Necm Sûresi tefsiri etrafında bir online ders

Hüseyin K. Ece

05 Temmuz 2020

14 Zilkâde 1441 Zaandam

Selâm-Dortmund

 

اِنْ هِيَ اِلَّٓا اَسْمَٓاءٌ سَمَّيْتُمُوهَٓا اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍۜ اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْاَنْفُسُۚ وَلَقَدْ جَٓاءَهُمْ مِنْ رَبِّهِمُ الْهُدٰىۜ ﴿٢٣﴾

“Bunlar sizin ve atalarınızın putlara taktığı boş isimlerden ibarettir. Allah onlara öyle bir güç (veya belge) vermemiştir. Onlar (müşrikler) sadece zanna ve hevâlarına uyuyorlar. Oysa şimdi onlara Rabblerinden bir yol gösterici (hüdâ) gelmiş bulunmaktadır.”  (Necm 53/23)

اَسْمَٓاءٌ ismin çoğulu, isimler-adlar

سَمَّيْتُمُ   isimlendiriyorsunuz, isim vermenin fiil hali,

اَنْتُمْ   siz,

 اٰبَٓاؤُ۬كُمْ eb-babanın çoğulu, babalarınız,

مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ بِهَا     asla indirmedi, inzal etmedi,

سُلْطَانٍۜ  güç, belge

 اِلَّا  istisna edatı

 يَتَّبِعُونَ  tabi oluyorsunuz,

الظَّنَّ  zann, sanrı

 تَهْوَى   hevâya uyuyorsunuz, hevânın fiil hâli (İf’al kalıbından), aşağıya düşmek, rüzgâr esmek

جَٓاءَهُمْ  onlara geldi

الْهُدٰىۜ  hidâyet, ama malum, belli hidâyet  

Aynı hatayı hz. Yûsuf ve hz. Hûd zamanında yaşayan müşrikler de yaptılar.

 

مَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِه۪ٓ اِلَّٓا اَسْمَٓاءً سَمَّيْتُمُوهَٓا اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍۜ اِنِ الْحُكْمُ اِلَّا لِلّٰهِۜ اَمَرَ اَلَّا تَعْبُدُٓوا اِلَّٓا اِيَّاهُۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٤٠﴾

 

“Siz Allah’ı bırakıp; sadece sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlere (düzmece ilâhlara) tapıyorsunuz. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’a aittir. O, kendisinden başka hiçbir şeye tapmamanızı emretmiştir. İşte en doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yûsuf 12/40)

“(Hûd) dedi ki: «Üzerinize Rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiştir. Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!» (A’raf 7/71)

Yani bunlar sizin keyfi nitelendirmenizdir. Elbette ne meleklerin, ne de ilâh edindiklerinizin bir tanrılık özellikleri yoktur. Zira bunları atalarınız ve kendiniz uydurdunuz.

Kur’an pek çok âyette ataları körü körüne talit etmeyi, onların yanlışlarını sorgulamadan benimsemeyi, onlardan gelenleri kutsamayı kınıyor. Mesela;

Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)?” (Bakara 2/170. Ayrıca bkz: Mâide 5/104. A’raf 7/28. Yûnus 10/78. Enbiyâ 21/53. Şuarâ 26/74. Lukman 31/21. Zuhruf 43/22-24)

İfade ettikleri manalardan hiç biri zaten onlarda yok. Buna rağmen

onlara böyle isimleri babalarınız ve siz uydurup taktınız.

Allah (cc) bu isimlendirmeyi haklı gösterecek bir delil indirmedi. Böyle bir isimlendirmeye izin de vermedi.

Burada söz muhataptan 3. çoğul şahsa yöneliyor. Belki bu konunun açıklanması noktasında Allah onların hitaba layık olmadıkların ı göstermek istemiştir. “Onlar sadece zanna ve hevâlarına uyuyorlar.” Akide ve amelde hakkı ve hayırlı olanı değil, istek ve arzularını tercih ediyorlar. Bunu da âdeta din hâline getiriyorlar. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/314)

Melekleri Allah’ın kızları sayarken, uydurdukları şeylere tanrı deyip onlarla Allah’a şirk koşarken müşriklerin sağlam bir bilgi kaynakları yoktur.

Onlar bunu yaparken vahye değil üç kaynağa dayanıyorlar: Birincisi atalarını taklit, ikincisi; nefislerinin hevâsına uymak, üçüncüsü; kesin bilgiye (ilme), sağlam delile değil; zanna dayanmak.

Böylece onlar hak olan bir şey söylemiyorlar. Nefsilerinin hevasına uyuyorlar. Zira onlar Peygamberle gelen vahyi esas almıyorlar, onun verdiği haberlere itibar etmiyorlar. İnkar eden babaları gibi yapıyorlar, dolaysıyla kendileri de kafirliği seçiyorlar. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/523)

Erkek çocuklarını kendilerine münasip görüyor, küçümsedikleri, horladıkları kadın cinsini Allah’a ayırıyorlar. Üstelik bunun saçmalığını anlamıyorlar. Bu hüküm bir bir ilme, kesin bir delile değil, zanna dayanıyor. (Komisyon, Kur’an Yolu (DİB), 5/113)

Sanki şöyle deniyor: “Ey müşrikler, bu tanrı zannettiğiniz şeylerin ilâhlık özelliği olmadığı gibi Allah’ın onlara yetki verdiğine dair O’nun tarafından gönderilmiş belge, kesin ilim de yok. Onlar hakkındaki inancınız zanna ve vehme dayanıyor. Siz, bu gibi iddiaları arzu ve hevesinize uyduğunuz için ortaya attınız.”

Böyleleri hayat ve davranış ilkelerini kendileri belirler, dünyada keyiflerine göre yaşarlar, istediklerini yaparlar. Peygamberlerin getirdiği ilahi hükümlere bu yüzden karşı çıkarlar.

Onlar -eğer âhiret varsa- onları orada kurtaracak tanrılara inanıyorlar.

Oysa şimdi Allah’tan gerçek hidâyet geldi. Açık, anlaşılır. Ama ilâhlardan değil.

O günün müşriklerine de diğerlerine de Rablerinden, son Peygamber aracılığyla onların sağlam bir temele dayanmayan iddialarından daha güçlü olan apaçık hidâyet geldi. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/523)

İnsanlar, Allah tarafından seçilen, kendi aralarından çıkan Elçisinin diliyle gelen bu hidâyete rağmen nasıl oluyor da, bu zanna dayalı iddialara tabi oluyorlar?

Yani zann ve arzularına uymakla asıl maksada ulaşılamayacağını anlatan, asıl amaca kavuşmak için takip edilmesi lazım gelen hakikat yolunu gösteren Peygamber ve Kur’an gelmişken yine de hevâlarına uyuyor, elleriyle yaptıkları putlardan medet umuyor, şefaat bekliyorlar. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/314)

اَمْ لِلْاِنْسَانِ مَا تَمَنّٰىۘ﴿٢٤﴾

 İnsan arzu ettiği her şeye sahip olabilir mi ki? 24﴿

فَلِلّٰهِ الْاٰخِرَةُ وَالْاُو۫لٰى۟ ﴿٢٥﴾

 Âhiret de Allah’ındır, dünya da. ﴾25﴿

 تَمَنّٰىۘ﴿    temenni etmek, istemek, arzulamak.

لَلْاٰخِرَةَ   son veya bildiğimiz âhiret,

الْاُو۫لٰى  ilk, ya da ilk hayat, dünya hayatı. 

İnsan kendi kafasından bir şeyler kurgular, temenni eder, ya da hayâl eder. Ama bunların olması her zaman mümkün değildir.

İnsan hakikatin kendi arzusuna uyacağını mı zanneder?

Canının her çektiği şey gerçekleşir mi?

Her istediğini elde edebilir mi?

Doğru yolda olduğunu sanması, isabetli olabilir mi? 

Ya da insanların diledikleri tanrı edinme, onlara ibadet etme hakları var mıdır?

Bu kulluk edilen nesneler kendilerine tapınanların umutlarını gerçekleştirme gücüne sahip olabilirler mi? (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 6/27)

Ya da “kızım olmasın erkek çocuğum olsun” diyenin istediği olur mu?

Allah’ın dışında tanrılar edinmek, onların şefaatini beklemek, onlara farklı isimler verip tapınmak bazı insanların arzusu olsa da bunlar gerçekleşmez.

İnsanlar öteden beri ya tanrılaştırdıkları nesnelerden, ya da olağanüstüleştirdikleri kendileri gibi beşer olanlardan medet beklerler, şefaatlarını umarlar. Âyet bunun ham hayal (ümniyye) olduğunu tekrar hatırlatıyor.

Mülk Allah’ın olduğu gibi son da ilk de O’na aittir. Dilediğini yaratır, dileğine verir, dilediğine vermez.

Hayata ve ölümden sonrasına ait her şeyde Allah’ın iradesi, hükmü geçerlidir. Bu dünyada Vahiyle elçi seçmek, kitap din ve şeriat göndermek O’na ait olduğu gibi, insanın bunlarla ilişkisine göre, kazandıklarının karşılığını verecek olan da O’dur.

Yardım edecek olan da O’dur, insanı –isterse- kurtaracak olan da O’dur. Bu konuda O’nun dışında hiç şeyin bir gücü ve yetkisi olamaz.

Her şey O’nun iradesine bağlıdır. Tevhid inancı bunu gerektirir.

Bu hüküm Leyl Sûresinde de geçiyor.

اِنَّ عَلَيْنَا لَلْهُدٰىۘ ﴿١٢﴾

وَاِنَّ لَنَا لَلْاٰخِرَةَ وَالْاُو۫لٰى﴿١٣﴾

 “Doğru yolu göstermek bize aittir. Şüphesiz âhiret de dünya da bizimdir.” (Leyl 92/12-13)

Bir âyette ise hamdin önce de sonra da Allah’a ait olduğu şeklinde yer alıyor:

وَهُوَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ لَهُ الْحَمْدُ فِي الْاُو۫لٰى وَالْاٰخِرَةِۘ وَلَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿٧٠﴾

“O, Allah’tır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Dünyada da âhirette de hamd O’na mahsustur. Hüküm yalnızca O’nundur. Kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas 28/70)

İlk varlık aleminin oluşu veya insanın dünyaya gelişi kendi elinde değildir. Bu Allah’ın hüküm ve iradesine bağlı olduğu gibi, insanın hayatının sona ermesi de, sonu da, yani ahiret hayatı da O’na aittir. Bu alanlarda O’nun koyduğu hükümler/yasalar geçerlidir.

İnsan hayatının O’nun hükümlerine göre yürümesi gerektiği gibi, ahiretteki kurtuluş da, orada murada ermek de insanın duygu ve hayalleriyle değil, Allah’ın indirdiği hükümlerle sonucunda gerçekleşir.  Nefsin ümit ve temennilerinin peşinden gitmek -ki bu nefsin arzularıdır-, yeterli değildir. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/315) Vahyin ölçülerine göre inanıp yaşamak gerekir. Zira sonunda hüküm Allah’ındır. (İnfitâr 82/19)

 

وَكَمْ مِنْ مَلَكٍ فِي السَّمٰوَاتِ لَا تُغْن۪ي شَفَاعَتُهُمْ شَيْـٔاً اِلَّا مِنْ بَعْدِ اَنْ يَأْذَنَ اللّٰهُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَرْضٰى ﴿٢٦﴾

 

Göklerde nice melekler vardır ki, Allah dilediği ve razı olduğu kulları için izin vermedikçe onların bile şefaati hiçbir fayda sağlamaz. 26﴿

السَّمٰوَاتِ  sema’nın çoğulu, gökler

لَا تُغْن۪ي   kazandırmaz, aslı ‘ğına’; zengin olmak, İf’al kalıbında ‘eğna’; birini zengin kılmak, fayda vermek, uzaklaştırmak

شَفَاعَتُهُمْ   şefaatleri

يَشَٓاءُ   dilemek, meşîet

يَرْضٰى     razı olmak,

Burada putları melek, melekleri de Allah’ın kızları sayıp, sonra da onlar adına uydurdukları tapınmaları yaparak onların şefaatlerini kazanacağını zanneden müşriklere reddiye ve azar var. Bunun için önce dünya ve âhiret Allah’a aittir deniliyor.

Yerde ve gökte ne kadar melek olursa olsun şefaat hadlerine değildir. Kendilerine şefaat için izin verilse bile bu müşriklere bir fayda sağlamaz.

Hadi diyelim Allah şefaat için meleklere izin verdi. Bunun kime faydası olur? O da Allah’ın iradesine bağlı: Kim için dilerse ve kimden razı olursa.

Bu mana hem şefaat edecekler, hem de şefaat edilecekler hakkında düşünülebilir. Her ne olursa olsun, sonunda rızası aranacak olan ma’bud melekler veya çakma tanrılar değil, Allah’tır.

Meleklerin şefaatı hakkında hüküm böyle olduğuna göre putlardan, tanrı zannedilenlerden nasıl şefaat beklenir? ((Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/523. Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/316)

Allah’tan başkasını tanrı edinenler, bunları kendilerini Allah’a yaklaştıracağına inanırlar. “İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar (evliyâ) edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar...” (Zümer 39/3)

Bunları kendileri için şefaatçi edinirler.

“Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır (şüfeâuna)” diyorlar. De ki: “Siz, Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz!? O, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.” (Yûnus 10/18)

“Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: “Hiçbir şeye güçleri yetmese ve düşünemiyor olsalar da mı?” (Zümer 39/43. Ayrıca bkz: En’am 6/94)

Şefaat nedir? Şefaat konusu tartışmalı ve farklı görüşlere açık bir konu.

Kısaca değinelim.

‘Şefâat’ın aslı “şe-fe’a” fiilidir. Bu da tek olan bir şeyi dengi veya benzeriyle çift hale getirmek, katmak, yanyana getirmek, birinin önüne düşüp işini görmeye çalışmak, işinin görülmesi için birinin aracılığını istemek, şuf’a hakkına sahip olmak demektir. (İbni Manzur, Lisânü’l-Arab, 8/101-102. el-İsfahânî,  R. el-Müfredât, s: 386)

Kur’an’da şefâat bir âyette sözlük manasıyla kullanılıyor.

مَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً حَسَنَةً يَكُنْ لَهُ نَص۪يبٌ مِنْهَاۚ وَمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً يَكُنْ لَهُ كِفْلٌ مِنْهَاۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ مُق۪يتًا ﴿85﴾

“Kim güzel bir (işte) aracılık (şefâat) ederse, ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir (işte) aracılık (şefâat) ederse, ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Nisâ 4/85)

Hadislerde dünya ve âhiret işleri hakkında şefâat sık sık geçmektedir.  Peygamber (sav) dünyevî işlerde şefâatte bulunmayı tavsiye ve teşvik ederdi. (Canan, İ. Kütüb-ü Sitte Tercümesi ve Şerhi, 14/401) “Dünyada bir kimsenin meşrû işine yardımcı olmak” anlamındaki şefâate izin verildiğinden  söz ediliyor. (Buhârî, İstikraz/9, 18)

Bir kimsenin yardım etmek veya yardım dilemek gayesiyle, bir başka kişiye nisbet edilmesi, onunla birlikte anılmasıdır. Birinin önüne düşüp işini görmek, bağışlanması için af dilemektir. Daha çok yüksek makamdan aşağı makama doğru bir kullanılışı ifade eder.

Kıyâmet günü olacağına inanılan şefâat de bu anlamdan gelir.

Dinî bir terim olarak şefâat; kıyamet gününde (mahşerde) peygamberlerin, meleklerin veya kendilerine izin verilen sâlih kulların mü’minlerin bağışlanması için Allah katında niyazda bulunması, aracı olması demektir.

Bir faydanın sağlanması, ya da bir şerrin giderilmesi için yetkili bir makama, ihtiyaç sahibinin dışında birisinin tavasut (aracılık) etmesidir. (Durmuş; M. Kur’an’a Göre Şefâat, s: 4)

Bir kimsenin bağışlanması için onun adına af dileme, maddî veya manevî bir imkan elde etmesi için yetkilisi yanında aracılık yapmasıdır. (Heyet, Kur’an Yolu, 1/56)

Şefâat kelimesi câhiliyye döneminde biliniyordu ve bugün olduğu gibi dinî anlamda da kullanılıyordu.

Putlarını kendilerini Allah'a yaklaştırıcı kabul ettikleri gibi, hesap günü de kendilerine şefâat edeceklerine, onları azaptan kurtaracaklarına inanıyorlardı.

وَيَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَا لَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْ وَيَقُولُونَ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ شُفَعَٓاؤُ۬نَا عِنْدَ اللّٰهِۜ قُلْ اَتُنَبِّؤُ۫نَ اللّٰهَ بِمَا لَا يَعْلَمُ فِي السَّمٰوَاتِ وَلَا فِي الْاَرْضِۜ سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ ﴿18﴾

"Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır” diyorlar. De ki: “Siz, Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz!? O, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.” (Yûnus 10/18)

Bugün Türkçe’de, yani öteden beri oluşan kültürde şefaat torpil, aracılık, kuratarıcılık anlamında biliniyor.

Kur’an bu anlayışı redediyor ve şefâat kavramını tek istisnâ dışında bütünüyle müşriklerin, âhiretin, hesabın, mizanın söz konusu edildiği yerlerde kullanıyor. O tek istisna da mü’minler muhatap alınıyor.  (Bakara 2/254)

Şefâat aslında mü’minlerin değil, müşriklerin problemidir. Kur’an’ın bu kavramı ele alması özellikle müşriklerin şefâat inancını reddetmek, mü’minleri bu yanlış inanç konusunda uyarmak ve korumak içindir.

Kur’an’da “şe-fe-a” ve türevleri otuzbir yerde geçmektedir. Bunlardan fiil halinde beş defa (Bekara 2/255. Nisâ 4/85 (iki defa), A’raf 7/53. Enbiyâ 21/28),

şâfi’nin çoğulu “şafi’în” olarak iki âyette (Şuarâ 26/100. Müdessir 74/48),

şefi’ olarak beş âyette (En’am 6/51, 70. Yûnus 10/3. Secde 32/4. Mü’min 40/18)

şefi’in çoğulu olan “şüfeâu” olarak  beş âyette (A’raf 7/53. Rûm 30/13. Zümer 39/43. En’am 6/94. Yûnus 10/18),

şefâat olarak onüç yerde (Bekara 2/48, 254. Nisâ 4/85 (iki defa). Meryem 19/87. Tâhâ 20/109. Sebe’ 34/23. Zümer 39/44. Zuhruf 43/86. Müdessir 75/48. Yâsîn 36/23. Necm 53/26),

şef’ olarak da bir âyette (Fecr 89/3) yer almaktadır.

Görüldüğü gibi şefâatten bahseden âyetlerin büyük bir bölümü Mekkî sûrelerde, yedi tanesi ise Bekara ve Nisâ gibi iki Medenî sûrede geçmektedir. Nisâ’da dört defa sözlük anlamıyla (dünyevi şefaat) manasında kullanılıyor.

Bu durum bize şefâat olayının Mekke’deki tebliğ konularıyla; bir anlamda iman, akide ve tasavvurla ilgili, müşriklerin yanlış şefâat anlayışlarını düzeltmek, şefâatin sadece Allah’a has olduğunu vurgulamak üzere geldiğini söyleyebiliriz.

Onbeş âyette âhirette şefaatin olmadığı veya şefaat beklentisinin fayda vermeyeceği söyleniyor.

Beş âyette de illa istisna edatıyla ve izin ifadesiyle geliyor. Bu âyetler; Allah izin verirse bazıları (hakka şahitlik edenler, Allah rızasını kazananlar, kensine izin verilenler, Rahman’dan ahid alan) şefaat edebilir şeklinde anlaşılabileceği gibi, Allah hiç kimseye şefaat için izin vermez şeklinde de anlaşılabilir.

Bazıları Âyete’l-Kürsi’deki  مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ    “...İzni olmaksızın O’nun katında şefâatte bulunacak (yeşfeu) kimdir?...”  ifadesini şefaat var diye delil gösterirler. Halbuki bu ayet tam tersine şefaat beklentisini redediyor. Yanlış şefaat kanaati sahiplerine meydan okurcasına “kimmiş o ki, Allah izin ve yetki vermediği halde size şefaat edebilsin” diyor.

Şu âyet şefaat konusunda son noktayı koyuyor.

قُلْ لِلّٰهِ الشَّفَاعَةُ جَم۪يعًاۜ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿44﴾

“De ki: “Şefâat tümüyle Allah’a aittir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Sonra yalnız O’na döndürüleceksiniz.” (Zümer 39/44. Ayrıca bkz: Zümer 39/43. Secde 32/4)

Şefaat konusundaki pek çok hadisi göz önüne alırsak, -ki bunların hepsinin uydurma olduğunu söylemek mümkün değil-, bir şafaat olayı, Peygamber’e verilecek olan bir ikram var. Ancak bunun mahiyetini bilmek mümkün değil. Bazıları bunu onun ümmetine duası olarak anlıyor. Ama onun şefaati asla birilerinin anladığı gibi torpil, arka çıkmak, kayırıcılık veya kurtarıcılık değildir.

Zira Kur’an onun âhirette bir kurtarıcı olmadığını zaten söylüyor.

“Hakkında azap sözü (hükmü) gerçekleşenler, hiç onlar gibi olur mu? Cehennemlikleri sen mi kurtaracaksın?” (Zümer 39/19)

Hatta o kendisinin kurtulacağını bile söylemedi: De ki: “Ben türedi bir peygamber değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Ahkaf 46/9)

Yukarıdaki âyete göre müşriklerin tanrı edindiği, tanrının kızları saydığı, adlarına putlar yaptıkları bütün melekler bir araya gelseler, Allah’ın izni olmadan onlara hiç bir fayda sağlayamayamazlar, şefaat edemezler, onları kurtaramazlar. Zaten Allah meleklere böyle bir izni de vermedi, vermez. Âhirette yetki tümüyle Allah’a aittir. (İnfitâr 82/19)

اِنَّ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ لَيُسَمُّونَ الْمَلٰٓئِكَةَ تَسْمِيَةَ الْاُنْثٰى ﴿٢٧﴾

Âhirete inanmayanlar meleklere dişi varlıkların isimlerini veriyorlar. 27﴿

اِنَّ   te’kid edatı, muhakkak ki,

الَّذ۪ينَ  ism-i işaret, ki onlar

لَا يُؤْمِنُونَ  onlar iman etmezler,

لَيُسَمُّونَ   te’kidle, onları isimlendiriyorlar   

تَسْمِيَةَ الْاُنْثٰى    müennes (dişi) varlıkların isimlerini

Müşrikler müennes varlıklara isim verdikleri gibi icat ettikleri putlarına da benzer isim verirler.

Müşrikler bu konuda üç ciddi yanılgıya düşüyorlar. Birincisi; hiç bir otoriteleri veya gücü olmayan melekleri ma’bud edinmeleri,

ikincisi; melekleri Allah’ın kızları saymaları; 

üçüncüsü; putlarına müennes varlıkların isimlerini verip onları tanrı edinmeleri.

Böyle inanmalarının asıl sebebi de Allah’a ve âhiret gününe inanmamalarıdır. Zira âhirete iman etselerdi, bu kadar mantıksız ve tutarsız şeylere inanmazlardı.

Onlara göre bir tek tanrıya inanmakla, yüzlerce tanrıya inanmak aynı. Hatta tanrıların bire indirilmesi fakirlik gibidir. Öyle ya dünya hayatı bakımından müvahhidlerle müşrikler arasında büyük fark yok. Dolaysıyla kimin neye ne kadar tapacağı da kendi keyiflerinin bileceği bir tercihtir. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 6/27)