İnsanın başına gelenler veya kazandıklarının kaynakları ve sebepleri hakkında bir konuşma

Hüseyin K. Ece

Yardımeli Avrupa - İftar Saati

30 Nisan 2020

07 Ramazan 1441

 

-Başımıza gelenlerin kaynağı nedir? Ya da karşılaştığımız şeylerin sebepleri nelerdir?

Kendi kazandıklarımız mı? Yoksa başkalarının bize yaptıkları mı?

Elde ettğimiz şeyler ister ödül olsun ister ceza, ister iyi ister kötü bir başkası yüzünden mi?

Nitekim pek çok insan bir musibetle, bir başarısızlıkla, bir olumsuzlukla karşılaştığı, hatta bir ceza gördüğü zaman hemen bir başkasını suçlamaya başlar: ‘Onun yüzünden oldu’ der. ‘İşte falanca olmasaydı şöyle olurdu, böyle olurdu’ diye savunma yapar.

Kişi, kendi hatasına veya eksikliğine kılıf bulmakta, suçu başkasına atmada da ustadır. Tıpkı yaramaz çocuklar gibi. ‘Hep onun yüzünden’ der başkasını gösterir.

Zaten çoğu insan oldum olası kendinden çok başkasıyla meşgul olur. Çoğu insanda başkası, onlar, falanca takıntısı vardır.

Acaba gerçekte böyle midir?

Şu hikâyeye bakalım:

Adam ve karısı: 

Adamın biri artık karısının eskisi kadar iyi işitmediğini ve işitme cihazına ihtiyaç duyduğunu düşünmüş.

Ona nasıl yaklaşması gerektiğinden emin değilmiş. Bu durumu konuşmak için aile doktorunu aramış. Doktor adamın karısının ne kadar duyduğunu anlayabilmesi için basit bir yöntem önermiş.

-"Yapacağın şey şu, karından 40 adım ileride dur, normal bir konuşma tonuyla bir şeyler söyle; eğer duymazsa 30 adım ilerisinde aynı şeyi tekrarla, sonra 20 adım; cevap alana kadar aynı şeyi tekrarla"

O akşam karısı mutfakta akşam yemeğini hazırlarken adam işlemi uygulamaya koymuş. 40 adım uzaklıktan, salondan karısına normal bir konuşma tonuyla seslenmiş.

- "Hanım bu akşam yemekte ne var?" Cevap yok.

Mutfağa biraz yaklaşmış. Mesafeyi 30 adıma indirmiş ve soruyu tekrarlamış.

-"Hanım bu akşam yemekte ne var?" Gene cevap yok.

Mutfağa biraz daha yaklaşmış, mesafe 20 adım ve tekrar sormuş.

- "Hanım bu akşam yemekte ne var?" Hâlâ cevap yok. Adam mutfağın kapısına gelmiş artık mesafe iyice azalmış ve soruyu tekrarlamış.

- "Hanım bu akşam yemekte ne var?" Gene cevap alamamış. Bu sefer karısına iyice yaklaşmış ve aynı soruyu tekrar sormuş.

-"Hanım, bu akşam yemekte ne var?"

-"Bey, beşinci defadır aynı cevabı veriyorum ya, tavuk, taavuuk, taaaavuuuuuk."

Hikâyenin ana fikri:

Belki de genelde düşündüğümüz gibi problem karşımızdaki kişilerde olmayabilir. Problemlerin sebeplerini biraz da kendimizde aramalıyız.

İnsanın başına gelenlerin kaynağı aslında üç tanedir, fazlası değil:

başkaları

kendisi,

ya da Allah (cc).

 

Birincisi:

İnsanın başına gelen şeyler üçüncü şahıslar tarafından olabilir

Bunlar zalimler, yaramazlar, çıkarcılar, kıskançlar, kötü ahlâklılar, ya da şeytandır.

Kişiliğini Kur’an’ın inşa ettiği mü’min, zulmeden, hak yiyen, rahatsız ve bîzar eden, fitne ve fesat çıkaran, huzursuzluk üreten; kısaca o eşrar (şerli) ve eşkıya (bedbaht olan ve bedbahtlık veren) değildir.

Buna rağmen başkasına zarar veren, başkasının rahatsız eden, başkasının hakkını yiyenler var mı müslümanların arasında? Var, hem de çok.

Dünyada kahrolası çıkarları yüzünden savaş çıkaranlar var mı, bundan dolayı mağdur ve mazlumlar var mı? Var, hem de çok.

Yani birilerinin hataları, günahları, yaramazlıkları sebebiyle, diğerleri, toplum zarara uğruyor mu, rahatsız oluyor mu? Evet.

O birileri dediğimiz kişiler yakın çavremizdekiler ve uzak çevremizde olabilirler. Bunlar dilleri ve elleriyle, eylemleriyle, sanal ortamda veya masa başında zarar verebilirler.

Böyle durumlarla karşılaşan bir müslüman ne yapabilir?

Mü’min öncelikle bu gibi durumlarda kendi dahli, hatası, ihmali, dikkatsizliği, hırsı, gafleti var mı, ona bakmalıdır.

Başkaları yüzünden zarara uğrayan bir müslüman üzülebilir. Ama esef etmemeli. Zira “kötülerin hesabı varsa, Allah’ın da bir hesabı vardır.”

Elinden geldiği kadar meşru araçlarla hakkını aramaya çalışır. Buna gücü yetmiyorsa kendisine, ailesine, toplumuna zarar verecek eylemlere girişmez. Kanunsuz yolları denemez. İntikam almaya kalkmaz.

Kanun hakimiyetinin olduğu yerde kişiler kendi başlarına, mahkeme olmadan suçlulara ceza veremezler.  

Bize zarar veren birisi de olsa bunun yetkili bir otorite tarafından tesbit edilmesi, isbat edilmesi şarttır. O zaman belki hak ettiği cezayı alır. “Mahkemelere güvenmiyorum. Onlar taraflı, adaletsiz ve rüşvetçi” diyebilirsin. Bunda haklı da olabilirsin.

Böyle de olsa sonuçta onlar yasaların geçerli olduğu bir ülkede yetkilidir.

Müslüman bu gibi durumlarda yerine göre sabreder, tahammül gösterir, dua eder, Allah’tan yardım ister.

Yerine göre nefsi müdafa, meşru savunma yapar. Ama bunu yaparken dikkatli olur, Şartları, imkanları, kârı ve zararı gözden geçirir; ona göre hareket eder.

Yani adam dağ başında polisin, kanunun elinin ulaşamayacağı bir yerde, karşısında eli bıçaklı birisini görse; “gel işimi bitir, ya da dur polise haber vereyim” deyip beklemez. Tam tersine o anda elinden geleni yapmaya çalışır.

İlginçtir, Hollanda’da evine giren hırsızı yakalayıp polise teslim etmek yerine, kendisi ceza vermeye kalkışırsa haklı iken haksız olur.

Ayrıca zarar gelmesin diye tedbir almak da gerekir. Mesela kapısını penceresini sağlam tutmak, hassas yerlerde dolaşmamak, üstüne vazife olmayan işlere karışmamak, kimseyi rahatsız etmemek, çenesini tutmak, zarar vermemek, bela yerinden uzaklaşmak gibi.

Mü’min bazen başına gelen şeylerin bir imtihan olduğunu hatırlar. O böyle bir durumu felâket sayıp umutsuz olmamalı. Bu konuda inancı uğruna baskı ve işkenceye maruz kalan geçmiş müslümanları düşünmeli.

Kişiler veya aileler arasında hır-gür’ olur. Bunun olmaması için az konuşmak, dedi kodu yapmamak, duyulan her her şeye hemen inanıp hüküm vermemek,  abartmamak, olaylara olumlu yaklaşıp çözmeye çalışmak, öfkeye hâkim olmak, önünü-arkasını hesaba katmak gerekir.

Müslüman duruma göre bazı şeyleri Allah’a havâle eder, “Allah (cc) onun müstehakkını versin”, “Allah onu bildiği gibi yapsın” der.

Zira müslüman bilir ki başkaları ona eziyet, zulüm, haksızlık yaparsa; kendisi alacaklıdır. Allah (cc) bir gün mutlaka hakkını haksızlık yapanlardan alıp kendisine verecektir. İster bu dünyada isterse öteki dünyada.

Âhirete alacaklı gitmek borçlu gitmekten iyidir.

Her ikisi de iyi değildir ama mazlum olmak ile zâlim olmak arasındaki tercihte mazlum olmak zalim olmaktan, haksızlık yapmak ile haksızlığa uğramak arasında tercihte haksızlığa uğramak yeğdir.

Âhirete ve oradaki Hesab’a inanmayanlar yaptıklarının kâr olduğunu düşünürler. Kapalı kapılar arkasında, polisin veya kanunun görmediği yerde yaptıkları hataların, haksızlıkların, kurdukları hile ve tuzakların, yaptıkları işkencelerin orada kalacağını zannederler.

Ancak ilâhi adalet unutmaz ve asla ihmal etmez. Sünnetullah, âdetullah, eşyanın veya hakikatin tabiatı işlemeye devam eder.

Başkasının felâketi üzerine saadet arayanlar yanılır.

 

-İnsana bazı zararlar Şeytandan/İblisten gelebilir.

İnsan hayatında Şeytanın rolü

Allah (cc) Kur’an’da İblis’ten/Şeytan’dan çok bahsediyor.

Hz. Âdem ve İblis kıssasını hatırlayalım.

"Ve meleklere; 'Adem'e secde edin' dedik de iblis'ten başka (diğerlerinin tümü) secde ettiler. O ise, dayattı, kibirlendi ve kafirlerden oldu." (Bekara 2/34)

Bunun üzerine Allah (cc) ona sordu :

"Sana emrettiğim halde, seni secde etmekten alıkoyan sebep nedir?

(İblis) dedi ki: 'Ben ondan daha hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." (A’raf 7/12)

İblis secde etmeyince ; «Allah, “Şimdi in aşağı oradan. Çünkü senin orada büyüklük taslamak haddine değil! Hemen çık! Çünkü sen aşağılıklardansın” dedi.” (A’raf 7/13)

«Allah, “Öyleyse çık oradan, çünkü sen kovuldun. Şüphesiz hesap gününe kadar lânet senin üzerinedir” dedi.» (Hıcr 15/34-35. Sad 38/77)

Yani rahmetten kovuldu. Ama o ne yaptı ?

Cennetten ve ilâhi rahmetten kovulunca; bunun sonucu olarak Allah'tan affedilmeyi değil, Kıyâmete kadar gelecek olan bütün insanları doğru yoldan saptırma, onları Allah'tan ve O’na ibadet etmekten uzaklaştırma izni istedi.

“Dedi ki: Ya Rabbi! Diriltilecekleri güne kadar bana süre tanı.

Buyurdu ki: “Şüphesiz, o malum vaktin gününe kadar mühlet verilenlerdensin!”

Dedi ki: Senin izzetine andolsun ki onların tamamını azdıracağım. Yalnız onlardan ihlaslı kulların hariç.” (Sad 38/78-83. Bir benzeri: A’raf 7/14-15. İsrâ 17/62)

Allah Teâla (cc) kendisine bu izni verdi. Bu izin Âdem ve oğulları ile iblis arasında Kıyâmete kadar sürecek mücadelenin başladığını da göstermektedir.

Kaybedilen cenneti kazanmak için insan dünyada nefsinin aşırı istekleriyle ve iblisle mücadele etmek zorunda. Bunun sebebini sorgulamak insan düşmez.

İblis istediği izni aldıktan sonra şöyle dedi:

“Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onları (saptırmak) için senin dosdoğru yolunun üzerine (pusu kurup) oturacağım. Sonra da muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından kendilerine sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.” (A'raf 7/17. Bir benzeri : Hıcr 15/39-40. Sâd 38/82-83)

Burada iki uyarı var: 1-Kim Allah’ın yolunu bırakıp İblisin yoluna uyarsa cehennemi hak eder. 2-İblis’in Allah’a ihlasla kulluk yapan kullar üzerinde bir gücü yoktur.  

Kur'an, İblis’in/şeytanın düşman olduğunu defalarca söylüyor. (Sebe’ 34/20. Nisâ 4/60, 120. Mâide 5/91. A'raf 7/22, 27. Yûsûf 12/5. Nûr 24/21. Zuhruf 43/62. Yâsîn 36/60 v.d.)

Allah (cc) yarattığı insanın zayıf taraflarını da İblis’in neler yapacağını bildiği için onu sürekli uyarıyor. (A'raf 7/27) Şüphesiz ki bu uyarı ilk defa hz. Âdem'e ve eşine Cennette yapılmıştı.

İblis secde emrini dinlemeyince Rabbimiz şöyle buyurdu:

  • فَقُلْنَا يَٓا اٰدَمُ اِنَّ هٰذَا عَدُوٌّ لَكَ وَلِزَوْجِكَ فَلَا يُخْرِجَنَّكُمَا مِنَ الْجَنَّةِ فَتَشْقٰى 

 

"Ey Âdem, bu, senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi Cennetten çıkarmasın; sonra şekâvete düşersiniz -bedbaht ve mutsuz olursunuz." (Tâhâ 20/117. Bir benzeri : A'raf 7/22)

Ama ne yazık ki âyetin uyarısı aynen tahakkuk etti.

Bu hitap bize de yönelik.  

-Şeytanın/İblisin gücü

Şimdi soru şu: Şeytanın bütün bunları yapabilecek insanın üzerinde bir gücü var mı?

İblisin Allah'ın sâlih kulları üzerinde bir gücü yoktur. (İsrâ 17/65) O ancak kendine bağlı olanları yönlendirir, istediğini yaptırır.

Şeytan vesvese verir, kışkırtır, şüpheye düşürür, isyanı ve münkerleri (kötülükleri) süsleyip güzel gösterir, davet eder, günaha özendirir, ibadetlerin zor olduğunu fısıldar; ama onun kullar üzerinde zorlayıcı bir gücü yoktur.

Bu bir kaç âyette vurgulanıyor.

“Kur’an okuduğun zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.

Gerçek şu ki; şeytanın, inanan ve yalnız Rablerine tevekkül eden kimseler üzerinde bir hâkimiyeti yoktur.

Şeytanın hâkimiyeti, sadece onu dost edinenler ve Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.” (Nahl 16/98-100. Ayrıca bkz: Hıcr 15/39-40 ve 38 Sâd/82-83)

Öyleyse; «kahrolsun şeytan», «vay kör şeytan lânet sana», «tüh şeytan aleyhi’llâne», «sen beni saptırdın da kötülerden oldum” demenin faydası yoktur.

İnsanların yaptıkları hatalar da kendilerine aittir. Bunu Hesap gününde şeytan şöyle ifade edecek:

"Nihâi karar verilip (herkesin gideceği yer belli) olunca, Şeytan şöyle der: Aslında Allah size gerçek bir vaatte bulundu, ben de size bir vaatte bulundum, fakat sizi kandırdım. Ama benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz (sözümü dinlediniz).

Öyleyse beni kınamayın, kendinizi kınayın.

Artık ne ben sizin imdadınıza yetişebilirim, ne de siz benim imdadıma yetişebilirsiniz..." (İbrahim 14/22)

Şeytanın bu ayartmalarına, aldatmalarına, vesveselerine, kandırmalarına karşı ne yapmalı?

-Şeytana karşı

Bunun çaresi: İstiâze ve takva, Allah’a karşı sorumluluk bilincidir.

İstiâze (eûzü billahi mine’ş-şeytânı’r-racîm), yani Allah’a sığınma emri aynı zamanda şeytana boyun eğmeme iradesini ve çabasını da ihtiva eder. Şu âyette her ikisine de işaret ediliyor:  

"Şayet sana şeytandan yana bir kışkırtma gelirse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir (Semi'dir) ve bilendir (Alim'dir).

Allah'a karşı gelmekten sakınanlar şeytandan bir vesvese eriştiğinde iyice düşünürler (Allah'ı anarlar) sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir." (A'raf 7/200-201. Fussilet 41/36)

Şeytan her ne kadar vesvese verse, haseneleri münker, münkerleri ma’ruf, günahları cazip gösterip insanları davet etse de, sonuçta herkes kendisinden sorumludur.

Kulun kendi yaptıklarını “onun veya şeytanın yüzünden oldu” diyerek başka adrese göndermesi onu sorumluluktan kurtarmaz.

 

İkincisi:

-Kişinin karşılaştığı iyi veya kötü şeyler kendi yaptıkları yüzündendir

Kişi iyi bir şey yapar, iyi karşılık görür. Kötü bir şey yapar, kötü bir karşılıkla (ceza ile) karşı karşıya gelir.

“Ne doğrarsan çanağına, o gelir kaşığına”

“çalma elin kapısını, çalarlar kapını” gerçeği gibi.

Bu gibi iyi veya kötü sonuçlar başkalarının yüzünden değil, özgür iradeyle yapılanların karşılığıdır.

Saadet; kişinin kendi yaptığı iyi, doğru ve sâlih eylemler sonucunda kavuştuğu, yani kendi eliyle kazandığı huzurdur.

Bunun tam tersi de şekâvettir. Bu da kişinin kendi yaptıkları yüzünden mutsuzluğa düşmesi, yaptığı hatalar yüzünden huzursuzluk yaşaması, rahatını kaybetmesi demektir. Kişi isterse saadeti, isterse şekâveti tercih eder.

Din dilinde saadete ulaşan kişilere “saîd”, kendi yaptığı hatalar ve işlediği günahlar, içinde bulunduğu isyanlar sebebiyle bedbaht olan, mutsuzluğa ulaşan kimselere de “şakî” denir.

وَمَٓا اَصَابَكُمْ مِنْ مُص۪يبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ اَيْد۪يكُمْ وَيَعْفُوا عَنْ كَث۪يرٍۜ ﴿30﴾

 “Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.” (Şûrâ 42/30)

Yeryüzünde (karada ve denizde) fesadın olması da insanları hataları yüzündendir. (Rûm 30/41)

Yanlış yapan önce kendine bakmalıdır. Yanlışından, hatasından veya ihmalinden dolayı elbette sıkıntı, ceza, huzursuzluk veya benzeri bir şeyle karşılaşır. Ya dengesi bozulur, ya mutsuz olur, ya da hasta olur.

O zaman o kişinin kimseyi suçlamaması gerekir. Hata kendindedir. Yapılacak şey hatayı anlamak ve vazgeçmek, aynı hataya düşmemeye dikkat etmektir.

Yüksek sesle haykırmak gerekir: Ey insan, unutma, yaptığın bir gün karşına gelir, eden bulur.

 

-Kendimizden kaynaklanan ve bize zarar veren işlerin bazı sebepleri:

1-İlâhi ahkâmdan yüz çevirmek ya da Allah’ın indirdikleri ile hükmetmemek

İlâhi ahkâm, yani islâmî öngördüğü hayat insanın dünya imtihanını ve dareyn saadetini kazanması içindir. Üstelik bu Allah’ın rahmetinin gereğidir. (En’am 6/125)

Bundan yüz çevirenler... eh kendileri bilir.

وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى ﴿124﴾ قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَن۪ٓي اَعْمٰى وَقَدْ كُنْتُ بَص۪يرًا ﴿125﴾

“Her kim de benim zikrimden (Kur’an’dan) yüz çevirirse, mutlaka ona dar bir geçim vardır. Bir de onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz.” (Tâhâ 20/124)

Dar bir geçim... Yani sıkıntılı, mutsuz ve doyumsuz, mala, mülke, servete, yüksek gelire, makama, rütbeye, ünvana, lükse, eşyalara rağmen huzursuz bir hayat. Kötü, amaçsız, ölümden sonrası için meyve vermeyen bir hayat.

Sürekli geçim endişesi, rızık korkusu, aç gözlülük, doymamışlık ve kanaatsizlik olan bir yaşantı.

Hem de hata ve günahların sebep olacağı sayısız zararlar...

Ayrıca Allah’ın zikrinden yüz çeviren kimseye şeytan musallat olur. (Zuhruf 43/36-38)

2-Haramları işlemek:

Selim akıl sahipleri bilir ki İslâmın haram kıldığı her şey insan için mutlaka zararlıdır. Zaten İslâm faydalı olan şeyi haram kılmamıştır.  

Haramların sonucu zarar olarak işleyene döner. Adam öldürmekten, yalana kadar, zinadan hırsızlığa kadar, zulümden hak yemeğe kadar hepsi.

Haramlar mutsuzluğa, kaosa, huzursuzluğa, felaketlere sebep olur. İlâhí bereketi azaltır, insandaki iyi duyguları köreltir, çirkinlikleri artırır, hakları yok eder.

3-Hevâya uymak

Bu kavram nefsin aşırı isteklerini, dünya hayatına düşkünlüğünü ve boş –fani arzularını anlatır.

Kendisinin her arzusuna uyulan nefsin hevâsı kişiyi hataya ve yanlışa zorlar, günaha sürükler; hayatını berbat eder, cehenneme çevirir. Psikolojisi bozulur, mutsuz olur. Kötü adam olur. Öldükten sonra da Cehenneme gitmesine sebep olur.

Nefsin hevâsına körü körüne uymayı, tutkularını kutsal kabul etmeyi, ya da nefsinin isteklerinden başka hakikat tanımamayı Kur’an “nefsi tanrı edinmek” diye niteliyor. (Furkan 25/43)

4-Fıtrata aykırı davranmak

İnsanlar fıtrat üzere yaratılmışlardır. Fıtrat temizliğe, günahsızlığa, güzel ahlâka, iyi insan olmaya uygundur. Yani böyle olmak fıtrata yakışır. Kötülükler, zulümler, haksızlıklar, lüzumsuz kavgalar, savaşlar bu temiz fıtrata uymaz.

Fıtrata uymayan davranışları yapanlar zarar ederler, sorunlarla karşılaşırlar.

5-Dengeyi bozmak

Allah yaratmak istediğini bir ölçüyle yarattı ve her şeye bir denge koydu. (Rahman 55/7-9)

Bu âyet insanlara hayatın her alanında dengeli olmayı, ölçülü hareket etmeyi işaret ediyor. Bu aynı zamanda bütün davranışlarda orta yol demektir, ne ifrat ne tefrit.

İnsan kendisi için konulan yasalar ile dünyaya gelir. Bu yasalar aynı zamanda kâinatın, insan bünyesinin ve toplum hayatının dengesidir. Kişi fıtratına yerleştirilen tabi dengeyi korursa rahat bir hayat sürer. Ama bunun dışına çıkarsa zarar eder, zararlı olur. Dengesi bozulan dengesizler neler yapmaz ki?  

6-Kevni âyetleri es geçmek, yeterince okuyamamak

Kur’an (kavlî âyetleri) okumak ile, kevnî (valıkla ilgili) âyetleri okumak aynıdır.

Kevnî âyetleri okuyup anlamak, sonra da onlardan hayat için istifade etmek ve hangi amaç için kullanacağını bilmek, Kur’an’ı anlamaktan geçer.

Allah (cc) yerde olan her şeyin insanlar için yaratıldığını söylüyor. (Bekara 2/29) İnsan için hazırlanan şeyler de kevnî âyetlerin bir bölümüdür. İnsan bu nimetlerden meşru bir şekilde faydalanabilir. Ancak bunu yaparken haddi aşmamalı, tabiata zulmetmemeli, her şeyi zamanında ve yeteri kadar yapmalı.

Kevnî âyetlerde geçerli ilâhi yasalara “adetullah”, insan ve toplumlar hakkında işleyene de “sünnetullah” diyoruz.

Bu kavramın geçtiği âyetlerde anlıyoruz ki, insan ve toplumlar Allah’ın gösterdiği yolda yürümez, O’nun koyduğu sınırları aşarlarsa; yani âsi, haddi aşan, yoldan çıkan, azgın olurlarsa zarara uğrarlar.  

7-Hikmetten ayrılmak:

Hikmet’ sözlükte, kötülükleri ortadan kaldırma, iyilikleri elde etme, gerçeği yakalama noktasında ilim ve akılla hareket etmedir.

Hikmet, Allah (cc) açısından, eşyanın bilinmesi, tutarlı ve anlamlı bir şekilde icad edilmesi; kul açısından ise, varlıkların, eylemlerin bilinmesi ve hayırlı iş yapılmasıdır.

Bir şeyi körü körüne değil de, önünü sonunu düşünerek ve ondan doğacak bütün tehlikeleri ve zararları savmayı hedef alarak yapmak demektir. Bir işin gereği ne ise ona göre davranmak demektir.

Buna göre işlerini hikmetle göremeyenler hata yaparlar, yanılırlar, zarara uğrarlar.  

8-Zulmetmek (eşyayı ait olmadığı yere koymak)

‘Zulüm’, öncelikle karanlık olan yolu, gidişi, anlayışı benimsemektir.  

Adalet eşyayı ait olduğu yere koymak ise, zulüm, hakkı yerli yerine koymamak, yer ve zaman, nitelik ve nicelik olarak yanlışlık yapmak ve sapkınlığa düşmek, az veya çok tecavüzde bulunmaktır.

Zulüm, varlık düzeninde bozulmaya yol açan faaliyettir. Toplum ve kâinât dengesini insan eliyle meydana getirilen zulüm bozar.

Zâlim ve câhil olan kişiler kendilerine zarar verecek, psikolojik dengelerini bozacak işler yaparlar.  

9-Tecrübelerden ders çıkarmamak

Kıssadan hisse:

Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?

“Tarihi ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” (M. Akif Ersoy)

İsterseniz burada “tarih” yerine “hayatı”, ya da “tecrübeyi” koyun.

İnsan geçmiş olaylardan, kendi yaşadıklarından, yanıbaşındaki tanıdıklarının başına gelenlerden ibret alsaydı, aynı hataya düşer miydi?

10-Gaflet, ihmal, unutkanlık, aldırmamazlık

Hak isteyenler öncelikle görevlerini yapmalı. Bir şeyler bekleyen üzeri düşeni ihmal etmemeli. Her şeyin zamanında yapılması gerekir.

Bilmeliyiz ki ne zaman sınırları aşarsak, kurallara, randevülerimize; hele hele fıtratımızdaki ezeli sözleşmeye, âmentü ve şehâdet ile verdiğimiz söze uymazsak, hata ve yanlış yaparız, çeşitli zarar ile karşılaşırız.

11-Cehâlet

Cehâlet” sözlükte, daha çok bilmemek, tanımamak, kaba davranmak gibi anlamlara gelir.

Allah’ın koyduğu ölçüleri, ilkeleri (ahkâmı) bilmeyenler, bunlara uymakla elde edecekleri kârı, uymamakla uğrayacakları zarar bilmiyenler, bundan dolayı da onlardan yüz çevirenler zarara uğrarlar.

Bu da onların kendi hataları.

12-Zamana uymak

Kimileri; “zaman sana uymasa da sen zamana uy” derler. Ne demekse?

Yani çevreye, yani içinde bulunduğumuz şartlara uymak. Çoğunluk nasıl yapıyorsa öyle yapmak. Bir şeyin doğru ve hayr olup olmadığına bakmadan herkes ne yapıyorsa aynen yapmak. Yani sürüye, kalabalığa uymak, körü körüne gitmek...

Bu tutumda “Allah ne der” diye düşünme yerine, “insanlar ne der” endişesi vardır. Allah’ın vereceği mükȃfat yerine, çevrenin aferini daha ağır basar.

Bunun bir çok sosyal ve psikolojik sebebi var.

Ama aklı başında olan birinin davranışlarındaki ölçü çoğunluk, başkaları, zaman değil Vahyin ilkeleridir. Yaratıcının rızasıdır. Yapılan ve arzu edilen  şeyin haz ve çıkar olması değil; hayr olmasıdır.

13-Töreye veya atalar dinine uymak

Kimileri de içinde yetiştikleri toplumun ötedenberi âdet edindiği geleneklere, törelere, alışkanlıklara sıkı sıkıya bağlıdırlar. Onların doğru, yanlış, hak, bâtıl, faydalı veya zararlı, tutarsız veya tutarlı oluşuna bakmazlar.

Töre ise, atalardan kalma ise, bu yeter onlara göre. Kur’an’a, akla, mantığa, hayra uymasa bile. Çirkin, abes, yanlış olsa bile. 

Çünkü onlar için ölçü adalet, insaf, hayır ve ma’ruf değil, ataların yoludur. (A’raf 7/28)

Halbuki bir mü’min için ölçü ataların dini, âdeti, örfü, kişinin kendi hevâsı (görüşü), zaman gibi şeyler değil; Kur’an’dır (vahiydir), yani Hakikattir.

14-Peşin olana meyil

بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا {16} وَالْآخِرَةُ خَيْرٌ وَأَبْقَى {17} 

“Ama hayır, (ey insanlar), siz bu dünya hayatını tercih edersiniz, oysa gelecek hayat daha iyi ve daha kalıcıdır.” (A’la 87/15-16)

Burada elde olan, tadılan, kullanılan peşin. Gözle görülüyor, elle tutuluyor, yeniyor, içiliyor. Yani her şey maddi. Dinin vadettikleri ise görünmüyor, peşin değil. Elde olan ele geçecek olandan daha inandırıcı oluyor

Kişi şimdi olanı tercih eder de ilerisini, âhireti unutursa hataya düşer, kulluk görevlerini ve ölüm sonrasına hazırlanmayı ihmal eder, bundan dolayı da çok zarar eder.

15-Gündelik hayatın cazibesine kapılma

Kur’an buna emel ile oyalanma diyor. (Hıcr 15/1-3)

Gündelik işler insanı öylesine oyalar ki, zamanın nasıl geçtiğinin farkında olunmaz. Seneler hızla akar gider. İnsan bir bakar ki yaşlanmış. Mezara bir adım daha yaklaşmış.

Kimisi bundan sonra “zararın neresinden dönersem kârdır”  deyip, ihmal ettiği görevleri yerine getirmeye çalışır. Kimisi saçlarının aklaştığına bile bakmaz. Habire koşturmaya devam eder. Gündelik işler öylesine caziptir ki, mıknatıs gibi çoklarını peşine takar ve sürükler.

Halbuki insan bir yolcudur. Dünya hayatı bir duraktaki dinlenme gibidir. Bir ağacın altında gölgelenme gibidir. Ama âhirete doğru yolculuk devam ediyor. (Buhârî, Rikâk/2. Tirmizî, Zühd/25. İbni Mâce, Zühd/3)

Hayatın akışına kendini kaptırıp da kulluk görevlerini ve âhirete hazırlanmayı unutanlara şu âyeti hatırlatmak gerekir.

“İnananlar için hala vakit gelmedi mi ki, kalbleri Allah’ın zikrine ve inen Kur’an’a karşı saygı duyup yumuşasın ve bundan önce kendilerine kitap verilmiş sonra üzerlerinden uzun zaman geçmekle kalpleri katılaşmış çoğu da yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar.” (Hadid57/16)

16-Ölümden ibret almamak/ölümden uzak yaşamak

Başkalarının öldüğüne ve öleceğine herkes inanır ama kendi ölümüne pek az kimse inanır.  Şair bakınız ne diyor:

“Minarede ‘ölü var’ diye bir acı sala
Er kişi niyetine saf saf namaz..ne alâ
Böyledir de ölüme kimse inanmaz hâlâ
Ne tabutu taşıyan, ne de toprağı kazan”

Elhak doğru bir söz. Ölüyü yıkayan da,  taşıyan da, mezara indiren de ölüme inanmaz (mı). Hiç ölüme inanılmaz mı?

Evet, dışarıdan öyle görünüyor. Ama sormak gerekir, insan ölüme gerçekten inansaydı böyle mi yaşardı?

Öleceğine gerçekten inanan ciddi şekilde hazırlık yapar. Günahlardan, haramlardan uzaklaşır, hatalarını azaltır, sâlih amellerini, hasenelerini, hayırlarını, yani âhiret azığını artırmaya çalışır.

 

Üçüncüsü:

-Kişinin başına gelen Allah’tan olabilir

Biz buna fitne, belâ/ibtilâ ve musibet, kısaca imtihan (deneme-sınama) diyelim. Allah (cc) kullarının nimetle denediği gibi zorluklarla da denebilir. Bunda kulun bir iradesi olmaz. 

Bu gerçeği bilen mü’min isyan etmez. Bilir ki Allah’ın kendisi için takdir ettiğinde mutlaka bir hayır vardır.

Allah (cc) kuluna bir musibet; daha doğrusu kulun hoşlanmadığı bir şey verdiği zaman onu mutlaka günahlarına keffâret veya daha çok sevap olarak ona geri öder. Tabir caizse Allah kuluna borçlu kalmaz.

Soru şu: Bunları nasıl okuyacağız, nasıl değerlendireceğiz?

1-Hayatın bir imtihan olduğunu akıldan çıkarmamak

اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًاۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْغَفُورُۙ ﴿2﴾

“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk 67/2. Ayrıca bkz: Enbiyâ 21/35. Tâhâ 20/131.Teğabûn 64/15-16. Enfal 8/27-28. Hûd 11/7 Kehf 18/7. Mâide 5/48. En’am 6/165)

2-“Biz Allah’tan geldik...” diyebilmek,

اَلَّذ۪ينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُص۪يبَةٌۙ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَۜ ﴿156﴾

“Onlar; başlarına bir musibet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler. (Bekara 2/155-157)

Musibetlere karşı böyle demek her babayiğitin harcı değildir, sabredenler hariç. 

3-Olumlu düşünmek ve ümitvar olmak,

Hayata nasıl bakıyorsunuz? Olumlu olumsuz mu? Optimist mi, pesimist mi?

Olaylar sizin bulunduğunuz yerden nasıl görünüyor?

Hikâyeye göre “Ülkenin birinde, ağır işler hakkında ne düşündüklerini incelemek üzere araştırmayı yürüten bir görevli, bir inşaat alanına gönderilir. Görevli ilk işçiye yaklaşır ve sorar : “Ne yapıyorsun?” “Nesin sen, kör mü?" diye öfkeyle bağırır işçi. “Bu parçalanması imkansız kayaları ilkel aletlerle kırıyor ve patronun emrettiği gibi biraraya yığıyorum. Cehennem sıcağında kan ter içinde kalıyorum. Bu çok ağır bir iş ölümden beter.” Görevli oradan uzaklaşır ve çekinerek ikinci işçiye yaklaşıp aynı soruyu sorar: “Ne yapıyorsun?” işçi cevap verir : “Kayaları mimari plana uygun şekilde yerleştirilmesi icin, kullanılabilir şekle getirmeye çalışıyorum. Bu ağır ve bazen de monoton bir iş, ama karım ve çocuklarım için para kazanmam gerekli. Sonuçta  bir işim var. Daha kötü de olabilirdi.”

Biraz cesaretlenen görevli üçüncü işçiye doğru ilerler. “Ya sen ne yapıyorsun?” diye sorar. “Görmüyor musun?” der işçi kollarını gökyüzüne kaldırarak “daha ne olsun bir mabed yapıyorum”.

Sonuç: Görülüyor ki bu hikâyede her üç işçi de aynı işi yapıyor ama üçünün de duyguları farklı. Görmek demek ki sizin tutumunuza bağlı.

Hikâyeye göre “Hintli bir yaşlı usta, çırağının her şeyden sürekli şikâyet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.

"Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle "Acı" diye cevap verdi.

Usta tebessüm ederek çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerideki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:

“Tadı nasıl?” “Ferahlatıcı” diye cevap verdi genç çırak.

“Tuzun tadını aldın mı?” diye soran yaşlı adamı, “Hayır” diye cevapladı çırağı. Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:

“Hayatdaki acılar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Acının miktarı hep aynıdır. Ancak bu acının acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Acın olduğunda yapman gereken tek şey, acı veren şeyle ilgili duygularını genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış.”

Ne kadar isabetli bir tavsiye. Göl olmaya bak ki acıların tuzu sende kaybolsun. Bardak olmaya devam edersen acılar da gözünde büyümeye devam eder. 

4-Allah’ın hakkımızdaki hükmüne ve iradesine hazır olmak, ya da takdirin Allah’a ait olduğunu unutmamak

وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ اِذَا قَضَى اللّٰهُ وَرَسُولُهُٓ اَمْرًا اَنْ يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ اَمْرِهِمْۜ وَمَنْ يَعْصِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا مُب۪ينًا ﴿36﴾

Allah ve Rasûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.” (Ahzab 33/36)

5-Mülkün Allah’a ait olduğunu unutmamak

İslâm’a göre her şey Allah’ın. İnsana verilenler birer emânettir. Borçlanmak (emânet) biliyorsunuz geçicidir ve geri ödenmesi gereken şeydir.

Bize düşen emanetleri korumaktır.

6-Eldekine razı olmak

Mülkün Allah’a ait olduğuna, O’nun her şeyi dilediği gibi takdir edip yarattığına inanan bir kimse elinde ne var ise ona razı olur.

Kendine ait olan alanda üzerine düşen görevi yapar, ama kendine ait olmayan alana karışmaz ve o alanı sahibine bırakıp sonuçtan razı olur.

7-Her zorluktan sonra kolaylık gerçeği

  1. Muhammed’e hitaben söylenenlere bakalım.

فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًاۙ ﴿5﴾ اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًاۜ ﴿6﴾

“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır. (İnşirah (94/5-6)

“... Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratacaktır.” (Talak 65/7)

8-Hastalığı, zayıflığı, engelli olmayı

 anlamak

Herkesin imtihanı, karşılaştığı zorluklar, başına gelen musibetler, kendi kapasitesi miktarıncadır.

Şüphesiz sağlık Allah’ın insana büyük lütûflarından biridir. İnsanlar bununla mutlu olurlar, huzur bulurlar. 

Ama fıtratta hastalanma var. Yaşlanmak, yaşlandıkça da zayıf olmak, erzelil-omr denilen hâle ulaşmak da insanın fıtratına yerleştirilmiş ilâhi bir kanundur.

Bazıları engelli doğabilir, olabilir, engelliye bakmak zorunda kalabilir.

Mü’min bilir ki engellilik, hastalık varsa, bunun mutlaka bir hikmeti de var.

Kula düşen sabretmek, yani durumu kabullenip tedavi yollarını aramaktır.

Efsane Wimbledon'un ilk zenci Şampiyonu Arthur Ashe kan naklinden kaptığı AIDS'den ölüm döşeğindeydi. Hayranlarından biri sordu: "Tanrı böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?" Arthur Ashe şöyle cevap verdi..

"Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar, 5 milyonu tenis oynamayı öğrenir, 500 bini profesyonel tenisçi olur, 50 bini yarışmalara girer, 5 bini büyük turnuvalara erişir, 50'si Wimbledon'a kadar gelir, 4'ü yarı finale, 2'si finale kalır. Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Tanrı'ya “neden ben?” diye hiç sormadım. Şimdi sancı çekerken, Tanrı'ya nasıl “niye ben?” derim?”

9-Ölümün ve âhiret hayatının mutlak gerçek olduğunu hiç unutmamak

Adı üzerinde fâni dünya. Bu yüzden ez-Zikrâ (hatırlatıcı) Kur’an insanlara ölümü sık sık hatırlatıyor

كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ وَنَبْلُوكُم بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةً وَإِلَيْنَا تُرْجَعُونَ {35} 

Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz.“ (Enbiyâ 21/35. Bir benzeri: Hadid 57/20. Lukman 31/33. Ankebût 29/57. Âli İmran 3/185)

أَيْنَمَا تَكُونُواْ يُدْرِككُّمُ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنتُمْ فِي بُرُوجٍ مُّشَيَّدَةٍ ...ً {78}

“Nerede olursanız olun, ölüm gelip sizi bulacaktır, göğe yükselen kulelerde olsanız bile...” (Nisâ 4/78)

Dünya hayatı hakkında Kur’an şu ölümsüz gerçeği de hatırlatıyor.

وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَلَلدَّارُ الآخِرَةُ خَيْرٌ لِّلَّذِينَ يَتَّقُونَ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ {32} 

“Bu dünya hayatı, bir oyundan-eğlenceden ve geçici bir zevkten başka bir şey değildir; ama âhiret hayatı Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar için çok daha güzeldir. Öyleyse aklınızı kullanmaz mısınız?” (En´am 6/32. Muhammed 47/36. Ankebût 29/64)

Hem âhiret hayatına hazırlanmak hem de bu dünya hayatını düzene koymak için ölümü unutmamak gerekir. Ölüm mutlak bir gerçek ve günün birinde herkese ulaşacaktır.

 

-Sonuç

Hayatımızda bu üç sebepten hangisinin rolü fazla?

Ben derim ki kendi ellerimizle yaptıklarımızın oranı diğer ikisine göre çok daha fazla.

  • ...   فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُو۬لِي الْاَبْصَارِ 

 

“... O halde ibret alın ey akıl sahipleri.” (Haşr 59/2)