayanların ve âhirete inanmayanların arzularına uyma. Onlar Rablerine, başka şeyleri denk tutuyorlar.” (En’am 6/150)

 

*Bu dünyada Allah’ın âyetlerini unutanlar, kıyâmette unutulacaklar.

وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى ﴿124﴾ قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَن۪ٓي اَعْمٰى وَقَدْ كُنْتُ بَص۪يرًا ﴿125﴾

قَالَ كَذٰلِكَ اَتَتْكَ اٰيَاتُنَا فَنَس۪يتَهَاۚ وَكَذٰلِكَ الْيَوْمَ تُنْسٰى ﴿126﴾ وَكَذٰلِكَ نَجْز۪ي مَنْ اَسْرَفَ وَلَمْ يُؤْمِنْ بِاٰيَاتِ رَبِّه۪ۜ وَلَعَذَابُ الْاٰخِرَةِ اَشَدُّ وَاَبْقٰى ﴿127﴾  

“Her kim de benim zikrimden (Kur’an’dan) yüz çevirirse, mutlaka ona dar bir geçim vardır. Bir de onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz.”

O da şöyle der: “Rabbim! Dünyada gören bir kimse olduğum hâlde, niçin beni kör olarak haşrettin?”

Allah, “Evet, öyle. Âyetlerimiz sana geldi de sen onları unuttun. Aynı şekilde bugün de sen unutuluyorsun” der.

“Haddi aşan ve Rabbi’nin âyetlerine inanmayanları işte böyle cezalandırırız. Şüphesiz ahiret azabı daha şiddetli ve daha kalıcıdır. (Tâhâ 20/124-127)

Bu âyetler ne ile anlaşılabilir? Ya da âyetler kime hitap ediyor?

 

-Âyetler ve ulu’l-elbâb

Kur’an hitabını bazı âyetlerde sadece akıl sahiplerine (ulu’l-elbâb’a) yöneltir.

Zira ancak onlar hak ile bâtıl arasını hakkıyla ayırdedebilirler. Onlar akıl ile  eşyanın hakikati hakkında ma’rifet sahibi olurlar, konuyu anlarlar.

Ulu’l-elbâb olmak düşünen ve hakikate şâhit olan bir vicdan sahibi olmayı da anlatır. Hakka teslim olanlar işte bu düşünen vicdanın sesini dinleyenlerdir.

Ulu’l-elbâb kalıbı; derin kavrayış, basiret, iz’an sahibi olmak, akleden kalbe sahip olmak anlamında kullanılıyor. Mesela; kısasta hayat olduğunu ancak ulu’l-elbâb (akleden bir kalbe) sahip olanlar anlarlar. (Bekara 2/179)

“Sezme, anlama ve bir şeyin mahiyetini kavrama gücü” anlamına gelen bu kelime, daha çok insanın derunî, vicdanî âlemine ve gönül dünyasına hitap etmek maksadıyla kullanılır. 

“Ulu’l-elbâb” akıllı olmayı, derin kavrayış sahibi olmayı ifade eder.

Allah (cc) ulu’l-elbab sahiplerine seslenerek, âhiret için azık edinmelerini ve Allah’a karşı gelmekten sakınmalarını emrediyor. (Bekara 2/197) Kurtuluşun yolu aklı bu yolda kullanmaktır.

Kur’an bunu şöyle ifade ediyor:

فَاتَّقُوا اللّٰهَ يَٓا اُو۬لِي الْاَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ۟ ﴿100﴾

“... Allah’tan hakkıyla korkup çekinin (ya da sorumluluk bilinciyle davranın)  ey akıl sahipleri (ey ulu’l-elbab), belki felaha erersiniz.” (Mâide 5/100)

Bundan önce geçmiş toplumların ve peygamberlerin kıssalarında akıl sahipleri (ulu’l-elbab) için ciddi ibretler vardır.

لَقَدْ كَانَ ف۪ي قَصَصِهِمْ عِبْرَةٌ لِاُو۬لِي الْاَلْبَابِۜ

“Andolsun ki, onların kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır...” (Yûsuf 12/111)

Kur’an, ulu’l-elbâb sahipleri öğüt alsınlar, üzerinde düşünsünler diye gönderildi.

Bu Kur’an; kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara bir bildiridir.” (İbrahim 14/52)

كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ مُبَارَكٌ لِيَدَّبَّرُٓوا اٰيَاتِه۪ وَلِيَتَذَكَّرَ اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ ﴿29﴾

Bu Kur’an, âyetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri (ulu’l-elbab) öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.” (Sâd 38/29)

Ulu’l-elbâb sahipleri varlıktaki Yaratıcı Gücü anlarlar ve gereğini yaparlar.

اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَاٰيَاتٍ لِاُو۬لِي الْاَلْبَابِۚ ﴿190﴾

Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde derin kavrayış (akl-ı selîm) sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.” (Âli İmran 3/190-191. Ayrıca bkz: Zümer 39/21)

 

-Âyetler ve ulu’n-nühâ

İki âyette geçen “ulu’n-nüha’ da derin kavrayış, anlayış, iz’an sahibi olmak, engelleyen akıl demektir. Çünkü o sahibini çirkin işleri yapmaktan alıkoyar. (en-Ne’al, M. F. Mevsûatu’l-Elfâzi’l-Kur’aniyye, s: 793. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 773)

‘Nuhâ”; ‘iyiyi kötüden ayırdıktan sonra kötü olandan yasaklayan akıl’ demektir. Buna göre “ulu’n-nühâ” da derin kavrayış sahibi demek olur.

اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْدًا وَسَلَكَ لَكُمْ ف۪يهَا سُبُلًا وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۜ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ٓ اَزْوَاجًا مِنْ نَبَاتٍ شَتّٰى ﴿53﴾ كُلُوا وَارْعَوْا اَنْعَامَكُمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِاُو۬لِي النُّهٰى۟ ﴿54﴾

“O, yeri size beşik yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indirendir. Onunla biz çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık.

Yiyin, hayvanlarınızı yayın. Şüphesiz bunda akıl sahipleri (ulu’n-nuhâ) için (Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren) deliller vardır.” (Tâhâ 20/53-54)

Kur’an burada akıl sahiplerini, ya da akleden kalbe sahip olanları “ulu’n-nühâ” olarak nitelendiriyor.

Yönünü şaşırmayan akıllar Allah’ın yarattığı bu muazzam kâinat düzenine hayret ederler. Bundaki sayısız deliller, belgeler (âyetler) üzerinde düşünürler. Bunu tasarlayan ve yaratan bir Yaratıcı olduğunu anlarlar. Kâinattaki yerlerinin farkına varıp hadlerini bilirler.

Aklını hakkı ve hakikati bulmak için kullananlar bu âyetlerin işaretiyle Hakka giden bir yol bulurlar. Bu ‘nuhâ akıl” sayesinde kendilerini sapıklığa, hataya, günaha, kötülüklere sürükleyen inançlardan, fikir ve davranışlardan uzaklaşırlar.

اَفَلَمْ يَهْدِ لَهُمْ كَمْ اَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ يَمْشُونَ ف۪ي مَسَاكِنِهِمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِاُو۬لِي النُّهٰى۟ ﴿128﴾

“Yurtlarında dolaşıp durdukları, kendilerinden önceki nice nesilleri helâk etmiş olmamız, onları doğru yola iletmedi mi? Şüphesiz bunda akıl sahipleri (ulu’n-nuhâ) için ibretler vardır.” (Tâhâ 20/128)

 

-Âyetlerle ilgili okunması gereken dört kitap

İlâhi irade insanın önüne okuması ve anlaması, sonra da gereğini yapması için dört kitap koymuştur. Bunlar aynı zamanda yukarıda anlatılan tekvinî (kevnî) ve tenzilî (kavlî), afakta, enfüste ve Kitap’taki âyetlerdir.

Bunlar: Kâinat, insan, vahiy ve hadisât

-Hadisât; Allah’ın hem insan ve toplum bünyesine koyduğu yasalar, hem de bu yasalara uyan ve uymayan kişi ve kavimlerin Kur’an’daki ibretlik öyküleridir.

Allah (cc) tabiata, evrene ve bunlardaki her şeye bir yasa, düzen (mizan), uyum, işlev ve hedef koyduğu gibi; insan ve toplum hayatının düzeni, uyumu ve mutluluğu için de yasalar, ölçüler, hükümler, sınırlar koymuştur.

 

-Mü’min önüne konulan bu dört kitabı Allah adıyla ya da Allahlı okursa, ma’rifet sahibi olur ve konuyu anlar, idrak eder. Konuyu anlamak başlangıçtır. Kişiyi bu hayat yolculuğunda hedefe doğru götürür.

Besmele bu okumanın anahtarıdır. Kişiyi okumanın amacına ulaştıracak başlama iradesidir. Bismillahirrahmanırrahim diye başlayan hem iman tazeler, hem eşyanın O Yüce Yaratıcıya ait olduğunu itiraf eder, hem de okumasının hedefini belirler.

Kişi okumaya Besmele ile başlıyorsa ve Besmele ile okuyorsa; Kur’an okumak ile yaratıkları, tabiat olaylarını, evrendeki âyetleri okumak arasında farz yoktur. Değil mi ki Allah’ın âyetlerini okuyor. O’nun kavlî (tenzilî) âyetleri Kur’an’da, kevnî (tekvinî) âyetleri de kâinattadır.

Üstelik âyetler Allah adıyla okunursa tam anlaşılır. Okunan ve anlaşılan âyetler insanı Allah’a götürür. Allah adıyla çıkılan yol, yolcuyu yolun sonunda menzil-i maksuda, yani Allah’a ulaştırır.

Mü’min kevni âyetleri de Besmele ile, Allah’ın adıyla okursa, hakikate ulaşır, Allah hakkındaki tasavvuru hak bir noktaya gelir. Bu açıdan kişiyi Allah’a götürecek, Allah hakkındaki tasavvurunu düzeltecek bütün ilimler ve bilgiler değerlidir.

Zaten Allah (cc), vahyi (Kur’an’ı) “Yaratan Rabbinin adıyla oku” emriyle göndermeye başlamıştı.

 

-Allah adıyla okuma

اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَۚ ﴿1﴾ خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍۚ ﴿2﴾ اِقْرَأْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُۙ ﴿3﴾ اَلَّذ۪ي عَلَّمَ بِالْقَلَمِۙ ﴿4﴾ عَلَّمَ الْاِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْۜ ﴿5﴾

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!

O, insanı “alak”dan yarattı.

Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir.” (Alak 96/1-5)

“Kur’an’a göre Allah’ın adı, hayatın her alanında insanın önüne çıkan duvarlarda açılan kapıdır. Dahası kapalı kapıları açan mükemmel ve muhteşem bir anahtardır.

İlk âyet bir emirdir: “Rabbinin adıyla oku..”

İlk vahiy insandan sadece okumayı değil Allah adına okumayı istemektedir.

Çünkü bütün akletme faaliyetleri bir okumadır. Allah adıyla okumayan insan

okuduğunu yanlış okur.

Bir şeyi kim adına okuyorsanız onu referans alıyor ve anlamlandırıyorsunuz demektir. Allah adına okumak kâinatı Allah’ı referans alarak okumak/anlamak demektir. İnsan böyle bir okuma ile hak ve hakikate ulaşır.

Varlık kitabını Besmelesiz okumaya çalışmak onu sahte ve ait olmadığı bir referans ile okumaya kalkışmaktır. Yanlış okuma sonuçta yanlış anlamaya, yanlış kararlara ve davranışlara götürür.

Allah adına okuma, okumaya konu olan her şeyin kutsal ve aşkınla olan irtibatını keşfetmektir. Allah adı zaten yücedir.

تَبَارَكَ اسْمُ رَبِّكَ ذِي الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِ ﴿78﴾

“Azamet ve ikram sahibi Rabbinin ismi pek yücedir.” (Rahman 55/78)

Bu yüce isimle okumak okuyan herkesi ve okunan her şeyi O yüce olandan yola çıkarak anlamaya çalışmaktır.

Allah adına okuma Allah’ın her an hayata müdahele ettiğini görmedir.

O’nun her alandaki varlığını O’nun adıyla okuyan, bakan görür,

O’nun adıyla işiten kulak duyar,

O’nun adıyla işleyen akıl akleder,

O’nun adıyla bilen bilinç kavrar,

O’nun adıyla hisseden bir yürek fark eder.

Şu âyeti tekrar hatırlayalım:

Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan (fıkhetmeyen), gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.” (A’raf 7/179)

قُلْ هُوَ الْقَادِرُ عَلٰٓى اَنْ يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عَذَابًا مِنْ فَوْقِكُمْ اَوْ مِنْ تَحْتِ اَرْجُلِكُمْ اَوْ يَلْبِسَكُمْ شِيَعًا وَيُذ۪يقَ بَعْضَكُمْ بَأْسَ بَعْضٍۜ اُنْظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّهُمْ يَفْقَهُونَ ﴿65﴾

De ki: “O, size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeğe, ya da sizi grup grup birbirinize düşürmeğe ve kiminizin şiddetini kiminize tattırmaya gücü yetendir.” Bak, anlasınlar diye, âyetleri değişik biçimlerde nasıl açıklıyoruz.” (En’am 6/65)

 

**Kur’an, Kur’an okumayla, yani âyetleri okumayla ilgili üç temel kavram kullanıyor: Tilâvet, kıraat ve tertîl.

Tilâvet; lafızları arka arkaya dizmek, tekrar etmek, aktarmak, gereğini yapmak, takip etmek anlamlarına gelir.

Tilâvetin “takip etmek” manası ile Hûd 11/17 ve Güneşe ve onun aydınlık veren parlaklığına; onu izlediğinde aya (yemin olsun)” (Şems 91/2)deki “telâ” fiilinin kullanımlarında da görülüyor.

Şems 91/2deki “telâ” fiili oldukça dikkat çekici. Ay (Kamer) Güneşi (Şems’i) nasıl takip ediyorsa, Kur’an’ı okuyan ve kendisine Kur’an okunan da Kur’an’ı takip etmelidir. Bir anlamda onun hükümlerini, ilkelerini, dünya ve âhiret görüşünü hayatın vazgeçilmezi yapmalıdır. Bu şekilde Kur’an okuyan kişi aklını ve gönlünü Kur’an’ın yörüngesine koyacaktır. Ayın Güneşi takibinin en önemli sonucu, hem kendisinin aydınlanması hem de ışığını alıp başka taraflara yansıtmasıdır.

Tilâvet denen okuyuşta, bir taraftan Kur’an’ı takip etmek ve onun ilkelerini uygulamak vardır, diğer taraftan da onun ışığını alıp insanlığa yansıtmak anlamı vardır. Işığı yansıtabilmek için önce aydınlanmak gerekir. Kendisi aydınlanmadan başkasını aydınlatmak mümkün değildir. Bu nedenle Allah (cc) insanın aydınlanmasını Kur’an ile iletişim şartına bağlamıştır. Demek ki tilâvet sadece okumak değil, tekrarlamak ve aktarmak değil, aynı zamanda okunanı uygulamaktır.

 

Kıraat; tilavetten farklıdır ve ondan daha geniş bir anlamı vardır. Çünkü kıraat, tilavete göre daha entellektüel bir okluma faaliyetidir. Bu yüzden Kur’an okunurken şeytandan Allah sığınmamız emredildiği Nahl 16/98de tilâvet değil, kıraat kelimesi kullanılıyor.

فَاِذَا قَرَأْتَ الْقُرْاٰنَ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ ﴿98﴾

“Kur’an okuduğun zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.”

Şeytan  Kur’an’ı anlama çabasına yönelik kıraatı saptırabilir, tilâveti değil. “Kur’an okuduğun zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.”

Kıraatten maksat; Kur’an’ı anlamak, düşünmek, içerisindekileri öğrenmek ve onu yaşamaktır.

 

Tertîl; bu da bir tür okumadır. Tertîl: Bir şeyi güzelce dizmek, tertiplemek ve sözü kusursuzca açıklamak demektir.

Tertîl: Kur’an’da sadece iki yerde kullanılır. (Furkan 25/32. Müzemmil 73/4) İkisi de vahyi anlama ve hayata aktarma bağlamında gelir.

يَٓا اَيُّهَا الْمُزَّمِّلُۙ ﴿1﴾ قُمِ الَّيْلَ اِلَّا قَل۪يلًاۙ ﴿2﴾ نِصْفَهُٓ اَوِ انْقُصْ مِنْهُ قَل۪يلًاۙ ﴿3﴾ اَوْ زِدْ عَلَيْهِ وَرَتِّلِ الْقُرْاٰنَ تَرْت۪يلًاۜ ﴿4﴾

“Ey örtüsüne bürünen (Peygamber)! Gecenin yarısında uyanık ol, ya bu miktarı biraz eksilt! Veya buna biraz ekle. Ve Kur'an'ı tertil ile oku!” (Müzemmil 73/1-4)

Tertil; özümseyerek, hissederek, yüreğinde duyarak, adeta vahiy ile bütünleşerek, yavaş yavaş okumak” demektir.

 İsrâ 17/106, başkasına aktarırken de ağır ağır okumayı emreder.

وَقُرْاٰنًا فَرَقْنَاهُ لِتَقْرَاَهُ۫ عَلَى النَّاسِ عَلٰى مُكْثٍ وَنَزَّلْنَاهُ تَنْز۪يلًا ﴿106﴾

Biz Kur’an’ı, insanlara dura dura okuyasın diye âyet âyet ayırdık ve onu peyderpey indirdik.”

Tertîl, tebyîn ve tefrik ile açıklanır. Bir şeyin “intizam” ve “istikametine” delâlet eder. (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, )

Kıraatte tertîl;  Kur’an’ı, acele etmeden, harfleri ve harekeleri açık bir şekilde, mana ve hikmetini düşünerek okumaktır. (Kurtubî’den)

Tertil emrinin amacı, vahyin mânalarının akleden kalbe iyice hâkkedilmesidir وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَوْلَا نُزِّلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ جُمْلَةً وَاحِدَةًۚ كَذٰلِكَ لِنُثَبِّتَ بِه۪ فُؤٰادَكَ وَرَتَّلْنَاهُ تَرْت۪يلًا ﴿32﴾

İnkâr edenler, “Kur’an ona bir defada toptan indirilseydi ya!” dediler. Biz, Kur’an’la senin kalbini pekiştirmek için onu böyle kısım kısım indirdik ve onu ağır ağır okuduk.” (Furkan 25/32)

Bazılarına göre tertil; Kur’an’ı tecvid kurallarına göre en güzel şekilde okumak anlamına da gelir. Ancak tecvitle Kur’an okumayı, sadece “ayın çatlatmaktan ve musikiye dönüştürmekten” ibaret hale getirmek ise, Kur’an’ın câhilce okunması demektir. (M. Türk Meali, âyet notu)

Kur’an’ın Mushaf’a indirgenmesi gibi, tertil tecvide, tecvid telaffuza, kıraat ses sanatına indirgenmiştir.

Kurtubî (ö. 1273)bile kendi zamanında tertil’in yerini sadece güzel sesle okumanın almasından şikâyet etmiş. (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, )

**Buradan anlaşılıyor ki Kur’an okumak, onu önce diliyle teleffuz etmeyi (tilâvet),

ardından anlamayı (kıraat)

ve peşinden de sindire sindire okumayı (tertîl’i) gerektirmektedir.

Şöyle bir sıralama yaparsak, bu üç kavramın aralarındaki farkı ortaya koymuş oluruz.

Tilâvet dilin,

kıraat aklın ve zihnin,

tertîl ise kalbin ve gönlün okumasıdır.

Üç kavram birlikte vahyin hayata okunmasını bildiriyor.

İdeal bir okuma üçünü de içine almalıdır. Bunlardan biri yoksa okuma eksik kalır. Çünkü bunlar gerçekleşince onunla aydınlanmış gönül, Kur’an’ı eylemlere yansıtır.

Bütün bu özellikleri düşündüğümüzde Kur’an’ı ağır ağır, yavaş yavaş, sindire sindire okumanın niçin emredildiği anlaşılır.

Allah (cc) Müzemmil Sûresinde Kur’an’ın tertîl üzerine okunmasını emretmekte, gerekçesini de vahyin mesaj, içerik ve sorumluluk ağırlığına bağlamakta. Aynı şekilde Furkan 25/32de inkârcılara cevap olmak üzere Kur’an’ın peyderpey indirilmesi ve tertîl üzere okunması da, gönlün inşası ve motive edilmesi olarak belirlenmektedir. 

Kur’an-gönül ilişkisini doğru kurabilmek için Kur’an’ı yüzünden okumak yeterli olmaz, onu kalbin derinliklerinde hissederek okumak gerekir. Yürekten okunan Kur’anın yüreğe yerleşeceğinde ve hayatı proğramlayıp inşa edeceğinde şüphe yoktur.

İndirilişi 23 yılda peyderpey gerçekleşen Kur’an’ın okunuş şekli de kıraat, tertîl ve tilâvet içerikli olarak gerçekleşmeli. Sadece fertlerin kendi özel okumalarında değil, İsrâ 17/106da belirtildiği gibi, başkalarına okunmasında da takip edilmesi istenen yol aynıdır.

Kur’an Allah’ın istediği gibi okunursa ölü hayat dirilir.

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اسْتَج۪يبُوا لِلّٰهِ وَلِلرَّسُولِ اِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْي۪يكُمْۚ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِه۪ وَاَنَّهُٓ اِلَيْهِ تُحْشَرُونَ ﴿24﴾

Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Resûlü’nün çağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.” (Enfal 8/24) 

Cansız gibi duran insanın manevi dünyası manen canlanır. Böylece Allah’a duyduyu saygı nedeniyle boyun büküp O’nun yüceliği karşısında küçüklüğünü lisan-ı hal ile ve iradeli seslenişiyle itiraf edecektir.

لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ خَاشِعًا مُتَصَدِّعًا مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِۜ وَتِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ ﴿21﴾

Eğer biz, bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, elbette sen onu Allah korkusundan başını eğerek parça parça olmuş görürdün. İşte misaller! Biz onları insanlara düşünsünler diye veriyoruz.” (Haşr 59/21)

Kur’an’ı sadece hastalara, ölülere veya namazda okunması yeterli değildir. Kur’an’ı anlamadan da okumak, hatta okumasını bilmeyenlerin sayfalarına bakmaları bile ibadettir.  Ancak bilinmelidir ki Kur’an’ın indiriliş amacı bu ikisi de değildir.  (Okuyan, M. Kısa Sûrelerin Tefsiri, 1/41-43)

“Alak 1. âyetteki “oku” emrinin , “utlu/tilâvet et” şeklinde değil de, “ikra/kıraat et” şeklnde gelmesi dikkat çekicidir.

Âyetteki emir yazılı bir metni okumak veya belli kelimeleri tekrarlamak değil. Çünkü vahiy, yazılı olarak gelmemeşti. Kaldı ki ilk vahyin geliş zamanı da gündüz değil, geceydi.

Öyle anlaşılıyor ki, âyette kasdedilen okumak “düşünmek, duyurmak, tebliğ etmek veya ibret nazarıyla gözlem yapmak” şeklinde kendine özle bir çeşit okumaktır.” (Okuyan. M. Kısa Sûrelerin Tefsiri, 1/348)

“Oku” O halde her yürek fethetmek isteyen işe okuyarak başlamalı ve tabi ki okutarak başlamalı. Çünkü son vahiy söze oku buyruğu ile başladı ve Peygamberin yüreğini de bu emirle açtı: “Yaratan Rabbinin adıyla oku”

Oku emri, okumanın bütün anlamlarını içerisine alır. Kitabı oku, tabiatı oku, kâinatı oku, olayları oku, tarihi oku ve hepsinden öte kendini oku.

Okuyarak oku, düşünerek oku, duyarak oku. Ama inanarak ve Allah’ın adıyla oku.

Okuyarak bilgiyi,

düşünerek hikmeti,

yaşayarak tecrübeyi,

duyarak irfanı elde etmek mümkündür.

Tefekkür bir okuma biçimi, zikir bir okuma biçimi, tesbih bir okuma biçimidir; tıpkı kıraat ve tilâvet gibi.