Sağlam akide, itaat/ibadet ve salih amel bağlamında insanlık görevlerimiz ve bunun bilinci olan takva hakkında dersler.

Hüseyin K. Ece

Liège Müslümanlarla

26-Mart, 16-Nisan, 7-Mayıs ve 21 Mayıs-2005

Liège -Belçika

 

Birinci Ders

26 Mart 2005

A-İnsanın Görevi:

a-Ma’rifet

Allah’ı sıfatlarıyla ve fiillerinin tecelleriyle (sonuçlarıyla) tanımak insanın ilk görevidir. Ki buna ma’rifetullah denir. Bu bir anlamda Allah’ı ve O’na ait sıfatları hakkıyla anlamak demektir.

‘Ma’rifet’, ve ‘irfan’, ‘arafe’ kelimesinden türemiştir. ‘Arafe’; herhangi bir şeyi görünümüne bakarak duyularla kavramak, o şeyin eserine (izine) bakarak ve akıl yorarak o şeyi hakkıyla tanımak demektir.

         ‘Ma’rifet’ de yaklaşık aynı anlamdadır. Bir şeyi, ona ait işaretlerle, o şeyin izine bakarak, düşünerek anlamaktır.

         ‘Ma’rifet’, ustalık, herkesin yapamadığı şeyi yapabilme anlamına da gelmektedir. Bu demektir ki, aslı, özü bilinmeyen bir şeyi, o şeye ait emarelere bakarak anlamaya çalışmaktır. Bunun da ustalık gerektireceği açıktır.

         Arap dilinde, ‘şu adam Allah’ı biliyor’ denmez. Çünkü Allah (cc) ‘ma’lum’ yani bilinen bir şey değildir. O, insan bilgisine konu olmaz. İnsan ne kadar uğraşırsa  uğraşsın, Allah’ın zatının ne olduğunu bilemez.

Ama O’nu sıfatlarıyla, fiilleriyle ve bunların kâinattaki tecelleriyle tanıyabilir. O’nun gücünün ve hükümranlığının eseri yerde ve göklerdedir. O’nun âyetleri evrende, insanda, Kur’an’da ve Peygamber mesajındadır. Kişi onlara bakar ve Allah’ı tanımaya, idrak etmeye çalışır.

İşte bu ‘ma’rifettir’.

Arap dilinde ‘şu adam Allah’ı tanıyor’ denir. Çünkü Allah (cc) insan için bilinen bir şey değil, belki ‘ma’ruf’ olan, yani âyet ve sıfatlarıyla tanınır.

Ma’rifet, sadece Allah’ı gereği gibi tanımak değil, o aynı zamanda O’na gereği gibi bağlanmayı da ifade eder. 

         Hz. Ali’nin deyişi ile Din’in başlangıcı ‘ma’rifettir. Kim Allah’ı hakkıyla tanırsa, kulluğunu, teslimiyetini daha iyi yapar. Tevhidí inancın kökleşmesi de ‘ma’rifet’ şuurunun artmasına bağlıdır. 

         Marifet sahibi olanlara da ‘ârif’ denir. « Allah’ı hakkıyla takdir edemediler...”  (6 En’am/91)

 

         b-Marifetin İmkanları:

         1-Akıl

         ‘Akl’ sözlükte, masdar olarak; engellemek, alıkoymak, bağlamak gibi anlamlara gelmektedir. ‘Akl’ isim olarak; idrak, muhakeme yeteneği, kavrayış, zekâ demektir.

         ‘Akıl’,  bilgi edinmeye yarayan güç, düşünme, kavrama, anlama ve bilgiye ulaşma yeteneğidir.

         Sözlük anlamından hareketle denilebilir ki ‘akıl’; ilimle insanı koruyan, kale içerisine alan, insanı mahveden yollara sürüklenmekten koruyan ruhí bir kuvvettir.

         Kur’an-ı Kerim’e göre insanı insan yapan, onun her türlü fiillerine anlam kazandıran, Allah’ın emirleri karşısında yükümlülük (mükelleflik) altına sokan ve ona sorumluluk yükleyen akıldır.  Aklı genellikle fiil halinde kullanan Kur'an, akletmenin ve doğru düşünmenin önemine dikkat çekiyor.

         “Bu örnekleri biz insanlar için vermekteyiz. Ancak bilenlerden başkası akletmez” (29 Ankebût/43)

Bu demektir ki âyetler üzerinde iilim sahipleri daha çok düşünürler ve onların ötesindeki gerçeği anlayabilir. Bunlara basiret sahipleri de denir.

         Bir gerçeğe varabilmek için âyetler, işaretler, deneyler ve eserler (izler) aklın üzerinde yürüdüğü yoldur. Akıl bunlardan geçerek, bunların ifade ettiği gerçeğe ulaşır. 

         ‘Akıl’, eşyanın özelliklerini tanıyan, idrak eden bir kabiliyettir. O insana verilmiş bir manevi kuvvet, bir nurdur.

         Ama maalesef insanların çoğu bu akıl gücünü ve yeteneğini iyi yolda kullanmazlar. 

         “Küfre sapanların örneği çağırma ve bağırmadan başka bir şeyi duymayıp haykıran bir kimsenin örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdirmezler.” (2 Bekara/171)

         “Gerçek şu ki, Allah katında, yerde hareket edenlerin en şerlisi (kötüsü) akıl erdirmez sağırlar ve dilsizlerdir.” (8 Enfal/22) 

         Aklını kullanmayıp sapıklık üzere devam edenlere azaptan başka bir şey yoktur. (10 Yunus/100)  Cehennem azabından kurtuluş da ancak akletmek ve aklı kullanmakla mümkün. (67 Mülk/10)

           Aklın birinci görevi eşyadaki düzeni, ilâhí gerçekleri anlama, sezme, onların üzerinde düşünüp yorum yapma, onların hikmetini idrak etmedir.          

         Kur’an, mü’minler için bazı hükümleri sıraladıktan sonra;

“İşte  Allah, size âyetlerini böyle açıklar; umulur ki akıl erdirirsiniz” (2 Bekara/242) buyuruyor.

         Peygamberimiz (sav) buyuruyor ki: 

         “Hiç kimse kendisini hidayete götürecek ya da tehlikeden alıkoyacak akıldan daha faziletli bir şey kazanmamıştır.” (nak. Müfredat, s:511)

         “Akıllı kimse, nefsini kontrol altına alıp ölümden sonraki hayat için hazırlık yapan, aciz insan da nefsini hevasına (istek ve tutkularına) uyup ta Allah’tan (olmayacak şeyleri) temenni eden kimsedir.” (Ýbni Mace, Zühd/31, Hadis no: 4260, 2/1423)

         Bilindiği gibi İslâma göre, ancak akıllı insanlar Allah’ın tekliflerinden sorumludurlar. İlâhî teklifler akılla idrak edilir. Akıl, bu tekliflerin sebebini, hikmetini, yerine getirildiği zaman faydasını, yerine getirilmediği zaman zararını  anlayabilir. 

İslâm akla bu kadar önem verirken, onu hiç bir zaman son karar yeri, bilginin, fayda-zararın, insanla ilgili hükümlerin son hakemi yapmamıştır. 

         Gerçek ‘ma’rifet’ ehli kimseler, neyin çirkin neyin güzel olduğunu o şeylere ait özelliklere bakarak tanıyabilirler. Çünkü onlar ‘selim akıl’ sahibidirler. 

 

         2-Âyetler:

         'Âyet' sözlükte, bir şeyin ve bir amacın varlığını gösteren açık alâmettir.                                                                                                                                                                                                                                                                                          

         Açıkça ortada görülmeyen şey âyetiyle bilinir ve tanınır. Bir yolu bilmeyen, o yola ait alametleri bilirse, yolu tanr. Âyet, duyuların, düşüncelerin veya akılla bilinen şeylerin dışa vurmuş şeklidir denilebilir.

         Yüzü kızaran bir kimsenin kızdığını veya utandığını anlarız. Yüzü kızarmak kızgınlığın âyetidir. 

         ‘Âyet’, bu şekilde, açık alamet, nişan, belirti, iz, eser ve işaret  anlamlarına gelmektedir.     

         Kur’an âyetlerinin her biri Allah’a ait alametler, işaretlerdir. Bununla beraber Allah’a mahsus bir yüceliğe de işaret ederler. Bu yücelik onların bağlı oldukları Kudret’ı hatırlatır, O’nun büyüklüğünü tanıtır.

         Kur’an âyet kelimesinin çeşitli manalarda kullanıyor. Şimdi kısaca bunlara işaret edelim:

2a-Delil anlamında:

         Allah’ın varlığına ve yüceliğine işaret eden deliller, âyet ismiyle anılmaktadır. (Bunları ‘kevnî âyetler başlığında tekrar söz konusu edeceğiz)

        2b-Mucize anlamında:

         Kur’an, peygamberlerin Allah (cc) tarafından gönderilmiş elçiler olduklarını isbat etmek için gösterdikleri olağanüstü olaylara da ‘âyet’ demektedir. Mucizeler, peygamberlerin kendi işi değil, Allah’ın gücünün göstergeleridir.

Hz. İsa (as)’nýn çamurdan kuş yapması, körün gözünü açması, alaca hastalığını iyi etmesi, ölüyü diriltmesi, saklanılan şeylerin yerini haber vermesi birer âyettir (mucizedir). (3 Âli İmran/49) Hz. İsa (as)’ya gökten sofra indirilmesi (5 Mâide/114), Semud kavmine deve verilmesi (17 İsrâ/59), Hz. Musa (as)’nın elinin Ay gibi parlaması (20 Tâhâ/22) gibi.

         2c-Alâmet, nişan anlamında:

         İsrailoğullarýna başkan (hükümdar) olarak gönderilen Talût’un bu görevinin âyeti (alâmeti),Tabût’un onlara getirilmesiydi. Burada âyet; alamet, belirti, nişan anlamında kullanılıyor. (2 Bekara/248)

         2d-Acayip iş anlamında:

         Hz. İsa (as)’nın babasız olarak dünyaya gönderilmesi, Allah’ın kudretine işaret eden bir âyettir, acayip bir iştir. Bir yönden mucizedir, diğer yönden insanların görmediği, alışmadığı bir iştir. (23 Mü’minûn/50)

2e-İbret anlamında:

Peygamberlerin çabalarına ve gösterdikleri mucizelere rağmen azgınlığa ve zulümlerine devam edenler, dünyada iken bir takım cezalara çarptırıldılar. Arkadan gelenler ibret alsın diye onlardan bazı âyetler (alametler) bırakılmıştır.

“Kendilerinden önceki kuşaklardan nicelerini yıkıma uğratmamız, onları hidayete yöneltmedi mi? (Oysa bugün kendileri) onların kaldıkları yerlerde (tarihí kalıntılar üzerinde) gezip durmaktadırlar. Şüphesiz bunda sağduyu sahipleri için âyet’ler vardır.” (20 Tâhâ/128, ayrıca bak. 11 Hûd/103. 15 Hıcr/74. 28  Kasas/36. 29 Ankebût/15. v.d.)

        2f-Kıyamet alâmeti anlamında:

         Bazı kimseler ellerinde fırsat varken iman etmezler. Allah'ın bazı âyetleri  geldiði zaman iman ederseler bu imanları kabul olmaz. En’am Suresi 158. âyetinde çoğul olarak geçen ‘âyât’ (âyetler), Kıyamet saatinin belirtisi, alameti şeklinde anlaşılmıştır.

         2g-Kur’an’ın tümü veya belli bölümleri anlamında:

         Kur’an’ın tümü âyet olduğu gibi, her sûrenin belli bölümleri de âyettir. Gerek Kur’an’ın tümü, gerekse her bir âyeti, insanların hepsi bir araya gelseler bile bir benzerini yazamayacakları bir mucize (âyet )dir.  Öyleyse Kur’an, peygamberimizin en büyük mucizesi olmakla birlikte Allah’ın kudretine alâmet olan bir âyet’idir.   

Her bir âyet bir ifadeyi diğerinden ayırdığı, her bir Kur’an bölümü onun tümünü ve vahyin mucize oluşunu hatırlattığı için âyet denmiştir.

        

b1-Kaç çeşit âyet vardır?

         İslâm alimleri, aklı, yani insanı Allah’ın varlığına ve birliğine ulaştıran âyetleri ‘kevnî ve kavlî’ olmak üzere ikiye ayırırlar. Şimdi bunlardan söz edelim.

Kevnî âyetler: Evrendeki sayısız varlıklara, çeşitliliğe, sürekli bir oluşuma ve evrensel düzene ‘fiilí veya kevnî âyetler-oluşun alametleri’ denmiştir. Bu âyetler, yüce bir varlığın kudretini açıkça haber vermektedir. 

         b2-Kevnî âyetlere nerededir?

Bu âyetlerde ya âfakta, ya da enfüstedir:

         “Biz âyetlerimizi hem âfak’ta (insanın dışında), hem de enfüste (kendi nefislerinde) onlara göstereceğiz; öyleki şüphesiz onun (Kur’an’ın) hak olduğu kendilerine apaçık belli olsun. Her şeyin üzerinde senin Rabbinin şahit olması yetmez mi?” (41 Fussilet/53)

 

         1-Âfakta

         Kur’an, âyetlerden meydana geldiği gibi kâinat da âyetlerden meydana gelir. Çevremizde gördüğümüz her şey, Allah’ın birer âyetidir. Bütün varlıklar, bütün olaylar Allah’ın ‘ol’ emriyle meydana çıkmış kelime’leridir. Bunlar, insana Allah’ı tanıtmaları açısından ise birer âyettirler.  

Mesela, Güneşin bir aydınlık, Ay’ın bir nûr kılınması yılların sayısı bilinsin diye Güneş’e ve Ay’a durakların tesbit edilmesi (10 Yûnus/5), tanenin ve çekirdeğin yaratılması, sabahın gecenin içinden çıkıp gelmesi, gecenin dinlenme zamanı yapılması, karanlığın derinliklerinde yol bulmak için yıldızlarýn bir lamba gibi var edilmesi, insanların tek bir nefisten yaratılması, gökten inen su ile bitkilerin büyütülmesi, her türlü meyvanın var edilmesi (6 Enlam/95-99), arının bal yapması, hayvanların çeşit çeşit yaratılması, hayvanlar tarafından insanlara süt hazırlanması  (16 Nahl/65-69), gece ile gündüzün değişmesi (3 Âli İmran/190. 10 Yunus/6), kuşların havada tutulması (16 Nahl/79), yerden bitkilerin çıkarılması (26 Şûara/7-9) hep birer âyettir.

         “Ve O, yeri yayıp uzatan, onda sarsılmaz dağlar ve ırmakları var edendir. Orada ürünlerin her birinden ikişer çift yaratmıştır. Geceyi gündüze bürümektedir. Şüphesiz bunlarda düşünen bir topluluk için gerçekten âyetler vardır.” (13 Râd/3)

         Peygamberimiz (sav) Güneş’in ve Ay’ın Allah’ın kudretinin iki âyeti olduğunu haber veriyor. (Buhârî, Bed’ü’l Halk/88, 4/251)

         Buna göre kâinatta zerreden kürreye, canlı veya cansız; var olan her şey, madenler, bitkiler, hayvanlar hepis birer âyettir. Kâinattaki denge, yani hayatın bizzat kendisi muazzam bir âyettir.

 

2-Enfüste (Yürüyen âyetler)

İnsanın çevresinde bunca âyet olduğu gibi bizzat kendi yapısında âyetler vardır. İnsanın harika yapısı, yaratılışı, hayatını devam ettirmesi, can-ru, akıl, irade, zekâ sahibi oluşu, düşünebilme, icat edebilme ve hatırlama ve unutma kabiliyetlerinin oluşu hep birer âyettir.

Her insanın ayrı bir yüze, ayrı bir karaktere, ayrı bir kapasiteye, hatta ayrı bir sese sahip olması ne kadar düşündürücüdür. İnsanın iç dünyasının derinliği, ortaya koydukları, düşünce dünyası hep olağanüstü değil mi?

Ma’rifete ulaşmak isteyenler insandan yola çıkabilirler. İnsan nasıl yaratıldı? İnsanın durumu ve konumu nedir? Ahsen-i takvim ve eşrefi mahlûkat nedir?

Kur’an, insanın yaratılışın anlatıp, Allah’ın yüce kudretine işaret ediyor.

“Sizi topraktan yaratmış olması O’nun âyetlerindendir. Sonra siz, (yeryüzünün her tarafına) yayılmakta olan bir beşer oldunuz.” (30 Rûm/20)

“İnsanı bir sudan yaratıp onu soy-sop yapan O’dur. Senin Rabbin her şeye gücü yetendir.” (25 Furkan/54)

“Andolsun, biz insanı süzme bir çamurdan yarattık. Sonra da onu bir su damlası olarak, savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik.” (23 Mü’minûn/12-13)

“And olsun biz insanı, çamurdan, bir sülâleden (süzülüp çıkarılmış çamurdan) yarattık.

Sonra onu emin ve sağlam bir karargahta (rahimde) nutfe (sperma) haline getirdik.

Sonra nutfeyi bir alaka (embrio) yarattık, derken o alakayı bir mudga (bir çiğnem et parçası halinde) yarattık, derken o mudgayı bir takım kemik yarattık, derken o kemiklere bir et giydirdik, sonra onu diğer bir yaratık olarak teşekkül ettirdik. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah, pek yücedir.

Sonra siz bunun ardından, muhakkak ki öleceksiniz.

Sonra da siz, şüphesiz, kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz.” (23 Mü’minûn/12-16)

Lisanların ve renklerin ayrı ayrı oluşu (30 Rûm/22), eşler arasına konan sevgi (30 Rûm/21), insanın uykuda veya uyanıkken canının alınması (39 Zümer/42) âyettir.

 

         c-Kavlî âyetler

Peygamberlere indirilen bütün ilâhí kitaplar da ‘kavlí’, yani sözlü âyetlerdir. Bu kitapların gönderiliş şekli olan vahy bir âyet olduğu gibi, bu kitapların anlattığı her şey de birer âyettir.

Kur’an âyetleri, Rabbimizin bize gönderdiği apaçık belgeler ve delillerdir. Bu belge ve deliller, bir yönden Rabbimizin ilâhlığının isbatlarıdır, bir taraftan da bizi doğru yola götürecek alâmetlerdir. 

Kur’an, Hz. Muhammed’e indirilen Kitab’ın insanüstü olduğunu bildirdikten sonra, bundan şüphe edenleri, “haydi bakalım, bunun gibi bir kitap, ya da bunun sûrelerine benzer sûreler yazıp getirin” diye meydan okumaktadır. (2 Bekara/23-24. 29 Ankebût/50-51. 17 İsrâ/88. 11 Hûd/13)

Öyleyse O’nun kendisi, sûreleri, âyetleri hem birer mucize’dir, hem de onları gönderen Rabbimizin Rabliğinin, büyüklüğünün, kudretinin alâmetleri (âyetleri)dir.       

 3-Rasûl:

Allah (cc) kullarıyla doğrudan konuşmaz. Onlarla iletişimi bir elçi aracılığıyla yapar.

“Kendisiyle Allah’ın konuşması bir insan için olacak şey değildir; ancak bir vahy ile ya da perde arkasından veya bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yüce olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (42 Şûrâ/51)

         Rasûllerin ve enbiyanın rolü belli. Onların vazgeçilmez sıfatları bize ipucu verir. Peygamberler tarihine tarafsız gözle bakanlar, onların örnek kişiliklerine şahit olurlar.

         Son elçi son örnek. O’nun el-Emîn sıfatı ve yaşadığu hayat kişiyi mana götürebilecek imkanlardan biridir. Hayatına yalan söylemeyen, yanlış iş yapmayan, çıkarını düşünmeyen, insanî faziletler için çalışan bir insanın yaptığı tebliğ haktır.

 

B-İman

         İnsan, marifet imkanını kullandıktan sonra, yani bir anlamda varlıkta Allah’ın rabliği ve ilahlığı ile karşılaştıktan sonra yapacağı şey, iman etmek, teslim olmaktır.

İman insanın kendini bulmasıdır. İman, köke bağlanmadır, yitiğini bulmadır, korkuyu emniyete, ümitsizliği ümide, kaosu düzene, başıboşluğu nizama çevirmedir.

         Burada akidene söz edeceğiz. Yani iman bağını sağlamlaştıran bağdan...

         a-Akide esasları

         ‘Akide’ sözlükte, gönülden bağlanılan şey demektir.

         ‘Akd’ aslında iki şeyin arasını birleştirmektir. Bu, ipin parçalarını birbirine bağlama hakkında, bir binanın parçalarını bağlama anlamında kullanıldığı gibi; yemin, nikâh, sözleşme, satış gibi manevi alanlardaki ‘bağlama’ hakkýnda da kullanılır.

         Sözün akd edilmesi, yani bağlanması yemin, inanılacak esaslara bağlanma imandır. 

         ‘Akide’ gönülden bağlanılan şey manasında kişinin isteyerek, benimseyerek, inanç esaslarını kabul edip inanması demektir.

         ‘Akide-Akaid’, İslâmın inanılması gerekli olan temel esasları ve hükümleri demektir. ‘akide’; Allah (cc)ýn gönderdiği İslâmı, Hz. Muhammed (sav)in getirip tebliğ ettiği Din’in bütün esaslarğnğ, bütün hükümlerini kalp ile doğrulamak, dil ile söylemek, bir anlamda İslâmın doğruluğuna tanıklık etmek demektir. Bir kişi o inanç esaslarını kabul ettiği zaman, o dini benimsemiş olur. Akide aynı zamanda, o dinde bulunan emir, tavsiye, prensip, yasak gibi amel ilkelere de yön verir. Çünkü, akidenin gereği ahlâk ve davranış, yani amel olarak hayata yansır. 

         Bu açıdan bakıldığı zaman denilebilir ki, akide kişinin dünya ve ahiret görüşünün bütünleşmiş şeklidir.

 

         b-İslâm akidesinin özellikleri:

         b1-Akide dinin temelidir:

Sözlük anlamýnda geçtiği gibi ‘akit’ yapmak, bir anlamda sözleşme yapmak, söz vermektir (ahd etmektir). Akide, bu söz verişin, bu sözleşmenin ilâhí yönüdür. Mü’min, İslâmın akide ilkelerini kabul ederek kulluk yapma sözleşmesini imzalar, Allah (cc) ile yaptığı ahd’i (anlaşmayı) uygulamaya karar verir.

Akide, insanla ilgili yaratılış gerçekliğine ulaşmak, insan ile Yaratan arasındaki bağı bulmaktır.

Bu kuvvetli bağ, insanı Allah karşısında sorumlu hale getirir. Akide, hayatımızı hangi amaç doğrultusunda yaşayacağımızı gösterir. İslâm’da inanç sistemi (akide) kuru kuruya bir inançlar sıralaması değildir. Akide, Din’i kabul etmenin ve ona uygun olarak yaşamanın, daha doğrusu yalnızca Allah’a kulluk yapmak üzere karar almanın, buna söz vermenin kendisidir.

         İslâmın akide anlayışı aynı zamanda, Allah’ın bâtıl saydığı bütün inançları bir tarafa atmanın göstergesidir.

 

            b2-Kapsamlı bir akide:

         Kur’an’a göre, Allah bir kavme peygamber göndermedikçe onlara azap etmez. (17 İsrâ/15), her kavme peygamber gönderilmiş, onların sadece Allah’a ibadet etmeleri emredilmişti. (16 Nahl/36)

Bütün peygamberler, aynı inanç esaslarını insanlara anlattılar. İslâm akidesi, çağlara, ülkelere, halklara, kültürlere, gruplara ve sistemlere göre değişmez. Üstelik inanılması gereken ilkeler bütün insanlar için geçerlidir. Çünkü İslâmın inanç esasları Mutlak Hakikat’tır, çağlara göre değişmez.

 

         b3-Tevhidî esas:

İslâmın akidesi, Tevhid’tir. Her şey, bir Allah inancı üzerine kurulur. İslâm şirki (politeizmi) şiddetle reddeder. Varlığı bir Allah inancı ile açıklar. İnsanı ve görevlerini Allah’a nisbet eder. Allah mutlak yaratıcı, mutlak hükümran, mutlak sahip ve mutlak hesap görücüdür.

Bütün peygamberler insanları Tevhide davet ettiler.  Bu davette Allah’a, Ahirete ve peygamberliğe iman gibi üç temel vardır. 

         Allah (cc) bütün topluluklara, ‘Allah’a ibadet edin, tağuta kulluk yapmaktan kaçının’ diye tebliğ yapması için elçiler gönderdi. Ancak onlardan kimileri hidayeti, kimileri sapıklığı (dalâleti) tercih ettiler. (16 Nahl/36) 

 

b4-Sağlam kaynak:

İslâm akaidi insan aklına, aklın yorumlarına, insanların ortaya attıkları görüşlere değil, vahye ve vahyin uygulaması olan mütevatir sünnete dayanır.

 

b5-Akla uygunluk:

İslâm akidesinin ilkeleri akıl üstüdür ama, akıl dışı değildir. İnsan aklı yukarıda saydığımız marifet imkanlarını kullanarak akideyi idrak eder. İnsanın hissi yanı, vicdanı ve fıtratı akidenin ortaya koyduğu gerçeklere yatkındır.

 

         c-Sahih iman (sahih imanın şartları)

c1-Şüpheden Uzak:

İslâm akaidi şüpheden, zandan, tereddütten, beşeri görüşlerden uzaktır. Kişinin müslüman olmasını sağlayan esaslarda şüphe olmaz.

 

c2-Akide parçalanma kabul etmez:

İmanın şartları bir bütündür. Bir tanesine inanan hepsine iman etmiş olur. Bir tanesini inkâr eden hepsini inkâr etmiş olur. İmanda pazarlık olmaz. Bu şart değişirse iman ederim denilemez. Ya da iman ilkelerini kendi anlayışına uydurmak dalalettir.

 

c3-Dinî hükümleri benimsemek:

Kur’an’da yer alan dinî hükümler, ölçüler, ilkeler, haberler, bilgiler aynı zamanda birer akide ilkesidir. İman eden bunları beğenir, benimsr, itiraz etmez.

 

c4-İman yeis kabul etmez:

Akidenin müjdelediği şeylerden ümit etmek gerekir. İman hayat devam ederken, normal şartlarda olur. Ölüm korklusuyla yapılan iman geçersizdir. (10 Yunus/92)

 

İNSANÎ GÖREVLERİMİZ ve TAKVA ŞUURU

Hüseyin K. Ece

Liège Müslümanları

İkinci Ders

16 Nisa 2005

 

C-İTAAT

a-İtaat nedir?

İnsanın Rabbine karşı üçüncü görevi itaattır.

İmanın gereği iman edilen bir yüce gücün karşısında itaat etmek, boyun eğmek, ondan gelenleri kabul etmek, itiraz etmemek, emre muhalif davranmamaktır. İşte böyle bir durum insan için ibadet anlayışıdır.

İnsan, kul olarak Yaratıcısının karşısında ne yapacaktır? Onun rolü nedir? Rabbi ondan ne gibi bir tavır beklemektedir?

         İtaat, inkıyad etmek, yani boyun eğmek demektir. Emre uyma, sözü dinleme, alınan emri yerine getirme, verilen emre göre hareket etme anlamlarına da gelir.

         Kur’an-ı Kerim diyor ki:

         “Gökte ve yerde her ne varsa hepsi de isteyerek veya istemeyerek Allah’a teslim olmuşlardır.” (3 Âli İmran/83)

         Buradaki isteyerek kelimesi ‘itaat’ kelimesiyle ifade edilmektedir. 

‘İtaat’ın karşıtı ‘isyan’dır.  Allah, yarattığı ve nimet verdiği kullarının kendisine isyan değil ‘itaat’ etmelerini istiyor. Eğer insan âlemlerin Rabbine itaat etmezse; başka ilâhlara itaat edecektir. 

         “Ey İman edenler! Allah’a, Peygamberine ve sizden olan emir sahiplerine (sizin gibi mü’min olan yetkililere) itaat edin….” (4 Nisa/59)

         Peygambere itaat, O’nun yoluna gitmek Allah’a itaat gibidir, O’na karşı gelmek Allah’a isyan gibidir. (4 Nisa/80)

         Allah’ın adıyla ve O’nun emirleri doğrultusunda iş yapan bütün yetki sahiplerine, dinin sınırları içerisinde kalmak şartıyla itaat edilir. (Buharí, Ahkâm/4, 9/79. İbni Mace,  Cihad/39, Hadis no: 2859-2862, 2/954.)

Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez. (Buharí, Cihad/109, 4/60. Müslim, İmâre/38, Hadis no: 1839, 3/1469.)

Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Kim bana itaat etmişse mutlaka Allah’a itaat etmiştir. Kim de bana isyan etmişse, mutlaka Allah’a isyan etmiştir. Kim emir’e (meşru yöneticiye) itaat ederse mutlaka bana itaat etmiş olur. Kim de emir’e isyan ederse mutlaka bana isyan etmiş olur.” (Buharí, Ahkâm/1, 9/77. Müslim, İmâre/32-33 no: 1835, 3/1466. Nesâí, Bey’at/27. 7/138.)

 

         b-İtaat Nasıl yerine getirilir? (İbadet)

         İtaatın diğer adı ibadettir.

Ya da müslüman Allah’a, Allah’ın koyduğu ölçülere itaat ettiği, ya da O’nun çizdiği sınırlara dikkat ettiği zaman, bu davranışı ibadet olur.

 

Öyleyse ibadeti nasıl tanımlayabiliriz?

 

         1-Kelime anlamıyla ibadet      

         İbadet ve ubudiyyet, ‘abd’ fiiliinden gelir. Bu da, itaat etmek, alçak gönüllülük (tevazu) göstermektir. Daha açık bir ifade ile kişinin bir kimseye isyan etmeksizin, ondan yüz çevirmeksizin, karşılık vermeksizin itaat etmesi ve boyun eğmesi, kendi özgürlüğünü terkedip tam bir bağlılıkla onun emrine girmesi demektir.

 

         2-Istılah olarak ibadet

İbadet, niyete bağlı olarak yapılması sevap olan, özel bir şekilde yapılan, iman, itaat ve fiillerden meydana gelir.

Evet iman da öncelikle bir ibadettir. Değil mi insan Rabbinden gelen ölçülere uyuyor, kabul ediyor, o hükümlere boyun eğiyor. 

         İbadet, kendini kul olarak kabul eden insanın Rabbine karşı teslim oluşu, Rabbine itaat edişi, benliğinin derinliğinden gelen bir saygı ile boyun eğmesidir. Kul bu görevi, Allah’ın emirlerine uyarak, yasaklarından kaçınarak yerine getirir.

         Allah’ın razı olduğu bütün ameller ibadet kapsamına girer. Allah, insanlardan güzel davranışlar ve kendi hükümlerine uyma istemektedir. Yani Allah’a itaat manası taşıyan her hareket ibadettir.

“Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin. Umulur ki takvaya erersiniz.” (2 Bekara/21)

İbadet, aynı zamanda nimetleri veren makama karşı şükrün yerine getirilmesidir. İnsana verilen en üstün nimet herhalde hayat nimetidir. Öyleyse ibadet hayatı var eden Allah’a yapılır.

         İslamdaki ibadet anlayışı, batıl dinlerde olduğu gibi bir tapınma değil, Allah’a karşı olan sevginin, saygının, azametine teslim oluşun, O’nun Rabliğini tasdik edişin dua, itaat ve belli hareketlerle ortaya konmasıdır.

Allah (cc) insanı ‘abd-kul’ olarak yaratmıştır. Dolaysıyla insana düşen bu kulluğun şuurunda olmaktır. Abd, efendisinin emrine itiraz etmeksizin, karşı gelmeksizin uyar. Verilen emri yerine getirir, istenen hizmeti görür. Çünkü efendisi onun sahibidir, ona nimet vermektedir, ona sayısız iyilikte bulunmaktadır. 

Gerçek Efendiye kulluğu unutanlar, başka yalancı mevlâlar (efendiler) bulurlar.

İbadette, itaat edenin yalnızca boyun eğip söz dinlemesi yeterli değildir. İtaat eden kul (abd), aynı zamanda önünde boyun eğdiği efendisinin yaptığı iyilikleri de bilmelidir. Verdiği nimetlere teşekkür ederek (veya şükrederek) kalpten ona bağlanır. 

İslâm, bu şekilde bir boyun eğmenin, kayıtsız şartsız itaatin ve bu yüceltmenin ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a karşı yapılabileceğini  ortaya koymuştur.

         İman eden kimse, bir anlamda bütün kölelikleri, bütün yanlış kul ve kulluk anlayışlarını reddettiğini ilân etmiş olur. O, imanıyla der ki, ‘ben âlemlerin Rabbini ilâh olarak kabul ediyorum, ben O’nun kuluyum. Dolaysıyla mutlak itaati, mutlak hizmeti ve ibadeti yalnızca O’na yapacağım. O benim sahibimdir, ben O’na aitim, O’ndan geldim ve yine O’na döneceğim.’

 

         c-Niçin İbadet?

İbadetin amacı, Allah’ın rızasına ulaşmak, bir anlamda takva sahibi olmak, bununla dünya hayatını düzene koymak, iyi bir insan olabilmek ve öldükten sonra da Cenneti kazanmaktır.

İbadet, yaratılıştan gelen bir ihtiyaçtır. İnsanlar Yüce Allah’a ibadet için yaratılmışlardır. (51 Zariyat/56) 

Burada niçin ibadet etmeliyiz sorunun cevabını, ya da ibadet görevinin gerekçelerini sıralamaya çalışalım.

 

1-Şükür için;

“Rabbiniz şöyle buyurmuştur: ‘Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size (ni’metimi, mükâfatımı) artırırım ve andolsun eğer küfrederseniz, şüphesiz benim azabım pek şiddetlidir.” (14 İbrahim/7)

         Mü’minler bilirler ki Allah âlemlerden müstağnidir. İbadet kulun ihtiyacıdır. Nimet veren O’dur. İyilik edene teşekkür edilir.

‘Şükr’ sözlükte; hayvanların bedenlerinde yedikleri gıdanın etkisinin apaçık ortaya çıkmasıdır. 

         Din dilindeki ‘şükür’ de bunun gibidir. Yani ‘şükür’, Allah’ın ni’metinin etkisinin kulun dilinde ‘itiraf ve övgü’ olarak, kalbinde ‘şahitlik ve muhabbet’ olarak, organlarında da ‘itaat etme ve boyun eğme’ olarak, dilde ‘zikir’ olarak ortaya çıkmasıdır.

         ‘Şükür’, kişinin kendine ulaşan ni’meti bilmesi ve ni’met sahibini bilip onu övmesi demektir. ‘Küfr’ ise, ni’met vereni inkâr edip onu gizlemektir.

‘Şükür’, ni’met vereni boyun eğerek itiraf etmek,  ihsan yapan kimseyi, ihsanını anarak övmek,  ni’met verene kalbin sevgiyle dolması,  O’na boyun eğmek, O’nu sevmek ve ni’met konusunda O’nu hoşnut edecek şeyleri yapmak ta bulunmaktadır.

         ‘Küfr’ kelimesi, iman etmemeyi, insanlara sonsuz nimetler veren rızık sahibi Allah’ı inkâr etmeyi anlattığı gibi, ‘şükr’ kelimesi de iman etmeyi, verilen nimetlerin sahibi olan Allah’ı tanımayı ve O’na minnettarlık duymayı ifade eder.

         Şükür, hamdetmeyi ve Tevhide inanmayı bir araya toplar. 

         ‘Şükür’ aynı zamanda ni’meti bilmedir. Çünkü ni’meti bilmek, ni’meti vereni bilmenin yoludur. Kul ni’meti tanıdığı zaman, ni’metin sahibini de tanır. O’nu tanıyınca O’nu sevmeye başlar ve O’nun hoşlanacağı şeyleri yapmaya niyet eder. 

İşte bunun için Allah (cc), Kur’an’da İslâm’a ve imana ‘şükür’ diye isim vermektedir.

Şükür ibadeti nasıl yerine getirilir?

Şükür, imanın eyleme dönüşmesiyle yerine getirilir.

“Şayet nankörlük ederseniz (küfrederseniz), artık şüphesiz Allah size karşı hiç bir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için buna rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin (faydanız) için ondan razı olur…” (39 Zümer/7)

         Kur’an, sürekli olarak Allah’ın insanlara verdiği ni’metlere, yaptığı bağışlara, ettiği ihsanlara dikkat çekmekte ve insanın bütün bu iyilikler karşısında ‘şükran’ duyguları içerisinde olmasýný istemektedir. Çünkü ni’mete kavuşmanın, iyilik görmenin karşılığı budur.

         İnsan, Allah’ın kendisine verdiği can ve organlar karşılığında (23 Secde/7-9), yağmur vermesinin (45 Câsiye/4-5. 56 Vakıa/68-69), gece ile gündüzü var etmesinin (28 Kasas/73), dağ gibi gemileri yüzdürmesinin (31 Lukman/31), eti yenen hayvanları (36 Yâsîn/71-73) ve daha nice ni’metler vermesinin karşılığı olarak şükr etmelidir. Bütün bu ni’metleri vereni tanımalı ve O’nun önünde boyun bükmelidir.

Kim şükrederse kendi nefsi için şükretmiş olur. (27 Neml/40) Yoksa Allah’ýn böyle şeylere asla ihtiyacı yoktur.

         Şükretmek mü’minlerin en önemli özelliklerinden biridir. 

         İnsanlar şükretmek veya küfretmek noktasında denenmektedir:

         “Hiç şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan (nutfeden) yarattık. Onu denemekteyiz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık. Biz ona yolu (sebili) gösterdik; (artık o) ya şükredici olur ya da nankör olur.” (76 İnsan/2-3)

Hz. Süleyman, yanında bulunan ve kendisine ilim verilen bir kimse kraliçenin tahtını getirince dedi ki: ‘…Bu Rabbimin fazlındandır. O’na şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemektedir….’ (27 Neml/40)

Hamd, ni’mete kavuşmanın veya gelecek olan bir nimetin sevincini, huzurunu duyup, nimet sahibine övgüde bulunmadır. Şükür de insana gelip ulaşmış bir ni’mete karşı bir teşekkürdür.

Hamd’de sevinç ve arzu  anlamı, şükürde ise içten bağlılık ve dostluk anlamı daha çok yer almaktadır. 

Bir hadiste şöyle buyuruluyor: “Hamd, şükrün başıdır. Allah’a hamdetmeyen O’na şükretmemiş olur.” (nak. El-Cevziyye, Medaricü’s Salikín, 2/208)

Şükrün başı Allah’ı bilmektir (marifetullah’tır). Allah’ı Rab olarak bilen, O’nun nimet verdiğinin şuurunda olan bir kimse de O’nu sevmeye başlar. Allah’ı seven O’na ibadet eder, O’na hiç bir şeyi şirk koşmayarak O’nun nimet verici olduğunu itiraf eder. Kul bu şuurla kimin önünde kulluk yaptığının farkında olur. Bu nedenle Tevhid şükrün zirvesidir.

         Şükür ahlâkının Hz. Muhammed’in hayatında nasıl somutlaştığını aşağıdaki örnekte görebiliriz.

         “Rasulüllah (sav) geceleri ayağa kalkıp ayakları kabarıncaya kadar namaz kılardı. Kendisine; ‘Allah (cc) senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetti (niye kendini bu kadar yoruyorsun)?’ denildi.

         ‘Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?’ cevabını verdi. (Buhârí, Teheccüd/6, 2/63. Tefsir-Fetih/1, 6/169, Rikak/19, 8/124. Müslim, Sıfâtü’l Munâfikín/18, Hadis no: 2819, 4/2181. Tirmizí, Salat/304 no: 412, 2/268. Nesâí, Kıyâmu’l-Leyl/17, 3/178.)

         

2-Hatırlayan hatırlanır:

a-Zikir:

Bütün ni’metlerin sahibi Allah (cc) insanlara;

         “Siz beni zikredin (anın) ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, fakat asla nankörlük etmeyin.” (2 Bekara/152) diye emretmektedir. 

         ‘Zikir’ sözlükte; anma, hatırlama, bir şeyi zihinde hazır etme, bir şeyi dile getirme, hatırlatmadır. Kişinin marifet (bilgi) olarak elde ettiği şeyi korumasını saşlayan zihni bir faaliyettir.

         Kavram olarak ‘zikir’; Allah’ı anmak üzere yapılması veya söylenmesi tavsiye edilen, hamd, dua, ibadet ve övgü gibi fiiller ve sözlerdir.

         ‘Zikir’ aslında kalbin, anılan kimseye dikkat kesilmesi ve ona karşı uyanık olmasıdır. Bunu dil ile ifade etmeye zikir denilmesinin sebebi, kalpteki zikre (hatırlamaya) işaret etmesindendir.

Kur’an bu kavramı hatırlama, hatırlatma, uyarı, öğüt, şeref ve üstünlük gibi anlamlarda kullanmaktadır.

 “Ey iman edenler, Allah’tan ittika edin ve kişi yarın içn ne (yapıp) gönderdiğine baksın. Allah’tan korkup-sakının; çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.

Şu, Allah’ı unuttuklarından dolayı (Allah’ın da) onlara kendi nefislerinin unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar, yoldan çıkmış kimselerdir.”  (58 Haşr/18-19)

         Hatırlama iki şekilde olabilir: 

         Birincisi, unuttuktan sonra olan bir hatırlamadır ki, bu her insanda her zaman olan bir şeydir.

         İkincisi, akılda tutulan, öğrenilen ve zaten kalbe yerleşen şeyin hatırlanmasıdır ki, kişi hiç unutmadığı bu gibi şeyleri dil ile söylediği zaman onu zikretmiş, dile getirmiş olur.

         Kur’an, kendisine ‘zikir’ demektir ki, O, baştan başa bir hatırlatma ve öðüttür. Sürekli Allah’ı hatırlatan âyetlerden meydana gelmektedir. 

         “Bu, bizim O’na indirdiğimiz mübarek bir ‘Zikir’dir. Şu halde onu inkâr edecek olanlar siz misiniz?” (21 Enbiya /50)

         “Hiç şüphesiz Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik biz; onun koruyucuları da gerçekten biziz.” (15 Hıcr /9)

         “Gündüzün iki tarafında ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl. Şüphesiz iyilikler (hasenat), kötülükleri (seyyiatı) giderir. Bu, öğüt alanlara yoğun bir hatırlatmadır (zikrâ’dır).” (11 Hûd /114 Ayrıca bak. 6 En’am /90. 7 A’raf/2. 21 Enbiya /84. 29 Ankebût/51. v.d.)

         Aynı kökten gelen ‘tezekkür’, düşünüp- öğüt almak, ibret almak demektir. Kur’an bazı şeyleri hatırlattıktan sonra ‘düşünmez misiniz, ibret almaz mısınız?’ diye uyarıyor. (17 İsra /47)

         Rabbimiz (cc), mü’minlere kendisini sürekli olarak zikretmelerini emrediyor. Zikretme emri bazen şükürle, bazen verilen nimetleri hatırlatma ile, bazen namazla, bazen diğer ibadetlerle, bazen verilen zaferle birlikte gelmektedir. Kur’an’da  zikredenler övülürken, zikirden yüz çevirenler  kınanmaktadır.

 

         Niçin zikir?

Çünkü Allah’ın zikrini unutanların hakkı dar bir hayattır:      

         “Kim de benim ‘zikr’imden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve biz onu Kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz (mahşere getireceğiz)” (20 Tâhâ /124)

         Bu âyetten bir önceki âyette, ilk insanın Cennetten çıkarılışı hatırlatılıp, Allah’ın gönderdiği hidayete uyanların dünya hayatında şaşırmayacakları haber veriliyor. Bu âyette geçen ‘Zikr’, insanı hidayete götüren vahy, vahyle gelen ilâhí kitaplar ve peygamberlere bildirilen şeyler veya son vahy olan Kur’an, ya da bizzat Allah’ı anmak anlamlarına gelebilir. (Muh. İbni Kesir, 2/497. Ebu’s Suud, Tefsir, 3/496)

         Evet, Allah’ın Zikr’inden kim yüz çevirirse onun hakkı dar bir geçimdir, sıkıntılı ve mutsuz bir yaşantıdır.

İnsan, evrenin her köşesine yerleşmiş olan sayısız âyetleri bakmalı, onların üzerinde düşünmeli, sonra da onların Rabbini hatırlamalı.

Müslüman, Allah’a götürecek bir sebep gördüğü zaman, imanı artar, Allah’ın ve O’nun uluhiyyetini (ilâhlığını) tekrar aklına getirir.   

         “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı (zikredildiği) zaman yürekleri ürperir, O’nun âyetleri okunduğu zaman (bu onların) imanlarını artırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.” (8 Enfal /2, ayrıca bak. 22 Hacc /35)

         Bir başka âyette, Allah’ın adı anıldığı zaman mü’minlerin secdeye kapandıkları haber veriliyor. (32Secde/15) 

         Mu’minlere Allah’ın âyetleri zikredildiği zaman, onların kalbleri bu âyetlere karşı kör ve sağır olmaz. (25 Furkan /73)  Halbuki inkârcılar, kendilerine âyetler hatırlatıldığı zaman, hatırlatılan şeyden (zikirden) öğüt almazlar, zikr’i hatırlamak istemezler. (37 Saffat /13)  

         Kendilerine Allah’ın âyetleri zikredildiği zaman sırtlarını  dönenler zalimlerdir. Onların kalpleri üzerinde Hakk’ı anlamalarına engel bir perde vardır. (18 Kehf /57)

Alış-verişler ve ticaretler Allah’ı zikretmeyi unutturmamalı. ( 24 Nûr /36-37. 63 Münafikûn /9) 

Kur’an’ın uyarılarınıve Rabbinin âyetlerini idrak edenler Allah’ı zikretmenin gereğini yaparlar:

         “Onlar, ayakta iken, oturuken, yan yatarken, Allah’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı konusunu düşünürler (ve derler ki :) ‘Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateş azabından koru.’”   (3 Âli İmran/191) 

         Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Allah’ı zikredenle zikretmeyen, diri ve ölü gibidirler.”  (Buhârí, Daavât/ 67. nak. Y. K. Çağdaş Tefsiri, 1/259)  Öyleyse diri kalmak için sürekli Allah’ı hatırlamak gerekiyor.

         Peygamberimiz (sav)’den şöyle rivayet olunmuştur:

         “ Allah (cc) şöyle buyurmuştur: Ben kulumun Beni sandığı gibiyim ve Bana dua ettiği zaman onunlayım. Kim beni kendi nefsinde zikrederse (anarsa), ben de onu kendi nefsimde anarım. Kim beni kalabalıkta zikrederse, ben de onu, ondan daha hayırlı bir kalabalıkta zikrederim...”  (Müslim, Zikir/2-21 no: 2675, 4/2061. Buhârî, nak. M. İbni Kesir, 1/142)

Levh-i Mahfuz’dan ‘zikr’  olarak indirilen Kur’an âyetleri, insanlara Allah’ı hatırlatan ilâhí belgedir. Öyleyse en büyük ‘zikir’ Kur’an’dır ve O’nu okumak, O’nunla meşgul olmak, O’nun ilkelerini hayat uygulamak, O’nun çizdiği sınırlar  korumak, O’nun hükmüne uymak; en güzel zikir’dir.   

         Zikrin tesiri kalpte duyulur, kalpten organlara geçer ve organlar da bunların uzantısı olan amelleri yaparlar. İşte bu Allah’ı zikretmektir ve bu şekilde hatırlamanın sonucu da takva’ya ulaşır. 

         Rabbimiz buyuruyor ki:

         “Gerçekten Ben, Ben Allah’ım. Ben’den başka ilâh yoktur; şu halde Bana ibadet et ve Beni zikretmek için dosdoğru namaz kıl.” (20 Tâhâ/14)

         “Doğrusu namaz kötü ve iğrenç şeylerden alıkor, Allah’ın zikr’i ise en büyüktür.” (29 Ankebût /45) 

         Aslında zikir ibadetinin bir sonu yoktur. Kur’an; 

         “Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin ve O’nu sabah akşam tesbih edin.” (33 Ahzab /41-42) buyuruyor.

Zikir de Allah’a itaattir. Öyleyse O’nun emrettiklerine uymak, yasaklarından kaçmak zikirdir. 

          Allah’ı zikretmekten yüz çevirenlere şeytan musallat olur. Şeytan ise insanın düşmanıdır. (43 Zuhruf /36)

Zikir takvaya ulaştırır, takvayı öğretir, takvaya arkadaş eder. Zikir şuurları diri tutar, gönülleri gafletten korur.

Zikir ilaçtır, zikir iksirdir, zikir ab-ı hayattır, zikir canlara can katan merhemdir. Zikir yoksullukları kanaat zenginliğine, yalnızlıkları ebedi ve bitmez dostluğa, mahrumiyetleri ilâhí ilgiye dönüştürür.

Zikir dünyalık korkuları giderir, endişeleri umuta çevirir, hayalleri götürür; onun yerine solmaz gerçekleri yerleştirir. Zikir boş kuruntular (ümniyye) yerine  Allah’ı bilme, takdir etme ve O’ndan isteme cesareti arama ümidini verir.

         “Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur (doyar).” (13 Ra’d 28)

     

         b-Tesbih:

‘Tesbih’, ‘sebh’ fiilinden türemiş bir kelimedir. ‘Sebh’ sözlükte; havada ve suda hızlı hareket etmek, geçip gitmek, yüzerek uzaklara gitmek demektir.           

         Kavram olarak ‘tesbih’;  Allah’ı O’na yakışmayan şeylerden tenzih etmek (uzak tutmak)tır.

         ‘Tesbih’ bir anlamda Allah’ı büyük tanıma, O’na noksan sıfatları yakıştırmama, hızlı bir şekilde ‘sübhanellah’ demek ve O’na ibadet etmektir. Bu bir çeşit Allah’ı zikirdir. 

         ‘Tesbih’;  Allah’ı, kutsal yüceliğine layık olmayan kusur  ve noksanlıklardan, insanların ilâhlar hakkında düşündükleri eksik sıfatlardan gerek inanç, gerekse söz ve kalp ile tenzih etmektir.

         Allah (cc), ‘Sübhan’dır.

         “Eğer her ikisinde (gökte ve yerde) Allah’ın dışında ilâhlar olsaydı, hiç tartışmasız, ikisi de bozulup gitmiıti. Arşın sahibi Allah-Sübhan’dır, onların nitelendirdikleri şeyden uzaktır.” (21 Enbiyâ/22. Ayrıca bak. 37 Saffat/180, 12 Yûsuf/108. 17 İsrâ/1, 93,108. 27 Neml/8. 28 Kasas/68. 43 Zuhruf/13. 68 Kalem/29)

         Canlı veya cansız varlıklar Allah’ı tesbih ederler.

         “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, O’nu tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, ama siz de onların tesbihlerini anlayamazsınız. O Halim’dir, bağışlayandır.” (17 İsrâ/44)

Arşın etrafını çevirmiı melekler Allah’ı sürekli tesbih ederler. (39 Zümer/75). Bir kısmı da Allah’ı tesbih eder ve bununla beraber yeryüzünde olanlar için istiğfar ederler. (42 Şûrâ/5) Allah’ın yanında bulunanlar da Allah’ı tesbih ederler. (41 Fussilet/38. 7 A’raf/206)

Yerde ve gökde olan bütün yaratıklar Allah’a tesbihte bulunurlar.  (57 Hadid/1. 59 Haşr/1, 24.  61 Saff/1. 24 Nûr/41. 62 Cuma/1. v.d.)

Aklı ve iradesi olmayan bütün varlıklar Allah’ı tesbih ettiğine göre, aklı olan ve kâinatın efendisi kılınan insanın da bunu yapması gerekir. O bunu yaparsa varlığı anlamış, varlıkla barışmış, varlıktaki ahenkli koroya katılmış olur.

 

         3-Fıtratla buluşma

İnsan kendi aslıyla buluşabilmek, fıtratına yabancılaşmamak için ibadet etmelidir.

‘Fıtrat’ kelimesinin kökü ‘fatr’dır. ‘Fatr’ sözlükte, uzunlamasına yarmak, ikiye ayırmak, yaratmak, icat etmek, bir şeyi özellikleriyle ortaya koymak, bir şeyi meydana getirmek anlamlarına gelir.

Fıtrat ise; yaratılış, belli yeteneklere ve yatkınlışa sahip oluş, karakter, mizaç, doğal eğilim, huy gibi manaları vardır.

         Bu masdarın fail (özne) ismi olan ‘Fâtır’, Allah’ın güzel isimlerinden birisidir. Bunun anlamı, yerleri ve gökleri ilk defa Yaratan demektir.

         “….De ki: Sizi ilk defa yaratan, sizi tekrar diriltecektir….” (17 İsrâ/51)

         ‘Fatr’ ilkin yaratmaya başlama demektir ki, ‘ibda’ (yoktan var etme) fiilinden sonraki aşamadır. Bu bakımdan Kur’an ‘fatr’ fiilini her zaman Allah (cc) hakkında kullanmaktadýr. (43 Zuhruf/27. 21 Enbiyâ/56. 20 Tâhâ/72)

‘Fatr’ veya ‘fıtrat’ ilk yaratılışı ifade ettiği gibi, devam eden bir yaratılışı da anlatır. ‘Fatr veya fıtrat’, bir şeyi yoktan ve örneksiz var etmek ve onu, belli bir hedefe doğru açıp-ortaya koymak, dal budak saldırmaktır. Bir cisimden başka bir cismin meydana gelmesi, ona ait tohumun yarılıp açılmasından, filizlenip büyümesinden meydana gelir. Gelişen o canlı tekrar tohuma dönüşmekte, tohum tekrar filizlenip aynı cins canlının neslinin devamını saılamaktadır. Bu sürekli oluşum bir ‘fatr’ olayıdır. Bunu Yaratan da ‘Fâtır’ olan Allah (cc)tır.

         Kâinattaki bütün varlıklar Allah’ın kendileri için var ettiği ‘fıtrat’ üzerindedirler. Her varlık, kendi tabiatının gereğini yapar, o çizgisinin dışına çıkmaz.

         “O halde yüzünü, Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiç bir değişme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler.” (30 Rûm/30)

         Bu ayette geçen ‘fıtrat’ın insandaki inanma ve ibadet etmeye meyli ve kabiliyeti anlamına geldiği söylenmektedir. Buradaki maksat, her kişinin kendine ait özelliği değil, bütün insanların insan olarak yaratılışlarındaki esas ve hepsinde ortak olan genel yaratılıştır.

İnsan bedenine ait bütün organlar ve organların görevleri bir fıtrattır. Gözün iyi görmemesi, kulağın iyi duymaması sonradan gelen bir arızadır

         Bunun gibi Allah (cc) bütün insanları kendine inanma ve ibadet etme, verdiği nimetlere şükretme kabiliyetinde ve bunlara meyilli olarak yaratmıştır. Kalbin görevi bütün organlara hakim olarak, onları Allah’ın emrine tabi kılmasıdır. Bu da bir ‘fıtrat’tır.

İnsan ve ona ait organlar fıtrat üzere kaldıkları sürece, Allah’a teslim olurlar. Eðer onlara dış etkenler tesir etmezse, onların fıtratında Âlemlerin Rabbine teslimiyet vardır.

İslâm fıtratın dinidir. islâm, fıtrat olarak Allah’a teslim olma kabiliyetinde yaratılan organların bu teslimiyetlerini sağlar. Ancak, hayatına İslâmın hakim olmadığı kimseler şeytanın saptırmasıyla bu kabiliyetlerini ters yönde kullanırlar.

İslâma göre inanmanın ve ibadet etmenin iki kaynağı vardır :

Birincisi insandaki bu fıtrat’tır. İnsanın tabiatı Allah’ın dini İslâmı kabul etmeye, onu uygulamaya, Allah’ın emirlerine uymaya; kısaca yalnızca Allah’a ibadet etmeye uygundur. Allah (cc) insanın aslını böyle temiz ve saf kılmıştır.

         İnanmanın ve ibadet etmenin ikinci kaynağı, insanın kendi çabasıyla ve iradesiyle inanması ve kendi arzusuyla ibadet etmesidir.

Allah (cc), fıtrat’a zıt özelliklerin ve anlayışların bulunduğu yerlerde elçileri aracılığıyla Din gönderir ve insanları öz fıtratlarına uygun davranmaya çağırır.

İnsanın kendi fıtrat’ına uygun olarak Allah’ı bir bilip O’na kulluk etmesi de ‘hanif’liktir.

         Peygamberimiz (sav) buyuruyor ki:

         “Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir. Onun bu hali konuşma çağına kadar devam eder, sonra anne-babası onu hırıstiyan, yahudí, mecusi (ateşe tapan) yapar. Eğer anne-baba müslümansalar, çocuk ta müslüman olur.” (Buhârí, Cenaiz/80, 2/118. Cenaiz/93, 2/125. Müslim, Kader/22 no: 265 4/2047. Ebu Davud, Sünnet/18 no: 4714, 4/229. Tirmizí, Kader/5 no: 2138, 4/447.  Ahmed b. Hanbel, 2/233, 435.)

         Bütün insanlar saf, temiz, İslâma meyilli bir şekilde yaratılırlar. Ancak onu eğitim, çevre ve dış etkenler değiıtirir, fıtrattan uzaklaştırır.

İslâm, insanı asıl fıtratına davet eden, fıtratının gereğini yapmasını sağlayan ilâhí dindir. Kendi fıtratlarını yeterince tanıyanlar, Allah’ı bırakıp başka tanrılara tapınmazlar. Allah’a itaat edenler fıtratlarının gereğini yaparlar. Ya da onlar fıtratlarıyla buluşurlar. Bu da insanın kendi kendine yabancılaşmasını önler.

İslâmda cihad ibadeti insanları bu fıtratla yüzyüze getirme çabasıdır.

         İnsanlar, güzel, doğru, Hakk’a uygun, adaletli, isabetli iş yapıyorsalar, merhametli ve iyiliksever iseler, hatalarından dolayı pişman oluyorlarsa, insanları, hayvanları, tabiatý, çocuklarını, düşkünleri seviyorlarsalar, ana-babalarına ve başkalarına iyilikte bulunuyorsalar; fıtratlarının gereğini yapıyorlar demektir.

         Bunların tersi fıtrata ters düşmektir.

         Tam burada insanın ezeli sözleşmesini hatırlamak gerekiyor. (7 A’raf/171)

İnsanın fıtratı ezelî söyleşmeye uygundur. Ya da ezelî sözleşme insanın fıtratında saklıdır. İslâma davet bir anlamda insanları kendi gerçeklerine davet, Allah’a kulluk, güzel davranışlarda bulunmak, Rabbi tanıyıp O’na itaat; fıtratla buluşma, fıtratla aynileşmedir.

 

4-Emâneti taşıma görevi

Allah’a ibadetin bir başka gerekçesi insanın ‘emanet’ görevini yüklenmesidir. Bu bir anlamda ezelî sözleşmeye benzer.

‘Emânet’ kelimesinin aslı ‘emn’ köküdür. ‘Emn’ sözlükte, güvenmek, korku ve endiþeden emin olmak, ruhun sükûnet bulması anlamına gelir.

         Aynı kökten gelen ‘iman’, inanma, Allah’ın gönderdiği inanç ilkelerinin doğru olduğundan emin olma, ‘mü’min’ ise, iman eden demektir. 

         Istılah olarak ‘emânet’ insanın güvenilir olması, kendisine bir şeyin korkusuzca teslim edilebilir olması demektir. Bunun anlamı şudur: Emânet, -maddi olsun  manevi olsun-, bir şeyi veya bir değeri gönül huzuru ve güvenle başkasına teslim etmek ve aynı gönül huzuru ve eminlikle geri almaktır.

         ‘Emânet’ ayrıca, güvenilen bir kimseye koruması için geçici olarak bırakılan þeydir.  

‘Emânet’ kişinin bulunduğu yere, imkanlara, yetkilere göre bir anlamda sorumluluktur. 

         Kur’an şöyle buyuruyor:

         “Hiç şüphe yok ki Allah (cc), size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah (cc) size öğüt veriyor! Doğrusu Allah (cc) işitendir, görendir.” (4 Nisa/58)

         İnsanın yüklendiği emânet nedir ?

         “Gerçek şu ki, biz emâneti göklere, yere ve dağlara sunduk ta onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; insan onu yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir.” (33 Ahzab/72)

         Emânet nedir ?

‘Emânet’in kelime anlamında görüldüğü gibi ‘emanet’ olayında iki taraf söz konusudur. Birisi, kendisine güvenilen, itimat edilen, emin olan taraf; diğeri de ona herhangi bir şeyi gönül huzuruyla, güvenerek veren taraf.

Emâneti veren de, kendisine emanet edilen de bu işin şuurundadır. Böylece şuurla, birbirine güvenen iki taraftan birinin diğerine ‘korunması için bıraktığı şey’ bir ‘emânet’ olarak karşımıza çıkmaktadır.

         Buradaki ‘emânet’; Tevhid kelimesi ve gereği, akıl, kulluk veya Allah’a itaat, İslâm’ın insanlara teklifleri, kulluk, ruhí ve bedení kabiliyetler, marifetullah, Allah’ın insanlara gönderdiği hak din ve onun yüklediği görevler, insanın yeryüzündeki halifeliği, emir ve yasaklar, adaleti yerine getirme, doğruluk (emin olma) şeklinde anlaşılmıştır. 

Emânet olayının farkında olan ve onu gereği gibi koruyan mü’minler, emanete hıyanet etmedikleri için ‘zalim ve cahil’ değildirler.

         ‘Emânet’ kelimesindeki karşılıklı eminlik özelliğinden hareketle diyebiliriz ki, ‘emanet’i ancak şuurlu ve akıllı insan taşıyabilir. Akılsız, şuursuz, iradesiz varlıkların bu emaneti yüklenmeleri mümkün değildir.

         İnsanın yüklendiği bu ‘emânet’, onun dünya hayatının sırrıdır, oluş sebebidir. Varlık, insanın emaneti taşıyıp taşımadığına göre bir anlam kazanmaktadır. İnsan, ‘emânet’in gereğini yapıp-yapmamakla denenmektedir.

         İnsan önce Rabbine, sonra kendine, sonra da diğer insanlara karşı ‘emin-güvenilir’ olmak görevindedir. 

 

5-Hayatın düzeni (mizan-denge)

İbadet etmenin beşinci gerekçesi hayatın dengesini kurabilmek, kaostan düzene, bedbahtlıktan huzura, şekavetten saadete, ilkesizlikten nizama, gayesizlikten ulvi bir hedefe ulaşmak amacıdır.

“(O Allah) göğü yükseltti ve mizanı koydu. Tartıda taşkınlık edip dengeyi bozmayın.” (55 Rahman/7-8)

Buradaki dengeyi tabiattaki denge olarak anlamak mümkün olduğu gibi, hayatın her alanındaki denge olarak da anlamak mümkün. Adalet gözetmekten, ölçülü davranıp davranışşlarda dengeyi sağlamaya, haramlardan kaçınıp vücut dengesini sağlamaya, suçlardan uzak kalıp toplum dengesini korumaya kadar uzatabiliriz.

 

         6-Allah (cc) İbadete layıktır:

Şüphesiz ki müslümanların inandığı Allah (cc), yani âlemlerin Rabbi, ibadet edilmeye layıktır. Zira O mutlak yaratıcı, rızık verici ve sonsuz iyilik edicidir. Her şeyi bilendir, her herden haberdar oalndır, insanın iyiliğini bilendir.

Allah’a kullukla ve O’na şükretmekle doyan (tatmin olmuş) bir nefse Allah (cc) şöyle hitap etmektedir:

         “Ey tatmin olmuş (doymuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici (razı) ve hoşnut edilmiş (razı olunmuş) olarak dön. Artık ‘kullarımın’ arasına katıl. Cennetime de gir.” (89 Fecr/27-30)

 

d-İbadetin İcrası (salih amel)

         İnsanın görevi Rabbine itaat etmesi, yani yalnızca O’na kulluk yapmasıdır. Ancak ibadetin yerine getirilmesi nasıl olacaktır?

Kur’an’ın üzerinde durduğu en önemli iki konu iman ve salih ameldir.

Önce amelin tarifini yapalım, sonra da salih amelin üzerinde duralım.

 

         1-Amel nedir?

         ‘Amel’ sözlükte, iş, davranış, hareket, aksiyon, faaliyet ve faydalı eylem anlamlarına gelir.

         ‘Amel’, aslında niyetli davranış, bir maksada bağlı olarak yapılan fiildir. Bütün canlılar bir takım fiiller yapabilirler. Ancak onların yaptıkları bu fiillere ‘amel’ denilmez.

İyi veya kötü nitelemesi de bir niyetle yapılan ameller hakkında geçerlidir. Buna göre insan, ister iyi bir şey yapsın, isterse kötü bir şey yapsın; yaptığı işi bir niyetle yapıyorsa, o işi yapmakta bir maksadı varsa, o iş bir ameldir.

         İslâm sıradan amelin değil salih amelin üzerinde duruyor.           Kur’an, pek çok âyette Allah’a imandan sonra hemen amel işlemeye dikkat çekiyor.

İnsanın kurtuluşu iman ve onun gereği olan salih amelle mümkündür. Esasen insan ve ona ait hayat ile ölümün yaratılmasının amacı, nasıl bir amel işleyeceğini denemek içindir. (67 Mülk/2)

İnsan sürekli faaliyet halindedir. Her an bir fiil yapabilir. Yaptığı fiilin ‘amel’ diye bir değer kazanması, o ameli şuurla ve bir niyetle yapmasına bağlıdır.

Bu açıdan bakıldığı, zaman bir müslümanın inancının gereıi olarak yerine getirdiği bütün ibadetler birer ameldir.

 

2-Amelin çeşitleri:

         Amelleri sonuçlarına göre üç kısma ayırmak mümkündür:

 

2a-Sâlih amel: Faydalı, maksada uygun, zararlı ve ifsat edici (bozucu) olmayan davranışlar. İslâmın yapılmasını emrettiği, ya da tavsiye ettiği bütün hayırlı işler. Bununla insan ya kendine, ya çevresine, ya da insanlara faydalı olur. Allah (cc) katında sevap ve O’nun rızasını kazanır. (Bunun üzerinde aşağıda ayrıca duracağız.)

 

         2b-Fâsid (bâtıl)/suî amel: Zararlı, maksada uygun olmayan, ifsat edici, Allah katında geçersiz her türlü faaliyetin genel adı. Bunlar İslâmın yapılmasını yasak ettiği, ya da yapılmamasını uygun gördüğü işlerdir.  Bu gibi amelleri işleyenler günah kazanır.

 

         2c-Mübah (caiz) amel: Yapılıp yapılmaması kişinin kendisine ait olan işlerdir.  Bunları yapanlar günah veya sevap kazanmadıkları gibi, kimseye de zarar veya fayda vermezler. 

 

         3-Amelin Değeri:

         Bir işin (amelin) iyi mi, kötü mü? (salih mi fasit mi?) olduğunun ölçüsü insan kafasına ( hevasına) göre belli olmaz. Farklı kişilere göre farklı ölçüler olabilir. 

Allah’ın rızasýna uyan işler iyidir, O’nun rızasına uymayan davranışlar kötüdür.

Kişi kendi iradesiyle iyi veya kötü amellerden birini seçer, o amelin dünyadaki veya ahiretteki sonucuna razı olur.

Allah (cc), insanın kötü amel işlemesini sevmemektedir. Ancak insan dünyada serbesttir  

         Ahiret hayatı, insanın dünyada işlediği amellerin hesabının yapılacağı ve bu amellerin karşılığını alacağı gündür. (3 Âli İmran/30. l6 Nahl/111. v.d)

         İnsanların işlediği bütün ameller bir ‘kitab’a (amel defterine) kaydolunmaktadır. Ahiret günü bu ‘kitab’ ortaya konacak ve insana hak ettiği karşılık bu amel defterine göre verilecek. (45 Casiye/28-29. 17 İsra/13-14. 18 Kehf/47-49. 82 İnfitar/10-11)

         İnsan tarafından ortaya konulmuş olan bütün ameller mutlaka değerlendirilir. İnsanlar tarafından bu amellerin gizlenmesi veya üzerinin örtülmeye çalışılması sonucu değiştirmez. Kim zerre  kadar hayır veya şer işlerse  karşılığını görecektir. (99 Zilzâl/7-8)

 

4-Sâlih amel nedir?

         ‘Sâlih amel’, elverişli, faydalı, sağlam, fesat unsuru taşımayan iş, eylem ve aksiyon demektir.

         ‘Sâlih’kelimesi, doğru yolda olan, fesat içinde olmayan, faydalı  demektir.

         Ameller, yani insanların yaptıkları işler maslahat ve mefsedet çizgisinde değerlendirilir. Maslahat unsuru taşıyan bütün ameller güzel görülür. Mefsedet özelliği taşıyan bütün ameller ise mü’minlere yasaklamaktadır.

         Kur’an, mü’minlerin yaptığı doğru, faydalı ve düzgün işlere ‘sâlih amel’ adı vermekte ve doksandan fazla yerde iman ve sâlih ameli söz konusu etmektedir. Bu olguya iki açıdan bakmamız mümkündür:

     

         a-Birinci olarak; iman gerçeği ancak salih amelle bütünleşir. İmanı kuvvetlendiren, sağlamlaştıran ve koruyan sâlih ameldir.

         b-İkinci olarak; imanın gereği sâlih amel işlemektir. Çünkü iman etmek aynı zamanda, iyiyi, doğruyu, faydalıyı, düzgün olanı anlamak ve kabul etmektir.

İman olgusunu tanıyan ve bunu kalbine yerleştiren mü’min, bu imanının bir sonucu olarak sâlih amel işler. İmanı onu salih amel işlemeye zorlar. 

 

         5-Bir amelin ibadet olabilmesinin şartları :

         5a-Şarinin emretmesi gerekiyor

         İbadetler ya Kur’anla ya da sahih sünnetle emredilmeli.

 

      5b-Peygamber tarafından uygulanmış/öğretilmiş olması,

         Peygamber ibadetlerin nasıl yerine getirip ümmetine öğretmiştir. Onun öğretmesinin dışında emredilen ibadet yoktur.

 

     5c-İhlasla/Allah rızası niyetiyle yapılmış olması

       İbadetler Allah rızası için yapılır.

       Amellerin sâlih olup olmaması mü’minin Allah katındaki derecesini belirler. Bütün ameller de niyete göre deðer kazanır. Kişi bir ameli hangi niyete göre yaparsa, amelinin sonucu ona göre değerlenir. (Müslim, İmare/155, Hadis no: 1907, 3/1515. Ebû Dâvûd, Talak/11 no: 2201, 2/262.  Buhârí, B. Vahy/1, 1/2. Tirmizí, F. Cihad/16 no: 1647, 4/179. Nesâí, Tahâret/60. 1/51)

         Yalnız şu noktaya dikket etmek gerekir :

 

        6-Sâlih Amelin Önemi:

        Müslüman bazı sıradan amellerini ‘sâlih amel’ haline getirebilir. Eğer onun niyeti Allah rızası ise, o işinde yalnızca Allah’ın vereceği karşılığı hesaba katarsa; onun pek çok işi sâlih amel olabilir.

       Mesela, gıda almak beden için bir ihtiyaçtır. Bunu normal olarak karşılamak sıradan bir iştir. Ama müslüman yemeği daha güçlü olup daha iyi ibadet etmek amacıyla yerse, yemek fiili bile ‘sâlih amel’ olur.

       Normal bir uyku ihtiyaçtır, ne sevaptır ne de günah. Ancak bir mü’min yatağına yatarken dua ile, Rabbini zikrederek ve nimetlerine şükrederek, ya da gece kalkıp teheccüd namazı kılmaya niyet ederek yatarsa bütün uykusu ‘sâlih amel’ olabilir.

         Bunu tersi de mümkün.  Bir kul kendisine sevap kazandıracak bir ameli niyetini bozarak günaha çevirebilir. Mesela, namazı Allah rızası için değil de gösteriþ (riya) için kılanlar ‘fâsit bir amel’ işlerler, sevap yerine niyetleri iyi olmadığı için günah kazanırlar.

         İnsan bir kötü ameli işlediği zaman, Allah (cc) ona işlediği günah kadar ceza verir. Hatta dilerse kulunun böyle günahlarını affeder. (42 Şûra/30, 34) Sâlih amellerin karşılığı ise, insanın hesap edemeyeceği kadar fazladır. (34 Sebe’/37. 28 Kasas/84)

         Peygamberimiz (sav) şöyle dedi:

         “Allah (cc) buyuruyor ki;  Benim kulum  bir hasene (sevap olan bir amel) yapmaya niyet etse de onu yapmasa bile ona karşılık veririm. Onu yaparsa o kuluma on katına kadar sevap yazarım. Bir kötülük (günah) işlemeye niyet eder de yapmazsa, hatasını affederim.  Eğer o kötülüğü yaparsa onu misliyle (ceza) olmak üzere yazarım."  (Müslim, İman/205 no: 129, 1/117. Buhârí, İman/31, 1/17)

Kendi hevalarına uyanlar salih amel işleyemezler, fasit amele yönelirler ve böylece karada ve denizde ‘fesadı’ meydana getirirler.

         Yeryüzünde sulhün (barışın), salahın (en iyi durumun) olabilmesi için, insanların ‘maslahat’ olan işleri tercih edip, mazarrat olan işleri terketmeleri gerekir. Yeryüzü ancak böyle ıslah olur.

         Salih amel sahipleri dünyada da, ahirette de kurtulurlar, sonsuz güzelliklere, faydalara ve mükâfatlara kavuşurlar. (16 Nahl/97. 22 Hacc/56. 29 Ankebût/7.  v.d.)

         Rabbine kavuşmak isteyen kişi salih amel işler (18 Kehf/110).

Kur’an, salih amel işleyenlere ‘salihler’ diyor ve onları övüyor.

         Şüphesiz iman edip salih amel işleyenler, sabrı ve hakkı tavsiye edenler hariç, diğer insanlar zarardadır. (Asr Sûresi)

 

 

İNSANÎ GÖREVLERİMİZ ve TAKVA ŞUURU

Hüseyin K. Ece

Liège Müslümanları

Üçüncü Ders

07 Mayıs 2005

(Takva Bilinci kitabından)

 

D-İTAATIN SONUCU

         a-İhlas: 1-Dini Allah’a halis kılmak, 2-İbadeti Allah’a halis kılmak

         b-Takva

         c-İhsan

 

      E-Takva (Takva Bilinci kitabındaki başlıklar)

      a-Takvanın Tanımı:

         1-Takva nedir?

        2-Takvanın mahiyeti

        3-Takva korku ilişkisi

        4-Takva-fücur ilişkisi

        5-İman, İslâm, takva bağlantısı

        

      b-Takvanın önemi

         1-Allah’tan ittika edilir

         2-Takva Allah’a ulaşır

         3-Ortak davet: Takva

         4-Güç yettiği kadar takva

         5-En hayırlı azık: Takva

         6-En güzel elbise: Takva

         7-Kerâmetin sebebi: Takva

         8-Takva üzerinde yardımlaşma

        

      c-Takvanın boyutları:

         1-Takva Allah’ın sevgisini istemektir

         2-Takvaya götüren yollar: Bilgi ve amel

         3-Murakabe ve Takva

         4-Takva hevaya uymamaktır

         5-İslâmi hükümler ve takva

        

        d-Hayatta takva örnekleri

         1-Allah’ın şiarları

         2-Allah’ı hesaba katma hassasiyeti

         3-Birr ve Takva

         4-İhsan ve Takva

         5-Sabır ve takva

         6-İnfak ve takva

         6-Af ve takva

         7-Sıdk ve takva

         8-Takva önderleri

         9-Takvanın sonucu: Adalet

        

 

İNSANÎ GÖREVLERİMİZ ve TAKVA ŞUURU

Hüseyin K. Ece

Liège Müslümanları

 

Üçüncü Ders

21 Mayıs 2005

(Takva Bilinci kitabından)

 

e-Muttakilerin özellikleri

         1-Muttaki; yürüyen Kur’an

        2-Allah muttakilerle beraberdir

        3-Allah muttakileri bilir ve sever

       4-Kur’an müttakiler için nedir?

       5-Muttakiler nasıl insanlardır?

 

      -Müttaki Kimdir?

         İttika edenlere, takva sahibi olanlara ‘müttaki’ denir.

         Müttekiler, facirler gibi kulluk örtüsünü yırtıp atan, Allah’tan çekinmeyen insanlar değildirler.

         Onlar, Allah’ın koyduğu sınırları aşmaktan kaçınan, nefislerine zarar verecek bütün isyanlardan ve günahlardan Allah’ın korumasına sığınan kimselerdir.

         Müttekiler, öncelikli olarak ‘Takva kelimesine’ (48 Fetih/26) yani Tevhid’e bağlanırlar. Nefislerinin gösterdiği ‘fücur-günaha dalma’ yoluna uymazlar. Kendilerini hataya ve isyana götürecek bütün tehlikelere, saptırmalara, Şeytanın aldatmalarına karşı Allah’tan ittika ederler, Allah’ın korumasını isterler. Sonra onlar, günaha düşme korkusu taşıyarak haram olan şeyleri yapmazlar, hatta haramların ve şüpheli şeylerin kenarında bile dolaşmazlar, kalplerini, kendilerini hataya götürebilecek sevgi ve meşguliyetlerden temizlerler.

         Müttekiler, insan için hatalara, Şeytana, aldatıcı her şeye karşı en güzel koruyucu elbisenin ‘takva elbisesi’ olduğunun bilincindedirler. (7 A’raf/26)

         Evet fâcir olanlar, kendilerini hata, günah, isyan ve azgınlıklara karşı koruyan elbiseyi yırtıp atan, korumasız kalan, Allah’ın korumasını istemeyen, sonra da isyana ve günahlara dalanlardır. Müttekiler ise, işte o koruyucu elbiseyi, koruyucu bütün tedbirleri kuþanan insanlardır.

         Müttekiler, tehlikeli ve zararlı şeylere düşmekten çekinirler. Onlar bilirler ki, günahlar ve isyanlar kendilerine hem dünyada hem âhirette zarar vereceklerdir. Onlar, Takva Kelimesine bağlandıktan sonra, onunla kendilerini her türlü sapmadan korurlar.

         Kur’an-ı Kerim, öncelikli olarak, inkârcıları takvaya, yani Allah kendilerine zarar verecek şirk ve küfürden, Allah’ın korumasına, O’nun Tevhid dinine girmeye davet ediyor. Mü’minlere de sürekli takvayı tavsiye ediyor. Takva sahibi müttakilerin güzel sıfatlarını anlatıyor, kazançlarının neler olacağını haber veriyor.

         “Allah’a karşı yalan söyleyenden ve kendisine geldiği zaman doğruyu (Kur’an’ı) yalanlayandan daha zalim kim vardır? Kâfirler için cehennemde bir konaklama yeri mi yok? Doğruyu getiren (rasûl) ve doğrulayanlara (mü’minlere) gelince; işte onlar ‘müttaki’ olanlardır.” (39 Zümer/32-33)

         Müttekiler, en doğru olan ilâhí vahyi kabul eden, onu doğrulayan kimselerdir. Kur’an, ‘müttekiler için bir hidâyet rehberidir. (2 Bekara/2) Bir başka deyişle, mü’minler Kur’an’la hidayet bulurlar, bu hidâyet onları takva sahibi yapar. Allah’a hakkıyla bağlanmayan, O’nun himayesine (korunmasına) girmeyen kimseler, Kur’an’ın hidâyetine giremezler.

 

      c-Müttakilerin Özellikleri:

         Muttakilerin Kur’an’da yer alan sıfatlardan bazıları şunlardır:

         -Müttekiler, inanılması gereken bütün iman esaslarına şüphesiz iman ederler. İmanları sapasağlamdır.

         -Müttakiler, mallarını Allah yolunda çekinmeden ‘infak’ ederler. (3 Âli İmran/134. 2 Bekara/4)

         -Namazı gereği gibi ikame ederler (kılarlar), namazın mü’minin hayatındaki yerini bilirler ve onu yerine getirmenin çabasındadırlar. (6 En’am/71. 30 Rûm/30-31)

         -Onlar, gerek Allah’a, gerekse insanlara söz vermişlerse, sözlerinde dururlar (ahidlerini yerine getirirler). (3 Âli Ýmran/176)

         -Allah’ın yolunda yürümek, günahlardan kaçınmak, Allah’ın dinine yardım etme konularında sabırlıdırlar. Takva bir çeşit, dikenli yolda yürürken kendini korumak gibidir. Bu da sabır ve dikkatle olur. (16 Nahl/126-127. 3 Âli Ýmran/187, 120, 200)

         -Öfkelendikleri zaman öfkelerine hakim olurlar, intikam peşine düşmezler. (3 Âli İmran/134)

         İnsanların kendilerine karşı yaptıkları hataları bağışlarlar. (3 Âli İmran/134)

         Günah işledikleri zaman hemen tevbe edip, Allah’tan bağışlanma (mağfiret) dilerler. (7 A’raf/201. 3 Âli İmran/16-17)

         Günahta ve hatada ısrar etmezler. (3 Âli İmran/135)

         Her konuda Allah’a ve rasûlüne itaat ederler. (6 En’am/100. 8 Enfal/1)

         Onlar, dünyada da âhirette de birbirinin dostudurlar. (43 Zuhruf/67)

         -Müttekiler, herkese karşı adaletle davranırlar, kimsenin hakkına tecavüz etmezler. (5 Mâide/93)

         -Onlar, bütün işlerinin sâlih amel olmasını isterler. Allah’tan hakkıyla korkarlar. (5 Mâide/93)

         -Onlar, Allah’ın dini uğruna çalışan, çaba gösteren ve cihad eden kimselerdir. (9 Tevbe/44, 123)

         Bunlar gibi daha başka üstün özellikleri olan müttakiler için, genişliği gökler ve yer arası kadar olan Cennet, sonsuz nimetler, sayısız mükâfatlar hazırlanmıştır. (3 Âli İmran/133, 28 Kasas/83. 38 Sâd/49-52. 44 Duhan/5-57)

         Allah (cc) müttakiler sevdiği için her zaman onlarla beraberdir. (2 Bekara/194)

         Müttekiler şüphesiz dünyada da, âhirette de mutlaka kurtulan kimselerdir. (78 Nebe’/31)

         Hz. Ebu Hureyre’nin (ra) rivâyetine göre Peygamberimize şöyle soruldu:

         “İnsanları Cennete en çok hangi amel sokar?”. Buyurdu ki:

         -“Allah’a takva ve güzel ahlâk.”

         -“İnsanları cehenneme en çok hangi şeyler götürür?” diye sordular. Buyurdu ki;

         -Ağız ve edep yeri (şehvet).” (Tirmizí, Birr/62 no: 2004, 4/363.)

 

      f-Takvanın dünyada kazandırdıkları

         1-Darlıktan kurtuluş

         2-Kolaylık

         3-Furkan

         4-Yardım ve zafer

         5-Allah’ın sevgisi

         6-Yerden ve gökten bereketler

         7-Şerefin zirvesi

      g-Takvanın âhiret kazançları

         1-Gerçek mutluluk

        2-Berat

        3-Üstün bir derece

        4-Gerçek dostluk

        5-Şerefli bir misafir

        6-Güzel bir sonuç ve Cennet