Necm Sûresi tefsiri etrafında bir online ders

Hüseyin K. Ece

28 Haziran 2020

07 Zilkâde 1441 Zaandam

Selâm-Dortmund

 

اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰىۙ ﴿١٦﴾

“O an sidreyi bürüyen bürümüştü.” (16)

Ya da “O sidreyi neler kaplamıştı, neler.” 

O sidreyi ne bürüdü, ne kapladı? Bu konuda da farklı göürşler var. Ama onun keyfiyetini, niceliğini aktarmak mümkün değildir. İnsanın tasavvur edemeyeceği boyutlardadır. Yani o insan tasavvuruna karşı perdelendi. Onu öyle şeyler bürüdü ki insanın onun mahiyetini idrak etmesi imkan dışı.

Bu, bir beşer olan Peygamberin Cebrail ile olan yakınlığa ve müşâhedeye tahammül etmesini sağlayacak bir koruma olabilir. (Komisyon, Kur’an Yolu (DİB), 5/110)

Taberî, bu olayın İsrâ ve mirac yolculuğunda gerçekleştiğini kabul edenlerin görüşlerini sıraladıktan sonra, mirac hadislerinden alıntılar yapıyor.

Buna göre Peygamber demiş ki: “Melek beni sidretü’l-münteha’ya kadar yükseltti. Onun meyvesi Hecer testileri, yaprakları fil kulağı gibiydi. Allah'ın emrinden her şeyi bürümekte olan şey Sidre’yi tamamiyle bürüyünce kimsenin tanımlayacağı bir hâl oldu, ki onun güzelliğinin kimse anlatamaz..." (Müslim, İmân/259). O zaman Allah vahyettiğini vahyetti.

Peygamber’e soruldu ki: “Sidrenin yanında iken onu neyin kapladığını gördün?” Dedi ki: “ Onu altından bir pervâne kapladığını gördüm. Ayrıca onun her bir yaprağında oturup Allah’ı  tesbih eden melek gördüm.” (Buhârî, Tefsir/53. Tirmizî, Tefsir/53, Cennet/9)

İlk dönem tefsircilerinden Mücâhid’ten gelen bir görüşe göre; Sidrenin dalları inci, yakut ve zebercedden idi. Peygamber onu bu şekilde gördü. Ayrıca O Rabbini kalbiyle de gördü.”

Bir görüşe göre ise sidreyi kaplayan Allah’ın Nûru idi. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/515-516)

 

مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى﴿١٧﴾ 

“Göz ne kaydı ne de hedefinden şaştı.” (17) 

Peygamberin gözü o gece kaymadı ve azgınlaşmadı. O gördüğünü tasdîk etti.

Yani Cebrail’i aslî sûretinde görmekten dolayı... (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/519)

زَاغَ    şaşmak, meyletmek, bir tarafa eğilmek, yoldan sapmak gibi manalara gelir.

Bir kaç âyette geçiyor:

رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا ... ﴿٨﴾

 Âli İmran 3/8﴿ Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi eğriltme...”  (Ayrıca bkz: Ali İmran 3/7)

 

وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ يَا قَوْمِ لِمَ تُؤْذُونَن۪ي وَقَدْ تَعْلَمُونَ اَنّ۪ي رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْۜ فَلَمَّا زَاغُٓوا اَزَاغَ اللّٰهُ قُلُوبَهُمْۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِق۪ينَ ﴿٥﴾

Saff 61/5﴿ “Hani Mûsâ kavmine şöyle demişti: "Ey kavmim! Size Allah tarafından gönderilmiş elçi olduğumu gayet iyi bildiğiniz halde ne diye beni üzüyorsunuz?" Onlar eğrilik yapınca Allah da kalplerini eğriltti. Allah günaha saplananları doğruya eriştirmez.”

الْبَصَر  kafadaki göz demektir.

طَغٰى  tuğyan etmek, azmak, haddi aşmak demektir. Suyun, ırmağın taşması da bu fiille anlatılır.

Bu kökten gelen tağut; azgın, sapık, şeytan, put, sapıklığın başı demektir.

فَاَمَّا مَنْ طَغٰىۙ ﴿٣٧﴾

وَاٰثَرَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَاۙ ﴿٣٨﴾

Naziât 79/37-38﴿ Azan ve dünya hayatını âhirete tercih eden kişiye gelince;

Bu olağanüstü ve insanı hayrete düşüren, ama gerçekleşen olaylar Peygamber’in gözlerini kamaştırmadı, şaşkınlıktan gözünü kaydırmadı, onu kendisinden geçirmedi. Tahammül etti, sâkin ve edepli bir şekilde kendine vahyedileni dinledi, ya da gösterilen âyetlere baktı.

Bir görüşe göre burada kullanılan birinci fiil, onun edebini, ikincisi de onun gördüğü şey karşısındaki dirâyetini ifade eder. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/299)

Bunu, onun nübüvvete hazırlanması ile açıklamak mümkün. O her ne kadar vahiy alacağını bilmiyorsa da (Şûrâ 42/52), Allah onu vahyi alacak şekilde kalbine sekine indirmiş olmalı.

 

لَقَدْ رَاٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرٰى﴿١٨﴾

“Hiç kuşkusuz o, rabbinin âyetlerinden en büyüğünü görmüştü.”(18) Ya da “Muhakkak, Rabbinin âyetlerinden büyük bir şey gördü.”, “Muhakkak, Rabbinin en büyük âyetlerini gördü.”

لَقَدْ  te’kid edatı,

رَاٰى görmek demektir   

مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ   Rabbinin âyetlerinden, 

الْكُبْرٰى   el-ekberin müennes formu, en büyük demektir.  Bu kelime âyetleri (Tâhâ 20/23. Naziât 79/20), Allah’ın yakalamasını (Duhân 44/16), her şeyi alt üst eden  felâketi (Nâzi’ât 79/34), cehennem ateşinin büyüklüğünü (A’lâ  87/12) anlatmak üzere geliyor.

Anlaşılan o ki Peygamber –hâşâ-Allah’ı değil, O’nun varlığının delillerinden olan büyük âyetlerini görmüştü.

Tefsirciler Peygamberin gördüğü en büyük âyetler konusunda bazı tahminlerde bulunsalar da buna gerek yoktur. O, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü. Bu âyet bu konuda daha fazla bilgi vermediği, sahih hadis de olmadığı için olduğu gibi kabul edip, kafa yormamak daha isabetlidir.

Onun gördüğü şeyleri illa da maddî şeyler olarak anlamak gerekmez. Allah Elçisine uygun gördüğü şeyleri –ki bunlara âyet diyor- göstermiştir. Bunun mahiyetini bilmeye imkan yoktur.

Âyetlerin akışından bunun ikinci  görüşmede gerçekleştiği anlaşılmakta.  Demek ki Peygamber Cebrail’i bir defa ‘ufuku’l-a’lâ’da, ikinci kez ‘sidretü’l-müntehâ’da gördü. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 6/20)

Bazıları Necm Sûresi’nin bu âyetlerinin İsra-Mi’rac yolculuğu hakkında indiğini ileri sürerler.

Dolaysıyla Peygamber Rabbinin rablik âyetlerinden, mülk ve saltanatından, sözle anlatılamayacak denli büyük, olağanüstü âyetlerinden bir kısmını gördü. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/299)

Bunlarla ve İsrâ-Mirac ile ilgili verilen tarihler çelişkili. Necm Sûresi ilk inen sûrelerdendir. İsrâ yolculuğundan bahseden İsrâ Sûresinin ise bi’setin ortalarından sonra indiği tahmin ediliyor. Bu ise “İsrâ-Mirac hicretten bir buçuk yıl önce oldu” haberleri ile temamen çelişiyor.

Onlara göre Cebrail bu yolculukta ona eşlik etti. Onu sidretü’l- müntehâ denilen yere kadar götürdü. Oradan ileriye geçemem dedi. Peygamber orada Me’vâ Cennetini gördü.

Allah’ın makamına iki yay aralığı kadar yaklaştı ve vahiy aldı.

Onlardan Mukâtil; “Elbette Elçi ufka adım atan yeşil renkli, altıyüz kanatlı refrefi gördü. Bu da Rabbinin en büyük âyeti idi” diyor. (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 3/290. Bir benzeri: Buhârî, Tefsir/54  no: 4858. B.Halk/7 no: 3232)

Hatta bazıları daha da ileri giderek Peygamberin kalbiyle veya baş gözüyle  Allah’ı gördüğünü iddia ettiler. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/302)

Âyetlerin akışından Peygamber’e yaklaşıp ona vahyedenin Cebrail olduğu anlaşılıyor. Bir çok sahabe de bu kanaattedir.

Elmalılı diyor ki: “Görüldüğü gibi burada Peygamber Rabbini gördü denilmeyip, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü” deniliyor. Dolaysıyla bundan “Allah’ı gördü” manası çıkarmak âyetin zahirî manası açısından mümkün değildir.” (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/300)

Abdullah b. Abbas’a nisbet edilen bir iddia var. O demiş ki; “Muhammed Rabbini kalbiyle iki defa gördü.” (Müslim, İman/77(286-287) no: 436-437. Tirmizî, Tefsir/54 no: 3279)

Tirmizî’deki garip bir rivâyette ise Abdullah b. Abbas’ın Peygamberin Rabbini iki defa baş gözüyle gördüğü söyleniyor. (Tirmizî, Tefsir/54 no: 3278, 3279-3280)

Bu görüş onun kendi kanaatidir.

Hz. Aişe bu görüşü reddetti. “Kim sana Muhammed Rabbini gördü derse yalan söylemiştir. Çünkü Allah (cc) “Gözler O’nu göremez” (En’am 6/103) buyuruyor. Kim sana Muhammed ğaybı biliyor derse yalan söylemiştir. Çünkü Allah (cc) “Ğaybı Allah’tan başka kimse bilmez” (Neml 27/65) buyuruyor.” (Buhârî, Tevhid/4 no: 7380)

Bu iddia Kur’anın açık nassına aykırıdır. Zira Necm 17. âyetinde Peygamber’in baş gözüyle Cebril’i gördüğü, bunda da şaşmadığı söyleniyor. Diğer taraftan baş gözüyle insanın Allah’ı görmesi olacak iş değildir.

“Gözler O’nu idrak edemez, O gözleri idrak eder. O latiftir, her şeyi bilendir.” (En’am 6/103) 

Tabiin’den Mesrûk anlattı. Aişe’nin yanına gittim: “Muhammed Rabbini gördü mü diye sordum. O;

-Öyle bir şey sordun ki, saçlarım ayağa kalktı dedi.

–Yavaş ol dedim ve ona “Andolsun Rabbinin büyük âyetini gördü” (Necm 54/18) âyetini okudum. Dedi ki:

-Bu seni nereye götürür ki? Onun gördüğü Cebrail’dir. Kim sana Muhammed Rabbini gördü, yahut kendisine emredilen herhangi bir şeyi gizledi, yahut Allah’ın “Kıyâmet bilgisi Allah’ın yanındadır, yağmuru O yağdırır...” (Lukman 31/34) âyeti ile bildirdiği beş şeyi bildiğini söylerse Allah’a büyük iftira atmış olur. Muhammed (sav) Allah’ı değil, Cebrail’i gördü. Onu kendi sûretinde iki defa görebildi. Bir kere sidretu’l-müntehâ’da, bir kere de Ciyad’da altıyüz kanadıyla ufku tutmuş olan Cebrail’i gördü.” (Tirmizî, Tefsir/54 no: 3278. Bir benzeri: Müslim, İman/77(287) no: 439, (289) no: 441. Buhârî, Tefsir/53-1)

Yine hz. Aişe dedi ki: “Onun gördüğü Cebrail idi. Cebrail ona (bazen) erkek sûretinde gelirdi. Bu kez asıl sûretiyle ufku kaplamış olarak gördü.” (Buhârî, B. Halk/7 no: 3235. Müslim, İman/77(290) no: 442)

Abdullah b. Şekik Ebu Zerr’e “Peygamber’e yetişseydim ona Rabbini görüp görmediğini sorardım” demiş. Ebu Zerr; “Ben bunu kendisine sordum, buyurdu ki “O bir Nûrdur, O’nu nasıl görebilirim” dedi. (Müslim, İman/78(291) no: 443. Tirmizî, Tefsir/54 no: 3282)

Bir başka rivâyet: Abdullah b. Şekik Ebu Zerr’e “Peygamber’e yetişseydim ona Rabbini görüp görmediğini sorardım” demiş. Ebu Zerr; “Ben bunu kendisine sordum, buyurdu ki “Bir Nûr gördüm” dedi. (Müslim, İman/78(292) no: 444)

Buhârî, Müslim ve Ahmed b. Hanbel’de geçen başka bir rivâyete göre Hz. Aişe bu meseleyi Peygamber’e ilk defa kendisinin sorduğunu, onun Cebrail’i iki defa asli sûretiyle gördüğünü söylediğini aktarıyor. (Buhârî, B. Halk/7 no: 3234, Tefsir/54 no: 4855. Müslim, İman/78(287) no: 439, (290) no: 442. Ahmed b. Hanbel 6/236, 241)

Necm Suresinin başında Hz. Muhammed’e gelen bilgilerin kaynağı (vahiy) ve bunun ona nasıl indirildiği edebi bir üslûpla anlattıktan bu bölümde 23. âyete kadar, müşriklerin ilah inancından bahsediliyor, farklı isimler verdikleri tanrılarının hiç bir şey olmadıkları, zelil, hakir, güçsüz, âciz oldukları söyleniyor. Müşriklerin bunun üzerine düşünmeleri isteniyor. Onların sağlam bir bilgiye değil, zanna dayandıkları söyleniyor.

 

اَفَرَاَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزّٰىۙ ﴿١٩﴾

وَمَنٰوةَ الثَّالِثَةَ الْاُخْرٰى﴿٢٠﴾

Gördünüz değil mi (âciz durumdaki) Lât’ı, Uzzâ’yı ve üçüncüsü olan diğerini, Menât’ı? ﴾19-20﴿

الثَّالِثَةَ   üçüncü,

الْاُخْرٰى   âherü’nün müennes formu; iki şeyden diğeri, öteki, başkası, en sonuncu demektir.

Yani, Muhammed’e yoldan çıkmış diyorsunuz ama ama kendinizin dalâlette olduğunuzu görüyor musunuz? Onun size tebliğ ettikleri vahye, sizin iddia ettikleriniz vehme veya zanna dayanıyor.

Putlara tapmanın size ne kadar zarar verdiğini, taptıklarınızın hiç bir güçleri olmadığını, onlarla Allah arasında hiç bağ kurulamayacağını anlamıyor musunuz? (Mevdûdî, E. Tefhimu’l-Kur’an (çev.), 6/24)

Bunlar 610 yıllarında Hicaz müşriklerinin en önemli tanrılarının isimleri. Onlar melekleri Allah’ın kızları saydıkları için, onları sembolize eden putlara da kadın isimleri verirlerdi.

Allah’ın kızları oldukları için de güçlü, Allah katında sözlerinin geçerli olduğunu, onların kendilerine şefaatçı olacaklarını zannederlerdi. Allah (cc)  takibeden 26. âyette onların bu şefaat beklentisini reddediyor.

Adı geçen bu putların hepsi Kâbe’de değildi. Yalnızca Hübel orada idi.

Bazı kaynaklara göre Lât için Taif’te, Uzzâ için Nahle’de, Menât için Kudeyd’de birer mekan vardı. Anlatılır ki adamın biri hac için sevik denilen yemek için un hazırlardı. Ölünce onun kabrini mabed edindiler. Lât ismi buradan gelir. Denildi ki izzetten gelen Uzzâ kendisine tapınılan taştı, veya beyaz bir taştı. Bazılarına göre Taif’te bir ev (puthane), bazılarına göre Nahle’de idi. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/519-520. Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, s: 1661. Mevdûdî, E. Tefhimu’l-Kur’an (çev.), 6/24-25. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/307-310)

Burada her ne kadar o müşriklerin tanrı isimleri zikrediliyorlarsa da asıl vurgu; tarihten beri insanların ilâh konusundaki farklı tezahürler olsa da, yanlış kanaatleridir.

Tevhid inancına aykırı, sapık, azgın, yanlış tutumlardır. Âyetler böyle bir anlayışı Mekkeli müşriklerin şahsında mahkûm ediyor.

Üstelik onların bu konuda dayandıkları sağlam bir temel, deliller ve kesin bilgileri yok. Onlar zanna, hayâllere, sanrılara dayanıyorlar.

İnsanın Allah’ın varlığını kâinat âyetlerinden anlaması mümkün. Ancak O’nun ulûhiyetini ve rubûbiyyeti, isim ve sıfatlarını sağlam bir kaynaktan öğrenmesi gerekir. O da Elçiye inen vahiydir. Zira Allah (cc) kendini kullarına vahiyle tanıtıyor. Bunun ötesindeki tanrı inançları insan hayâline dayanır ki, bir hakikati yoktur.

Müşrikler Yaratıcı Allah’ı inkâr etmezler. Bu putlarının kendilerini Allah’a yaklaştıracağına inanırlar. Onlara göre insanın doğrudan Allah’a bağlanması mümkün değil. Ara tanrılara, daha aşağı derecede tanrılara  ihtiyaç var.

اَلَا لِلّٰهِ الدّ۪ينُ الْخَالِصُۜ وَالَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَۢ مَا نَعْبُدُهُمْ اِلَّا لِيُقَرِّبُونَٓا اِلَى اللّٰهِ زُلْفٰىۜ اِنَّ اللّٰهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ ف۪ي مَا هُمْ ف۪يهِ يَخْتَلِفُونَۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْد۪ي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ ﴿٣﴾

İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.” (Zümer 39/3)

(Youtube’de birisi iddia ediyor: Aracı (şeyh) olmadan doğrudan Allah’a bağlanırım diyen, O’na değil ancak şeytana bağlanır. Bu görüş ile müşriklerin iddiaları arasındaki benzerlik şaşırtıcı.)

Necm 53/19-20. âyetleri hakkında tefsilerde ‘garânik’ diye bir olaydan söz ederler. Garânik, beyaz su kuşu, kuğu, turna, beyaz tenli kız anlamına gelen ‘gurnûk/gırnîk’ kelimesinin çoğulu.

Müşrikler Kâbeyi tavaf ederken “Lât, Uzzâ ve Menât hurmetine. Çünkü bunlar ulu kuğulardır ve elbette şefaatleri umulur” derler, putlarını kuşlara veya meleklere benztirlerdi.

Bir rivâyete göre Peygamber (sav) bir gün Kureyşlilerle birlikte oturuken Necm Sûresini okumaya başlamış. 20. âyeti okuyunca şeytan “onlar ulu kuğulardır ve elbette şefaatleri umulur”  sözünü Peygambere okutmuş (!) (Bundan memnun olan Kureyşliler sûrenin sonunda onunla birlikte secdeye kapanmışlar haberine ihtiyatla yaklaşmak gerekiyor.)

Onlara göre Muhammed bu sözü söyleyerek putlarının Allah katında şefaatçı olacaklarını kabul etmiş, onların dinine onay vermiş oluyordu.

Bu haber bir çok müsteşrike İslâm, Peygamber aleyhine malzeme oldu. S. Rüşdi Şeytan Ayetleri romanını yazdı. Ancak mudakkik âlimlerin yaptıkları incelemelere göre bu rivâyet sağlam değil. Müşriklerin secde sebebi ise başka bir şey. (Buhârî, Tefsir/53-4)

Hatta deniyor ki bundan sonra Mekke’de olumlu bir hava oluştu. Habeşistan’a giden muhâcirlerden bir kısmı bu haber üzerine Mekke’ye geri döndüler. Ancak Necm Sûresinin iniş dönemi ile Habeşistan hicreti tarih açısından uymuyor. Kaldı ki hicret baskı sonra olabilecek bir şey. Baskı ve işkence ise Necm’den sonra başladı.

Ğaranik rivâyetini İslâm tevhid inancıyla, Peygamberin bu konudaki tavizsiz tutumuyla, Kur’an’a şeytanın hiç bir şey yapamayacağı, vahyin korunmuşluğu hakikatine terstir.

Kaldı ki 26-28. âyetler böyle bir ihtimali ortadan kaldırmakta, bırakın putların şefaatçı olmalarını, Allah’ın izni olmadan meleklerin dahi şefaatçı olmadıklarını haber veriyor. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/312. Cerrahoğlu, İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 8-361-365)

Şu âyete de bakılabilir:

“Senden önce hiçbir resûl ve nebî göndermedik ki, bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun bu temennisine dair vesvese vermiş olmasın. Ama Allah, şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah, âyetlerini sağlamlaştırır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Hacc 22/52)

“Tüm peygamberlerin, özellikle Hz. Peygamberin temennisi; tevhit inancının yerleşmesini, insanların ilâhî emir ve yasaklara bağlanmalarını sağlamaktır. Âyette, Hz. Peygamber; aldığı vahiyleri insanlara tebliğ ettikçe, şeytanın onlara “Muhammed şairdir”, “mecnundur”, “yalancıdır”, “emirlik istiyor” gibi vesveselerde bulunarak, onun risâlet görevini ifasına engel olmaya çalıştığı konusuna dikkat çekilmektedir. Yoksa şeytanın, doğrudan doğruya Peygamber’e, vahyin içeriğine etki yapacak bir vesvese vermesi söz konusu değildir.” (Diyanet Meali (Yeni) âyet açıklaması)

Bir başka yerde müşriklerin vahye bir şeyler karıştırma çabalarından söz ediliyor.

“Onlar, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için az kalsın seni ondan şaşırtacaklardı. (Eğer böyle yapabilselerdi) işte o zaman seni dost edinirlerdi.

Eğer biz sana sebat vermiş olmasaydık, az kalsın onlara biraz meyledecektin.” (İsrâ 17/73-74) Zımnen, bundan dolayı meyletmedin.

Bu da Garânik olayının gerçek olmadığını gösteren bir başka delildir.

İsmet sıfatına sahip bir peygamberin aldığı vahiy’in arkasından böyle bir söz söylemesi mümkün değildir. Kaldı ki, müşriklerin bırakın Kur’an’ı dinlemelerini, Kur’an okunurken gürültü yaparlar, alay ederlerdi. (Fussilet 41/26) Bu konudaki rivâyetlerin uydurma olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. (Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsir, 9/122)

Diğer bir gerçek: Hz. Muhammed vahiy konusunda Allah’ın korunması altında idi. (Bkz: Tûr 52/48)

 

اَلَكُمُ الذَّكَرُ وَلَهُ الْاُنْثٰى﴿٢١﴾

“Erkek çocuklar size de kız çocuklar O’na öyle mi?” ﴾21﴿

اَلَكُمُ  soru edatı, kendiniz için? 

الذَّكَر    erkek,

الْاُنْثٰى  kadın, dişi

Müşrikler putlarını böyle isimlendirdiler, onları kutsallaştırdılar. Onların Allah’ın kızları olduğunu zannediyorlardı. Allah (cc) burada onlara müennes olan putlarının isimlerini söyleyerek, “erkek evlatlarını kendiniz için tercih ediyorsunuz, kızlardan hoşlanmıyorsunuz, kendinizin sevmediğiniz, hatta katletmeye kalktınız bir şeyi Allah’a nisbet ediyorsunuz” buyuruyor. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/519)

 

تِلْكَ اِذاً قِسْمَةٌ ض۪يزٰى﴿٢٢﴾

“Ama o takdirde bu insafsızca bir taksim!” ﴾22﴿

قِسْمَةٌ  pay, nasip, taksim  

ض۪يزٰى   (hakkını yemek, zulmetmek fiilinden) haksızca demek. Bir şeyin hakkını noksanlaştırma, o hakka engel olma fiilinden gelir.

Lügat âlimlerine göre bu kelime; eğri, düzgün olmayan, haksız, adaletsiz, noksan hakka muhalif, zalimce demektir.

Âyette işaret edilen tutum, şüphesiz haksız, eşit olmayan, eğri, zalimce, eksik bir paylaştırma. Kendinizin hoşlanmadığınız çocukları Allah’a yakıştırıyorsunuz. Nefsinize de hoşlandığınız şeyi ayırıyorsunuz.

Müşrikler melekleri Allah’ın kızları saydılar sonra onlara taptılar.

Kur’an bunu başka âyetlerde şöyle açıklıyor:

Yoksa, Allah, yarattıklarından kendisine kızlar edindi de, oğulları size mi seçip ayırdı?

Onlardan biri, Rahmân’a örnek kıldığı (isnad ettiği kız çocuğu) ile müjdelendiği zaman, öfkesinden yüzü simsiyah kesilir.(Zuhruf 43/16-17)

Onlar, kızları Allah’a nispet ediyorlar -ki O, bundan uzaktır- kendilerine ise, canlarının istediğini.” (Nahl 16/57)

 Bundan önce yahudiler ve hırıstiyanlar Allah’a çocuk nisbet etmişlerdi. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/521-522. Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, s: 1662)

“Eğer Allah bir çocuk edinmek isteseydi, yarattıklarından dilediğini seçerdi. O, bundan uzaktır, yücedir. O, bir ve her şey üzerinde mutlak otorite sahibi olan Allah’tır.” (Zümer 39/4)

“(Ey Muhammed!) De ki: “Eğer Rahmân’ın bir çocuğu olsaydı, ona kulluk edenlerin ilki ben olurdum.” (Zuhruf 43/81)