İnsan (kul) ve onun en öncelikle görevleri hakkında bir sohbet-ders.

Hüseyin K. Ece

Hikmet Sohbetleri 7

Amsterdam-18 Haziran 2019

 

Ma’rifetin imkanlarından: 3

 

-Allah’ın isimleri (el-Esmâu’l-Hüsnâ)

Kişiyi ma’rifete ulaştıran imkanlardan biri de Esmâu’-Hüsnâ’dır. Zira Allah (cc) kendini bize bunlarla tanıtıyor. Esma’yı hakkıyla tanıyan imanını güçlendirir; iman ettiği Rabbine şükür konusunda şuuru artarır.

Bu terkip Kur’an’da dört yerde geliyor. Bunlar nüzûl sırasına göre şöyle:

1-Tâhâ 20/17

2-İsrâ 17/110

3-A’raf  7/180

4-Haşr 58/24

İki tanesini hatırlayalım:

وَلِلّهِ الأَسْمَاء الْحُسْنَى فَادْعُوهُ بِهَا وَذَرُواْ الَّذِينَ يُلْحِدُونَ فِي أَسْمَآئِهِ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

{180}  

„En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.“ (A’raf  7/180)

هُوَ اللَّهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْأَسْمَاء الْحُسْنَى يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ

 الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ {24}‏  

O, yaratan, var eden, şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun şanını yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.“ (Haşr 58/24)

„Kur’an, marifetullah (Allah’ı tanıma) bilgisini Allah’ın isim ve sıfatları yoluyla vermektedir. Kur’an’da yüz civarında isim ve sıfat bulunmaktadır.

Bu isim ve sıfatların birçoğu müşrik ve münkirlerin Allah (c.c.) hakkındaki düşüncelerini reddetmek ve doğrusunu göstermek için zikredilmiştir. Birçoğunda da Allah, kendi kendisini tanıtmaktadır. “Nasıl bir Allah?” sorusu, Kur’an’da zikredilen “esmâü’l Hüsna ve sıfatların bildirdiği ve tanıttığı Allah” şeklinde cevaplandırılabilir.

Âyet ve hadislerde zikredilen esmâü’l-hüsnâ, Allah’ın nasıl bir varlık olduğunun, O’nun niteliklerini, özelliklerini ve hangi vasıflara sahip olup olmadığını beyan eden isim ve sıfatlardır.

Allah’a ait olan bu isimlerin aynen bir başkasında da olduğuna inanmak insanı şirke götürür. Tevhidin bir anlamı da Allah’ın isim ve sıfatlarında tek bir olduğunu, başkalarının Allah’a, Allah’ın da başkalarına (yarattığı varlıklara) benzemediğine inanmaktır. “O’nun (Allah’ın) benzeri gibi olan hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.” (42/Şûrâ, 11)

Allah’ın güzel isimlerinden ilk dört tanesi:

ALLAH: Kâinatı yaratıp yöneten, bütün övgü ve ibâdetlere lâyık, varlığı zorunlu olan, ulûhiyete mahsus sıfatların hepsini kendinde toplamış bulunan yüce Zât’ın özel ve en kapsamlı adı, lafza-i celâl.

er-RAHMÂN: İlâhî rahmet, lütuf ve koruyuculuğu bütün mahlûkatı kapsayan, dünyada İman eden ve etmeyen herkese merhamet edip nimetlendiren.

er-RAHÎM: Çok merhamet edip bağışlayan, dünyada kendisine İman edip emirlerine uyanları âhirette ebedî nimetlerle mükâfatandıracak olan.” (A. Kalkan, Gençler İçin Akaid, s: 211)  

er-RAB: Her şeye şekil veren, her şeyin sahibi ve her şeyi yöneten. er-Rabb; yasadığımız dünya, felekler, yıldızlar, ay ve güneş birer âlemdir. Bütün bu âlemler bir ahenk içindedirler. Bu da Allah'ın er-Rab ismini bir tecellisidir.

Evrendeki düzenin kurallarını koyup, varlıkları bir ahenk içinde yaşatma da er-Rab isminin gereğidir.

Canlıların doğduktan sonra, her biri, farklı biçim ve suretle büyümleri, olgunlaşmaları, bir anlamda terbiye olmaları hep Allah’ın Rabliğinin yansımasıdır.

 

el-Esmâu’l-Hüsnâ’yı bilmenin önemi açısından    

-Allah tasavurrunu düzeltir/Allah’ın hakkıyla idrak etmeyi öğretir,

-Allah’ın fiillerini, neler yapabileceğini öğreniriz,

-Acziyetimizi idrak ederiz, (Mevlana’ya niçin nafile oruç tuttuğunu soranlara; acziyetimi daha iyi idrak etmek için diye cevap vermiş.)

-Mükemmelliği öğrenme ve örnek alma imkanı buluruz. Olgun mü’min yetiştirmenin imkanlarından biri de el-Esmâu’l-Hüsnâ ile eğitimdir.

-Esmâ’l-Hüsnâ Allah’a yaklaşma vesilesidir.

 

el-Esmâyı saymak ve ezberlemek

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet etmiştir:

“Allah’ın 99 ismi vardır. Yüzden bir eksik. Bu isimleri bir kimse sayarsa cennete girer. O tektir, teki sever.” (Buhârî, De’avât, 68, no: 2585, 6410)

“Allah’ın 99 ismi vardır, yüzden bir eksik. Kim bunları sayarsa/ezberlerse (ihsâ) cennete girer.” (Buhârî, Tevhîd/12, Şurût/18. Müslim, Zikir/2 (5,6) no: 2677. Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, Nu’ût/1)

“Allah’ın 99 ismi vardır. Kim bunları sayarsa (ihsâ) cennete girer.” (Tirmizî, De’avât/83 no: 3507 )

 “Hadislerde geçen ihsâ (saymak) ve hıfz (ezberlemek) kelimeleri ile maksat; Allah’ı güzel isimleriyle tanımak, O’na O’nun istediği şekilde ibâdet ve itaat etmektir. Yoksa bu isimleri anlamadan ezberlemek ve tekrarlamak değildir. Meselâ bir insan yaptığı bir işte Allah’ın kendisini gördüğünü, yaptıklarını bildiğini, ameline göre ödül veya ceza vereceğini düşünmesi ve ona göre hareket etmesi Allah’ın isimlerini hıfz ve ihsâdır.

Esmâü’l-Hüsnâya gönülden bağlanmak, mânâlarını düşünmek, davranışlarına bu isimler istikametinde yön vermek isimler konusunda mü’minlerin görevi ve cennet vesilesidir. Meselâ Allah’ın Basîr (her şeyi gören), Semî’ (her şeyi işiten) ismini unutmayıp gönülden bu inanca sahip olan kişi, elini ve dilini kötülüklere uzatmaya devam eder mi?” (A. Kalkan, Gençler İçin Akaid, s: 220)  

 

el-Esmâu’l-Hüsnâ’nın tecellileri açısından,

el-Esmâu’l-Hüsnâ’nın varlık üzerinde tecellisi, bizzat fiili varlığa dünüşü söz konusudur.

Aslında fâil Allah’tır. Biz yaratma, şekil verme, yönetme, değiştirme, eşya için kanun koyma söz konusu olunca, onu Allah’ın bir ismiyle, ya da bir sıfatıyla açıklamaya çalışıyoruz.

Allah’ın her bir isminin veya bir kaç isminin etkisi (tecellileri) varlık –özellike insan- üzerinde görülmektedir. Yani Allah (cc) kendine ait özelliklerden küçük bir cüz’ünü yarattıklarına vermiştir. Ancak yaratıklara verilen bu ilâhî özellikler mukayyedtir, gücünü ve faaliyet iznini O’ndan almaktadır.

Allah (cc) el-Esmâü‘l-Hüsnâ’sıyla varlığa, Güneşin aynada göründüğü gibi tecelli etmiştir.

Hz. Ali‘ye (ra) nisbet edilen “nereye baksam Allah’ın san’atını, kudretini, ilmini görürüm” sözü bu manaya gelse gerek. Mesela;

er-Rahîm sıfatının tecellisini insanda ve hayvanda merhamet, ilgi, bağış ve fedakârlık olarak,

el-Velî isminin tecellisini, ebeveynin çocuğa velâyeti olarak,

el-Kadîr isminin tecellisini, sınırlı güç ve kuvvet olarak,

el-Basîr isminin tecellisini görme olarak,

el-Cemîl isminin tecellisini insanda sanat ve estetik duygusu olarak,

el-Alîm isminin tecellisini ilim-bilgi ve ma‘rifet olarak,

el-Hakîm isminin tecellisini, insandaki hükmetme yeteneği ve duygusu olarak,

el-Kerîm isminin tecellisini kerem, cömertlik ve şeref duygusu olarak tecelli ettiğini görüyoruz.

el-Vedûd ismi Allah’ın hem sevdiğini hem de sevildiğini anlatır.

Câzibe (çekim kuvveti), el-Vedûd isminin kozmik tecellisidir. Cazibe olmasa, yer yağmuru ve tohumu, dağ bulutu, anne yavruyu kucağına çekmezdi.

Bir haftalık çocuğunuzu nasıl dikkat ederek, hiçbir tarafını incitmeden severseniz, çiçekli bir yerde dolaşırken çiçekleri ezmeden gezerseniz;

yeryüzünü dolaşırken de “bu dağlar, bu taşlar, bu kuşlar, bu denizler, bu yıldızlar, bu çiçekler, bu böcekler âlemlerin Rabbinin eseridir demelisiniz.

Yunus Emre‘nin “sordum sarı çiçeğe” ilahisinde söylediği çiçeklerin “Allah” diyerek açtığını,

derelerin/ırmakların “Allah” diyerek aktığını,

rüzgârların “Allah” diyerek estiğini, yağmurun karın Allah diyerek düştüğünü,

Rabbimizin Kur’an‘ında birinci derecede iman üzerinde durması bundandır. Çünkü insan için en öncelikli görev, Rabbini tanıması, anlaması, yani takdir etmesidir, yani ma’rifettir.

Esmâu’l-Hüsnâ bu çabanın, bu imanın imkanlarından biridir.

 

-Esmâü’l-Hüsnâ konusunda doğru yoldan sapmak

„Kur’an, esmâü’l-hüsnâ konusunda ilhad adını verdiği tavrı yasaklamıştır. (7/A’râf, 180) Bu ilhâd kavramıyla, Allah’ın isimleri ve nitelikleri konusunda ciddiyet göstermeyen, lâubâli davranan, Allah hakkında zan ile konuşan ve bilmediğini söyleyenler (2/Bakara, 80) kast edilmiştir.

Allah’ın isimleri konusunda doğru yoldan sapmak, hiç şüphesiz, sadece isimlerin lafızlarıyla ilgili bir durum değildir. Belki de âyetin sakındırdığı asıl sapma, Allah tasavvuru konusundaki sapmadır.

Zaten isimler konusundaki sapma, tasavvurdaki sapmanın bir sonucudur.

Tasavvurdaki sapma muhtevâya yönelik, isimlerdeki sapma ise biçime yöneliktir.

Allah’ın isimleri konusunda doğru yoldan sapmanın farklı boyutlarını şu başlıklar halinde toplayabiliriz:

1-Allah’a isim koyma yoluyla, Allah’ı tanımlamaya kalkmak: Bu Allah’ı tanımanın önündeki en büyük engeldir.  

2-Allah’ın kendi zâtı için seçip beğendiği isimleri veya onların mânâlarını reddetmek: Birinci maddenin tersi bir sapmadır.

Zaten Allah’a O’nun şânına yaraşmayan isimler ve sıfatlar yakıştıran biri, O’nun kendi zâtı için seçip beğendiği isim ve sıfatlarla sorunlu demektir.

3-Allah’ın isim ve sıfatlarını, onların içeriklerini görünür görünmez varlıklara vermek: Allah dışında herhangi bir varlığa, sadece Allah’a ait olan mükemmelliklerden birini veya birkaçını yakıştırmak. Yakıştırılan ister bir peygamber, ister bir aziz, ister bir velî, isterse bir put olsun; fark etmez.

4-Allah’ın isimlerinin anlamlarını tahrif etmek ve onlara kendilerinde bulunmayan anlamlar yüklemeye veya var olan anlamlarını eksiltmeye yeltenmek: Bu tahriftir ve tahriflerin en büyüğü, Allah hakkında yapılanıdır.

5-Esmâü’l-hüsnânın içeriğini boşaltmak: Bu, genellikle mutlak tenzihe sapanların ihlâdıdır. İsimsiz ve vasıfsız bir Allah tasavvuru, Allah’ın âlemden bağımsız varlığını inkâra çıkar. Böyle bir tasavvurda Tanrı, sanal bir varlık halini alır.

6-Allah’ın, esmâsıyla hayatın tüm alanlarına tecellisini inkâr edip O’nu hayattan dışlayan bir tasavvura sapmak: Modern sekülerlik/laiklik, sapmanın bu türünü içinde en yoğun bir biçimde barındırmaktadır.” (A. Kalkan, Gençler İçin Akaid, s: 218)

 

Allah’ın sıfatları (Sıfatullah)

“Allah’a  İman etmek için Allah’ı bilmek lazımdır. Fakat Allah’ın  zâtı ve  mahiyeti bilinemez. İnsanlar bu konuda düşünmekten men olunmuşlardır.

Allah (cc) ancak  isimleri, sıfatları ve fiilleri ile bilinir. O halde Allah’a İman O’nda bulunması ve bulunmaması gereken sıfatları ve O’na mahsus isimleri bilmek ve inanmaktır. Allah’a doğru olarak inanmak ve yüce varlığını iyi tanıyabilmek için O’nun sıfatlarını ve isimlerini bilmek gerekir.

Meşhur sınıflamaya göre Allah’ın 14 tane sıfatı vardır. Bunlardan 6 tanesi zâtî, 8 tanesi ise subûtî sıfatlarıdır.

Zâtî sıfatlar sadece ve sadece Allah Teâlâ’da bulunan, O’nun hâricinde hiç bir varlıkta bulunmayan sıfatlardır.

Ama subûtî sıfatları ise, Allah’tan başka bazı varlıklarda da  sınırlı bir şekilde bulunabilen sıfatlardır.

 

a-Zâtî Sıfatlar (Sıfat-ı Selbiyye)

Allah Teâlâ’nın zâtî sıfatları 6 tanedir.      

1) Vücut: Var olmak demektir. Bütün bu kâinatı yaratan ve düzenleyen Allah vardır.

2) Kıdem: Allah’ın varlığının öncesinin olmamasıdır. Yani, önceden yok iken sonradan yaratılmış değildir. Her yaratılan şeyin muhakkak evvelî vardır. Allah Teâlâ tek yaratıcı olduğundan O’nun evvelî yoktur. Allah     Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “O ilktir (kendinden önce hiçbir varlık yoktur.), sondur (kendinden sonra bir varlık yoktur, her şey yok olurken O  kalacaktır.), O zâhirdir, bâtındır.” (57/Hadîd, 3)

3) Beka: Allah’ın varlığının sonu olmaması demekıir. Allah Teâlâ ebedîdir. O’nun ne geçmİşte ne gelecekte var olmadığı ve var olmayacağı bir zaman düşünülemez. Tek yaratıcı olan Allah’tan başka bütün her şey yok olmaya  mahkumdur ve yok olacaktır.

“Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacak; Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacak.” (55/Rahmân, 26-27. Ayrıca bkz: 28/Kasas, 88)

4) Vahdâniyyet: Bir olmak demektir. Allah zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde eşi, dengi ve benzeri olmayan birdir. “De ki: O, Allah birdir.” (112/İhlâs, 1)

Allah (cc) mutlak birdir. Bir kağıdı veya tebeşiri ikiye, üçe, dörde veya daha fazla parçaya bölebilirsiniz. Alahü Teâlâ iki veya daha fazla olması düşünülemeyen birdir.

Allah (cc) sıfatlarında da birdir. Allah’tan başka hiçbir varlık sıfatlarında bir değildir. Mutlaka bir veya birkaç sıfatıyla diğer varlıklarla ortak durumdadır. Meselâ, güneş ve ay bir tanedir. Fakat onlar gibi parlak ve yuvarlak başka gök cisimleri vardır ve onlara benzer. Allah ise böyle değildir, O’nun sıfatları öyle birdir ki, aynı sıfatların başka bir varlıkta bulunmasına imkan yoktur.

5) Muhâlefetün lil-havâdis: Sonradan var olanlara benzememek demektir. Allah (cc) sonradan var olanlara, yani yaratılmış varlıklardan hiçbirine, hiçbir yönden benzemez. İnsanın aklına geldiği, düşüncesinin ulaşabildiği herşeyden Allah mutlak sûrette başkadır.  İnsan  aklı Allah’ın zâtının mâhiyetini anlayamaz. “O’na benzer hiçbir şey yoktur.” (42/Şûrâ, 11)

6) Kıyam bi-nefsihî: Allah’ın varlığı ve varlığının devamlı olması kendindendir. O var olması ve varlığını devam ettirmesi için hiç bir şeye muhtaç değildir.

Allah, İhlâs Sûresinde de belirttiği gibi Samed’dir, yani bütün varlıklar O’na muhtaçtır, O hiç bir şeye muhtaç değildir. Kur’ân’da Allah şöyle buyurmaktadır:

“Allah elbette bütün âlemlerden ganî ve müstağnîdir.”  (29/Ankebût, 6)

 

b- Subûtî Sıfatlar

Allah Teâlâ’nın subûtî sıfatları 8 tanedir.

1) Hayat: Allah’ın canlı, diri, yani hayat sahibi olması demektir. O devamlı olarak diridir, ölümsüzdür. Sonsuza kadar diri olarak kalacaktır. Allah, canlı olarak hayatta kalması  için, yaratılmış varlıklar gibi bazı şeylere muhtaç değildir.

2) İlim: Allah’ın, geçmiş ve gelecekteki her şeyi en küçük ayrıntısına kadar bilmesidir. Allah, olmuşu olacağı, açığı gizliyi, kalplerden geçenleri, herşeyi ezelî ilmiyle bilir. Onun bilgisi mutlaktır.

3) Semî’: Allah’ın her şeyi işitmesidir. Allah kulağa ihtiyaç duymadan herşeyi işitir. O’nun duymayacağı hiç bir ses, hiç bir fısıltı yoktur. İnsanların duyamadıkları, ama gerçekte var olan tüm sesleri duyar.

4) Basar: Allah’ın her şeyi görmesidir. Allah (cc) küçük büyük, gizli açık, uzak yakın, her şeyi görür. Hiç bir şey O’na gizli kalmaz.

5) İrâde: Dilemek demektir. Allah dilediğini yaratır, O’nun irâdesi (dilemesi) dışında hiç bir şey olmaz.

6) Kudret: Gücü yetmek demektir. Allah’ın her yerde her şeyi yaratma güç  ve kuvveti. Allah’ın gücü, dilediği her şeyi yapmaya yeter. Gerçek anlamda güç ve kuvvet, ancak, sadece Allah’a aittir.  

7) Kelâm: Söylemek, konuşmak demektir. Allah’ın harften ve sesten münezzeh olarak konuşması. Allah Teâlâ dile ihtiyaç duymadan dilediğini söyler.

8) Tekvîn: Allah’ın yoktan var etmesi, yaratması. Her şeyi Allah yaratmıştır. Allah, yaratmak istediği şeye  “ol” der ve hemen o şey oluverir.” (A. Kalkan, Gençler İçin Akaid, s: 208-211)  

 

5-Allah’ın fiilleri (Ef’âlu’l-Hüsnâ)

Allah, fiilleri itibariyle de birdir. Meselâ, yaratmak Allah’ın fiillerindendir. O’ndan başka hiç bir varlığın, bir şeyi yoktan var etmesi düşünülemez. 

Rızık vermek, öldürmek, diriltmek, hesaba çekmek, mükafat vermek, ceza vermek gibi.

Bunları vahyin doğrultusunda anlayan, idrak eden, üzerinde tefekkür eden kimsenin Allah hakkındaki tasavvuru güçlenir, ma’rifeti artar.

 

-Ma’rifeti/Allah tasavvurunu inşa eden kavramlar

-Besmele;

قَالَتْ يَا أَيُّهَا المَلَأُ إِنِّي أُلْقِيَ إِلَيَّ كِتَابٌ كَرِيمٌ {29} إِنَّهُ مِن سُلَيْمَانَ وَإِنَّهُ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ {30}

“(Sebe Melikesi Süleyman'ın mektubunu alınca,) “Siz ey soylular!” dedi, “Bana çok önemli bir mektup gönderildi.

“Mektup Süleyman'dandır, Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla (başlamakta) dır.” (Neml 27/29-30)

Allah (cc) her an hayatın ve hayatımızın içindedir. İnsan kabul etsin veya etmesin; bu böyledir. Bu bir hakikattir. Besmele, Allah’ın her an hayata/varlığa müdahil olduğu gerçeğinin müslüman dilindeki ifadesidir.

Besmele, İslamda Allah adına okumanın, Allah adına iş görmenin, Allah’ın rızasını gözetmenin anahtar kelimesidir.

Bunun işaret ettiği gerçek şu: Besmele Allah’a yaklaşmanın, Allah ile irtibat kurmanın bir aracı, bir imkanıdır.

Besmele iman tazeleme olduğu gibi, Allah hakkındaki ma’rifetin en güzel ifadesidir.

Peygamber (sav) Besmele ile ilgili şöyle buyuruyor:

“Besmele ile başlanmayan her iş bereketsiz ve güdüktür.” (İbn Mâce, no: 1894)

 

-İstiâze,

Kulu Allah’a yaklaştıracak (Mâide 5/35) vesilelerden (sebeplerden) biri de Besmele ve istiâze’dir.

Bu nedenle, eğer Şeytandan gelen bir vesvese seni (anlamsız, sebepsiz bir öfkeye) sürükleyecek olursa, hemen Allah'a sığın: şüphesiz yalnız O, her şeyi işiten, her şeyi bilendir!” (Fussilet 41/36. Ayrıca bkz: A’raf 7/199-200)

Takva sahipleri bu kışkırtmanın Şeytandan geldiğini anlayıp öfkelerine hâkim olurlar ve gerçeği görürler.

“Şüphe yok ki Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman iyice düşünürler (derhal Allah'ı hatırlarlar da) sonra hemen gözlerini açarlar.” (A’raf 7/201)  

Kur’an okumaya başlarken istiâze Allah’ın emridir.

“İmdi, Kur’an okuyacağın zaman, hemen o kovulmuş şeytana karşı Allah'a sığın. Gerçekte, onun, imana erişenlerin ve Rablerine güven bağlamış olanların üzerinde bir nüfûzu/etkisi yoktur:

Onun yalnızca kendisini izlemeye istekli olanlar üzerinde ve bir de O’na ortak kosanlar üzerinde etkisi vardır.” (Nahl 16/98-100)

İstiâze hem Allah’a sığınmanın, sadece O’ndan yardım dilemenin imkanı, hem de Allah’ hakkındaki tasavvuru inşa eden önemli bir ameldir.

İstiâze aynı zamanda ma’rifettir. Yani hem dostu ve düşmanı tanımak, kimin kendisine ve neye karşı yardım edebileceğini bilmektir. Şeytanın geçmisini, rolünü, düşmanlığını unutmamaktır. Bu konuda şuur sahibi olmaktır.  

Süleyman b Sürad şöyle anlatıyor: İki kişi peygamberin yanında birbirlerine sövdüler. Onlardan birisi kızmaya, yüzü kızarmaya, damarları şişmeye başladı. Peygamber (sav) ona bakıp şöyle buyurdu: “Ben bir söz biliyorum ki onu söylecek olursa bu hali sona erer. (Bu söz) “Eûzü billahi mineş-şeytanır-racîm/Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım”.

Peygamberin sözünü işitenlerden birisi ayağa kalkıp şöyle dedi: Az önce Rasûlüllah’ın (sav) ne dediğini bilmiyor musun? O şöyle buyurdu: “Ben bir söz biliyorum ki onu söylecek olursa bu (öfke) hali ondan giderdi: “Eûzü billahi mineş-şeytanır-racîm/Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım” sözüdür. Kızan adam bu sözü söyleyene şu cevabı verdi: “Sen beni deli bir kimse mi sanıyorsun?” (Buhârî, Edep/76. Müslim Birr/109-110)

 

-Tesbih,

‘Tesbîh’; Allah’ı O’na yakışmayan şeylerden tenzih etmek (uzak tutmak)tır.

‘Tesbîh’; Allah’ı, kutsal yüceliğine layık olmayan kusur ve noksanlıklardan, insanların ilâhlar hakkında düşündükleri eksik sıfatlardan gerek inanç, gerekse söz ve kalp ile tenzih etmektir, uzak tutmaktır.

  ‘Tesbih’ Allah’ı büyük tanıma, O’na noksan sıfatları yakıştırmama, hızlı bir şekilde ‘sübhanellah’ demektir.

“Sübhâneke, Sübhânelleh, Sübhâne Rabbike” gibi her türüyle ‘tesbih’ sözleri söylemek, Kelim-i Tevhid veya Kelime-i Şehâdetteki iman sözü gibidir.

Mü’min; “ben öyle bir Allah’a iman ediyorum ki O’ndan başka ilah yoktur, o noksan sıfatlardan münezzehtir, çok yücedir, aşkındır, insanların O’nunla ilgili düşündüklerinden beridir” demiş olur.

Tesbih de bir iman itirafıdır. Tesbih etmekle iman güçlenir, ibadetin ve saygının ilâh olarak sadece O’na yapılacağı beyan edilmiş olur.

Hatta Sübhânellah’ta, mükemmelik ve aşkınlık vurgusu Kelime-i Tevhid’ten daha fazladır.

 “Sübhâneke allahümme ve bi-hamdike ve tebârake ismüke ve teâlâ

ceddüke ve celle senâüke velâ ilâhe ğayruke-Allahım! Sen bütün kusurlardan pak ve uzaksın ve hamd da Sana aittir. Senin adın mübarektir. Varlığın her şeyden üstündür. Senden başka tanrı yoktur.” (Müslim, Salat/25. Tirmizi, Mevakıt/65. Nesai, İftitah/18)

Kur‘an, varlık aleminde mevcut olan her şeyin hareket halinde olduğunu ve bu hareketlerinin de bir ‘tesbîh’ olduğunu, bazı varlıkların da Allah’ı tesbih ettiklerini anlatıyor. Mesela;

سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ {1}

“Göklerde ve yerde olan her şey Allah'ı tesbîh etti. O Aziz’dir, Hakim’dir.” (Hadid 57/1. Haşr 59/1. Saff 61/1)

“Göklerde ve yerde olan her şey (onlara yaratılış amacını yükleyen) Allah adına hareket etti. Zira mutlak üstün ve yüce olan, her hükmünde tam isabet kaydeden O’dur.”

„Sübhân; sübhâneke, sübhânehu, sübhâne rabbinâ, sübhâne rabbike, sübhâne rabbi“ nasıl gelirse gelsin hepsi de „sübhânellah-Allah Sübhân’dır“ manasındadır.

Kur’an’da “Rabbini tesbih et“ emri 21 defa yer alıyor.

Bir çok âyette ise Hz. Peygamberin şahsında bütün mü’minlerin Allah’ı hamd ile tesbih etmeleri emrediliyor. (Alâ 98/1-2. Âli İmran 3/41

 

-Tahmîd,

“el-hamdülillah-Hamd Allah’a aittir” demektir. Terim olarak, bütün medih (övgü) türlerini içine alan, sevgi ve tazimle Allah’a yönelen övgü ve şükrü ifade eder.

Hamd, geçmişte verilen ve gelecekte verilecek olan ni’metler hakkındaki sevinci itiraf, bu nimetlerin sahibini hakkıyla tanımaktır.

Hamd, bir iyiliğin karşılığı olmaktan çok, Yaratıcının sonsuz güç ve kuvvetine, verdiği ni’metlerin çokluğuna, O’nun Rabliğine duyulan hayranlığın övme yoluyla dile getirilmesidir. Allah’ın varlığının sayısız yansımalarını düşünerek O’nu hakkıyla övmek, O’nun yüce sıfatlarını ve kudretini dile getirmektir.

‘el-Hamdü lillâh’ (Allah’a hamdolsun) denildiği zaman hepsi de ifade edilmiş olur.

                         وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَداً وَلَم يَكُن لَّهُ شَرِيكٌ فِي الْمُلْكِ وَلَمْ يَكُن لَّهُ وَلِيٌّ مِّنَ الذُّلَّ وَكَبِّرْهُ تَكْبِيراً {111}‏

“Ve de ki: ‘Hamd (övgü), çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan ve düşkünlükten dolayı yardımcıya da (ihtiyacı) bulunmayan Allah’a aittir.’ Ve O’nu tekbir edebildikçe tekbir et (büyük tanı)” (İsra 17/111)

Zaten başta de, sonda da hamd yalnızca Allah’a mahsustur.

İşte O, Allah'tır. O'ndan başka tanrı yoktur. Önünde de, sonunda da

hamd O'nundur, hüküm O'nundur. Ve ancak O'na döndürüleceksiniz.” (Kasas 28/70)

         Yerde ve göklerde de hamd O’na aittir:

فَسُبْحَانَ اللَّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ {17} وَلَهُ الْحَمْدُ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَعَشِيّاً وَحِينَ تُظْهِرُونَ {18}        

“Haydi siz, akşama ulaştığınızda (akşam ve yatsı vaktinde) sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde Allah'ı tesbih edin (namaz kılın), ki göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur.” (Rûm 30/17)

Hamd insanın Rabbini ve haddini/kendini bilmesidir. Yaradılışı düşünerek, satırlardaki ve sadırlardaki âyetleri tefekkür ederek, evrendeki tüm yaratıkların hamd ve tesbih orkestrasına kulak vererek Allah karşısındaki konumunu tespit etmesidir.

 

-Tekbîr,

Tekbir, “Allahu ekber-Allah en büyüktür” demektir. Allah’ın mutlak ve sonsuz, eşsiz ve benzersiz ulu olduğunu kalben ve lisanen dile getirmektir. Yani inanmak ve ikrar etmektir.

“Allahu ekber” de tıpkı Kelime-i tevhid, Sübhânellah, el-hamdülillah gibi bir iman ifadesidir.

Bir din seçiminin sözle dile getirilmesi, bir kulluk bildirimidir. İnanan insan, bu cümleyi söyleyerek kimi büyük tanıdığını, kime ibadet edeceğini ilan eder. (Müdessir 74/1-4)

Allahu ekber iman edenlere büyüklüğü nasıl bilinmesi ve kime büyük denilmesi gerektiği, insanın bu büyüklük karşısındaki acizliğini ve küçüklüğünü (hiçliğini) öğretiyor.

‘Allahü ekber’ sözü, kulun Allah’ı tasdik etmesinin, O’na teslim olmasının, O’na karşı kul olduğunun bilincine varmasının açıkça gösterilmesidir. Başkalarının inandığı bütün büyüklük (istikbar) anlayışlarının reddedilmesidir.

 

-Tevhîd,

Tevhid kelimesi, İslâmın temelidir. Bir anlamda da İslâm dairesinin kapısıdır. Onları gönülden söylemeden İslâmı kabul etmek mümkün değildir.

Kelime-i Tevhid, Allah’ı birleme, O’nun bir ve tek olduğunu söyleme anlamına gelir. İslâm ‘Tevhid’ dinidir. Tek Allah inancına dayanır. Evreni ve içindekileri O yaratmıştır. İlâhlığında ve Rabliğinde ortağı yoktur. Sonsuz güç ve kudret sahibidir.

Tevhid Kelimesiyle Allah hakkında bu gibi özellikleri kabul etmiş oluruz.

“Lâ ilâhe illallah Muhammedü’r Rasulüllah-Allah’tan başka ilah (tanrı) yoktur, Hz. Muhammed O’nun elçisidir.”

Bu cümle, tıpkı şehâdet kelimesi gibi, imanla küfür arasında kesin bir çizgidir. İnsan hayatının en önemli tercihidir. İslâmı din olarak seçmenin ilanıdır. Diğer insanlar arasında kimliğini, adresini, mensup olduğu inancı ortaya koymadır.

Bu cümleyi diliyle tekrar edip, kalbiyle bunun doğruluğunu tasdik eden, dünyadaki konumunu ortaya koymakta, hangi dinin ilkelerine uyacağını, hangi ahlâk üzerine, hangi anlayış doğrultusunda yaşayacağını belli  eder.

Kelime-i Tevhid ve kapsamı hakkındaki bilgi, bilinç ve ona göre davranma gerçek ma’rifettir. Zira bununla müslüman nasıl bir tanrı inancına sahip olduğunu da gösterir.  

 

-Şehâdet,

“eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve rasûluhu-Şehâdet ederim ki Allah’tan başka tanrı yoktur, yine şehâdet ederim ki Muhammed O’nun kulu ve elçidir.”

Peygamberimiz (sav) İslâmın beş temel üzerine bina edildiğini, bunun birincisinin ‘şehadet’ getirmek olduğunu söylemiştir. (Müslim, İman/22, Hadis no: 16. Buharî, İman/1. Nesâî, İman/13. Tirmizî, İman/3 no: 2609)

İslâm bir bina ise onun giriş kapısı şehâdettir. İslâm bir bahçe ise o bahçeye şehâdet kapısından girilir. Kapıdan giriş, bahçeye/binaya giriş iznidir. Girilen mekana dahil olmak, nereye girdiğini farketmektir.

Bu tasdik sadece Şehâdet kelimesindeki ifadeleri tasdik değil, İslâmı kabuldür. İslâmı din olarak, dünya görüşü olarak, yaşama biçimi olarak seçmektir.

Şehâdet/Tevhid Kelimesini söylemek, Allah’ın varlığına ve birliğine iman etmektir. Yani bu kelimenin ortaya koyduğu bilginin, ifadenin doğruluğundan emin olmak, onun doğruluğuna şâhid olmak demektir.

Bu şehâdet; ciddi bir adım, hayatî bir karar, insanın bütün bir hayatını kuşatacak bir seçim, insanla ilgili her şeye yön veren bir tercihtir.

Bu şehâdet ne yaptığının farkında olmak, neyi kim adına yapacağını karar vermek, yapması veya yapmaması gerekenleri anlamak, hangi değerleri kuşanacağını bilmektir.

 

-İnşâallah,

“Allah dilerse" anlamında bir dua cümlesi. Herhangi bir şey hususunda “İnşallah” demek, işi Allah'ın iradesine, iznine bırakmak manasını taşır. Bu da hem iman itirafıdır hem de Allah hakkında sağlam bir bilgidir, bir nevi ma’rifettir.  

Kur'an’da şöyle buyurulur: "Herhangi bir şey için Allah'ın dilemesi dışında, ben onu yarın yapacağım deme” (Kehf 18/23-24)

Her şey Allah'ın dilemesiyle olur. Öyle ise gelecekte bir şeyi yapmaya azmederken, “inşallah-Allah dilerse" diyerek işi Allah'ın iradesine bağlamak imanın gereğidir ve İslâmî edeptendir.

 

-Mâşâallah,

“Maşâallah” Allah'ın dilediği şey veya Allah'ın dilemesi demektir. “Mâşâallah” daha ziyade, Allah'ın istediği gibi, Allah nazarından saklasın, ne güzel, hayret ve memnunluk da ifade etmektedir.  

“De ki: Ben Allah'ın dilediğinden başka, kendi kendime ne bir menfaatı kazanmağa, ne de bir zararı defetmeğe sahip değilim...” (A'râf 7/188)

Mâşâallah demek tıpkı Besmele gibi bir şeyi Allahlı yapmak, Allah’ın irade ve takdirini hesaba katmak demektir. Bir kimse Allah dilemese, Allah güç ve kuvvet ve akıl ve irade vermezse ben hiç bir şeyi yapamam, bunlarsız ben bir şey ifade etmem diyorsa, böyle inanarak davranıyorsa, demek ki Allah hakkındaki ma’rifeti güçlüdür.

 

-Havkale,

“Lâ havle ve lâ kuvvete illa billlahil’aliyyil’azim’in kısa adıdır. Bu da “her türlü değişim ve gücün kaynağı sadece Allah’tır”, ya daGüç ve kuvvet, sadece Yüce ve Büyük olan Allah’ın yardımıyla elde edilir” demektir.

Bir kişi bu cümleyi söylediği anda "Allah’ım! Senin yardımın olmadan ben hiçbir şey başaramam. Ve senden başka dayanacak hiçbir şeyim yok” itirafında bulunmaktadır.

Çok azametli (büyük) olan Allah’ın himayesine sığınmaktan ve O’nun yüce kudretinden yardım dilemekten başka bir amacım yoktur. Ondan başka kuvvet ve kudret sahibi yoktur. O’na dayandım, O’na güvendim.”

Bu cümle “kâinatta cereyan eden her hareket ve değişiklik tamamen ilâhî iradeye göre gerçekleşir, varlıklara ait bütün güç onlara Allah tarafından verilir” şeklinde de anlaşılmış.

Bu gerçeği kabul etmek, günlük hayatında sık sık zikretmek şüphesiz Allah hakkındaki ma’rifetin sahih olduğunu gösterir.

 

-Muhabbetullah,

Allah sevgisi demektir.

 “İnsanlar içerisinde Allah’tan başka bir takım varlıkları Allah’a eş değer görüp, onları Allah’ı sever gibi sevenler de vardır. Oysa ki, iman etmiş olanların Allah’a olan sevgileri her şeyden daha güçlüdür...” (Bekara 2/165)

Muhabbet, seveni kendinden geçirecek ölçüde ileri seviyede sevgidir. Kişinin iyi ve güzel bildiği şeye karşı olan meylidir.

Müslüman bu anlamdaki mutlak sevgiyi Allah’a tahsis eder. Allah’ı hakkıyla tanıyan bir mü’min mutlak sevginin O’nun hakkı olduğunu bilir. Neyin ne kadar sevilmesi gerektigini Allah sevgisi belirler. Diger sevgiler, Allah sevgisine nisbetle değer kazanır.

İman; sadece ma’rifet ile olmaz, sevgi de gerekir. Sevgi; imanı olgunlaştırır. Allah'ı ve Rasûlullah'ı her şeyden daha çok sevmek, mü'minin imanının kemâlini gösterir.

Allah’ı sevmek Allah’ı tanımaktır. Allah’ı sevmek samimiyettir. Allah’ı sevmek haddini bilmektir. Allah’ı sevmek O´na teslim olmaktır. Allah’ı sevmek imandır.

 

-Haşyetullah,

Haşyetullah içi titreyerek, anlayarak, şuurlu bir şekilde Allah’a saygı duymaktır. Havf; hoşlanılmayan bir şeyden ve o şeyin sebebi olan varlıktan korkmak, haşyet ise; hoşlanılmayan şeylerin kendisinden değil de onlara sebep ve kaynak olan varlıklardan korkmak demektir.

Haşyet; sürekli Allah’ın  (cc) huzurunda olmanın bilincidir.  Kur’an bu korku sıfatını daha çok âlimler hakkında kullanmaktadır. “...Kulları içinde ise, Allah’tan ancak alim olanlar ‘içleri titreyerek-korkar”. (Fâtır 34/28)

Haşyet, marifetle (tanıma-idrak) ile birlikte ortaya çıkan bir korku türüdür. Allah (cc) bilinmez ve insanın gözüne görünmez. Bilen, bilinenden daima üstündür. Bu gerçeği bilenler Rablerinden ‘haşyet’ duyarlar. 

Müslümanların en önemli özelliklerinden biri de Allah’tan haşyet, yani O’na derin bir saygı duymaları, O’nu  görmedikleri halde O’ndan içleri titreyerek korkmaları, O’ndan başka hiç kimseden bu denli korkmamalarıdır. Zaten böyle bir korku (haşyet) ve saygı da yalnızca Allah’a karşı duyulur.

Bunun da ma’rifet olduğu açıktır.

Havf ve haşyet duyguları Allah’ı tanımak (ârif-ma’rifet sahibi olmakla) orantılıdır. Kalp ‘marifetullah’a, yani Allah’ı hakkıyla tanıma ve anlama makamına ulaşırsa; O’na daha çok saygı duyar.  

 

-Mehâfetullah, 

Allah korkusu demektir. Allah’tan korkulur mu? Elbette; Allah’tan hem korkulur, hem haşyet duyulur. O’ndan kormak herhangi bir şeyden korkmak gibi değildir elbette.

Havf bir açıdan korkulan kişinin hatırlanmasından dolayı kalbin ızdırap duyması ve harekete geçmesi, ilâhí hükümlerin ve kaderin işleyiş tarzını kuvvetli bir şekilde görmektir.

Allah’tan ‘havf’; O’nun cezasından ve azap tehdidinden çekinerek itaat yolunu tutma ve günahlardan kaçmadır. (En’am 6/15)

Allah korkusu şu âyette ifade edildiği gibi kalbin titremesi, ürpermesi, saygı ve tazim ile dolmasıdır. Bundan sonra yapması gereken şey her ne ise ona hazır olma duygusudur.

“Mü’minler ancak o kimselerdir ki, her ne zaman Allah'tan söz edilse kalpleri korkuyla titrer; ve kendilerine her ne zaman O'nun âyetleri ulaştırılsa imanları güçlenir ve Rablerine güven beslerler.” (Enfal 8/2)

Allah’tan korkmak, O’nun rızasını kazanamama endişesi, O’nun rızasına layık olamama korkusu, O’nun rızasını kaybetme ürpertisidir.

Böyle bir korku, endişe, saygı ve ürperti şüphesiz ma’rifeti güçlendiren bir imkandır.

 

-İstiğfar,

İstiğfar, Allah’tan hata ve günahlarının bağışlanmasını isteme, mağfiret (bağışlanma) dileğinde bulunma demektir. İstiğfar bir bağışlanma talebidir. Kimden? Günah kime karşı yapılmaışsa O’ndan.

Kul, yaptığı hatanın farkına varır, pişman olur, ellerini açar Rabbinden bağışlanma diler, af olmayı bekler. Kulun böyle yapması hem yaptığı hatadan dönmektir, hem de Allah’ın büyüklüğüne yeniden teslim olmaktır. Kişi, bir hatayı yaptığı halde umursamaz, aldırmaz, hatta yaptığı hatanın iyi bir şey olduğunu düşünür de, affedilmesi için Allah’a yönelmezse; bu tavır Allah’a karşı bir kibirdir (gururdur). Böyle bir ahlâk ancak inkârcıların davranışıdır.

Kul, Allah’ı sevdiğini, O’nun Büyüklüğünü tanıdığını, O’ndan korktuğu (havf ettiğini), O’na sığındığını, yalnızca O’ndan yardım dilediğini, Allah’tan bağışlanma (istiğfar) ile yerine getirir.

Hatasından, günahından dolayı Allah’tan dilemek kulun ma’rifetini destekler.

 

-Tevekkül,

‘Tevekkül’, kavram olarak, Allah’ı vekil bilme, O’na dayanmadır. Bunu iki şekilde anlamak mümkündür: Birincisi; birisini ’veli’ bilmek, dost, yardımcı ve işine bakabilen bir kimse olarak güvenme,

İkincisi ise; birisini kendi işi için vekil bilme ve ona güvenip dayanmadır.

İnsanın, kendine yüklenilen veya kendine düşen bütün görevleri yaptıktan, bütün çalışmaları yerine getirdikten ve bütün tedbirleri aldıktan sonra, işin sonucunu Allah’a bırakmasıdır. Allah’a güvenip sonuçtan endişe etmemesidir.

Allah’a tevekkül, O’nun yardım ve desteğine güvenmedir, en uygun çalışmayı yapan, kulluk görevlerini yerine getirenlere iyi sonuç vereceğinden emin olmaktır.

Kulun tevekkülü, Allah’ın o kuluna yeterli oluşunun bir sebebidir.

Onlar sürekli olarak ‘Hasbuna’llahu ve ni’me’l vekîl-Allah bize yeter, O ne güzel vekil’dir’ derler. (Âli İmran 3/173)

Her işinde ve her zaman Allah’a dayanıp güvenen kimsenin demek ki Allah tasavvuru sahih, ma’rifeti güçlüdür.

 

-İstirca

Rahmeti dilemek, ummak, beklemek demektir. Kunut duasında bunu yapıyoruz. “Nercû rahmeteke-Yarabbi Senin Rahmetini umuyorum, istiyorum. Zira ona muhtacım.

Bir çok ayette buna işaret ediliyor.  

“(Böyle bir kimse mi Allah katında makbuldür,) yoksa gece vakitlerinde, secde hâlinde ve ayakta, ahiretten korkarak ve Rabbinin rahmetini umarak itaat ve kulluk eden mi? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.” (Zümer 39/9)

“İman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler; şüphesiz bunlar Allah’ın rahmetini umarlar. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Bekara 2/218)

Allah’a ve âhirete kavuşma, Allah’ın sevgini, ya da Allah’ın kendisine rahmetiyle muamele etmesini ummak da “istirca-rica” kelimesiyle anlatılıyor.

“De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. (Ne var ki) bana, ‘Sizin ilâh’ınız ancak bir tek ilâhtır” diye vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koşmasın.” (Kehf 18/110)

“Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab 33/21)

“Şüphesiz bize kavuşacağını ummayan ve dünya hayatına razı olup onunla yetinerek tatmin olan kimseler ile âyetlerimizden gafil olanlar var ya; işte onların kazanmakta oldukları günahlar yüzünden, varacakları yer ateştir.” (Yûnus 10/7-8)

Allah'ın rahmetini ummak, eninde sonunda Allah'a kavuşacağından emin olmak da imandır, Allah hakkındaki ma'rifettir. 

 

Son Elçi

Kur’an Son Elçiye ‘rasûl ve nebi’ diyor. O da ma’rifetin imkan veya araçlarından biridir.

Türkçedeki bilinen adıyla peygamberlerin rolü ve görevi belli. Onlar kendiliğinden ortaya çıkıp “ben Allah’ın elçisiyim” demezler. Allah (cc) insanlar arasından seçer ve onlara vahyeder. (Şûrâ 42/51) Onlar da Allah’ın verdiği bu görevi yaparlar.

Onların vazgeçilmez sıfatları onlar hakkında bize ipucu verir. Peygamberler tarihine tarafsız gözle bakanlar, onların örnek kişiliklerine şâhit olurlar.

Son elçi son örnektir. O’nun el-Emîn sıfatı, ahlâkı, yaşadığu hayat ve davet ettiği ve öğrettiği Hakikatler insanı ma’rifete götürecek imkanlardan biridir.