Necm Sûresi tefsiri etrafında bir online ders

Hüseyin K. Ece

12 Temmuz 2020

21 Zilkâde 1441 Zaandam

Selâm-Dortmund

 

وَمَا لَهُمْ بِه۪ مِنْ عِلْمٍۜ اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّۚ وَاِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْن۪ي مِنَ الْحَقِّ شَيْـٔاًۚ ﴿٢٨﴾

Oysa onların bu konuda bir bildikleri yok; sadece zanna uyuyorlar. Zan ise asla gerçek bilginin yerini tutamaz. (Necm 53/28)

وَمَا لَهُمْ بِه۪    onlar bu konuda sahip hiç bir şekilde  

مِنْ عِلْمٍۜ     ilimden bir şeye,

 اِنْ يَتَّبِعُونَ tabi oluyorlar  اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا  (hasır-kasır)  vurgulu mana, manayı özel bir manaya hasretmek, budur başkası değil.

لَا يُغْن۪ي     kazandırmaz, zengin etmez, fayda vermez,

Onların “melekler Allah’ın kızlarıdır” iddiaları hiç bir kesin bilgiye dayanmaz.

Âyetin son kısmı; “zann ise asla haktan onlara bir şey kazandırmaz” “zannın yerini tutmaz” diye de anlaşılabilir.

Bir benzeri:

وَمَا يَتَّبِعُ اَكْثَرُهُمْ اِلَّا ظَناًّۜ اِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْن۪ي مِنَ الْحَقِّ شَيْـٔاًۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ﴿٣٦﴾

“Onların çoğu sadece zanna uyuyor. Oysa zan hiçbir şekilde gerçek ve kesin bilginin yerini tutamaz. Allah yaptıklarınızı çok iyi bilmektedir!(Yûnus 10/36)

Burada zann kuruntu anlamındadır. Onlar kendi zannlarına göre melekleri tanrı edinip tapınıyorlar, onlar adına putlar uyduruyorlar, kurban adıyorlar. Dahası onlardan yardım bekliyorlar.

Belki de putlara melek deyince daha çekici olacağını düşünüyorlardı.

Bu ilimsiz kuruntu (zann) hiç bir şekilde hakkın yerini tutmaz. Çünkü zann sübjektif bir kanaattir. Hak ise objektif bir hakikattir. Onun için imanî konularda zannî bilgi yetersizdir. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/317)

Burada Allah’tan başkasınan yardım istemenin yanlışlığına bir daha işaret ediliyor.

فَاَعْرِضْ عَنْ مَنْ تَوَلّٰى عَنْ ذِكْرِنَا وَلَمْ يُرِدْ اِلَّا الْحَيٰوةَ الدُّنْيَاۜ ﴿٢٩﴾

O halde bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka arzusu olmayan kişilerden sen de yüz çevir, aldırma. (29)   

فَاَعْرِضْ  aslı arada; arzetmek, göstermek, isabet etmek vs. if’al kalıbından, yüz çevirmek,

  تَوَلّٰى  aslı velâ; bir şeye yaklaşmak, yardım etmek, işini üzerine almak, dost olmak, tefaul kalıbından; tevellâ, yönelmek, yüz çevirip terketmek, veli edinmek, biri şi üzerine almak.

عَنْ مَنْ تَوَلّٰى  yüz çeviren kimseden 

ذِكْر  aslı zekere; bir şeyi zihinde tutmak, ezberlemek, hatırlamak.

 وَلَمْ يُرِدْ   irade; bir şeyi isteme, araştırmak. İf’al kalıbından; arzu etmek, dilemek (istemek), niyet etmek.

Buradaki ‘zikir’ bir kaç anlama gelebilir. Birincisi; Kur’an okumak, ikincisi; nasihat (öğüt),

üçüncüsü; Allah’ın adının anılması. Müşrikler O’nun adının zikredilmesinden hoşlanmazlar. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 6/29)

Zikir, burada Kur’an’dır. (Kurtubî, Tefsir (çev.), 16/464. İbni Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, s: 1364. el-Hâzin, Tefsir, 4/210)

Taberî’ye göre Allah’ı zikretmektir. (Câmiu’l-Beyân, 11/524)

Kur’an pek çok âyette kendisine farklı ifadelerle ez-Zikr demektedir.

وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكاً وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى ﴿١٢٤﴾

 

“Her kim de benim zikrimden (Kur’an’dan) yüz çevirirse, mutlaka ona dar bir geçim vardır. Bir de onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz.” (Tâhâ 20/124)

اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ﴿٩﴾

“Hiç şüphesiz Zikr’i (Kur’an’ı) Biz indirdik; onun koruyucuları da gerçekten Biziz.” (Hıcr 15/9)

وَهٰذَا ذِكْرٌ مُبَارَكٌ اَنْزَلْنَاهُۜ اَفَاَنْتُمْ لَهُ مُنْكِرُونَ۟ ﴿٥٠﴾

“Bu, bizim O’na indirdiğimiz mübarek bir ‘Zikir’dir. Şu halde onu inkâr edecek olanlar siz misiniz?” (Enbiyâ 21/50. v.d.)

Zikrâ’nın manasından hareketle Zikri’i uyarıcı/öğüt verici mesaj olarak da anlamak mümkün.

Kur’an’dan yüz çeviren, inzârlara aldırmayan, hak daveti dinlemeyenlerden yüz çevir. Onları kendi kuruntularıyla başbaşa bırak. Zira onlar dünya hayatından başka bir şey düşünmüyorlar. 

Yani dünya hayatının zevk, eğlence veya geçimliğinden, saltanatından başka bir şey bilmeyen bu adamlarda hayır yoktur. Bunlarla uğraşıp emek vermeye değmez. Böyle Allah’tan, vahiyden, hakikatten yüz çevirenlerle uğraşmaktansa Allah’ı zikrini dinleyenlere ilgilenmek daha iyidir. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 6/29)

 

ذٰلِكَ مَبْلَغُهُمْ مِنَ الْعِلْمِۜ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ وَهُوَ اَعْلَمُ بِمَنِ اهْتَدٰى ﴿٣٠﴾

İşte bildikleri bu kadar. Şüphesiz kendi yolundan sapanı en iyi bilen Rabbindir, doğru yolu bulanı da en iyi bilen O’dur. (30)  

ذٰلِكَ    işte böyle, müşriklerin zannına,

ya da onların dünya hayatını tercih etmelerine,

veya bütün bâtıl ve anlamsız düşüncelerine işaret etmiş olabilir.

مَبْلَغُهُمْ   aslı belağa; vâsıl, bâliğ olmak, amacına varmak.  İf’al kalıbı ebleğa; ulaştırmak, götürmek, haber vermek; buradan مَبْلَغُ  ism-i mef’ul; ulaşılan şey

ضَلَّ  yoldan, haktan sapmak, hata yapmak, dalâlete düşmek, 

سَب۪يلِه  açık yol, hüccet, çare, sebep, Hak yol.  

اهْتَدٰى   aslı هْدٰى   irşad etmek, yol veya doğru yolu göstermek, hidayete erdirmek, if’al kalıbından  ihteda; hidayete götürmek, göstermek, kurban götürmek.

Onların ilimden ulaşabildikleri son sınır budur. Yani bildikleri, aklettikleri de bu kuruntular, bu hayâllerdir. Bu kuruntu da dünya hayatının ötesine geçmez.

Bu da tapındıkları şeylere müennes ismler vermeleri, onları tanrı zannetmeleri veya onların etrafında oluşturdukları inanç, ibadet ve hayat anlayışı. Kısaca Allah’ı inkar, kesin bir ilme dayanman zann ile hareket ederek şirk koşma.

Âyet bu aklını kullanmayan câhilleri bir anlamda küçültüyor ve alay ediyor. İşte kafaları ancak dünya işlerine çalışıyor, ötesini akletmiyorlar.

Onların durumunu bir başka âyet şöyle açıklıyor:

يَعْلَمُونَ ظَاهِراً مِنَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَهُمْ عَنِ الْاٰخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَ ﴿٧﴾

“(Onlar) dünya hayatının sadece (görünen) dış yüzünü bilirler, âhiretten ise temamen gafillerdir.” (Rum 30/7)

Bu bir önceki cümleyi açıklıyor. Yani maddî dünyadan başka bir davaları olmayanlarla uğraşmaya değmez.

Bilmek, anlamak, doğru yola gelmek istemeyen inatçılardan yüz çevirmek gerektiği söylendikten sonra, Allah’ın herkesin niyetini, kimin hidâyette olduğunu, kimin kendi yolundan saptığını en iyi bilen olduğu açıklanıyor.

هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ   en iyi bilen O’dur” ifadesi iki defa tekrar ediliyor. Bu hem te’kidtir, hem de hidâyet ve dalâlet zıdlığını ortaya koymaktadır.  

 

 وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۙ لِيَجْزِيَ الَّذ۪ينَ اَسَٓاؤُ۫ا بِمَا عَمِلُوا وَيَجْزِيَ الَّذ۪ينَ اَحْسَنُوا بِالْحُسْنٰىۚ ﴿٣١﴾

Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. (Bu) kötülük edenleri yaptıklarıyla cezalandırması, iyilik edenleri de daha güzeliyle mükâfatlandırması için (böyle)dir. (31)

Göklerde ve yerde olan her şey, yani mülk Allahındır. (Fâtır 35/13. Zümer 39/6. Teğâbun 64/1)

Hayatı var eden Allah, hayatın devamı için gerekli maddeleri de var etti.

. وَلَقَدْ مَكَّنَّاكُمْ فِي الْاَرْضِ وَجَعَلْنَا لَكُمْ ف۪يهَا مَعَايِشَۜ قَل۪يلاً مَا تَشْكُرُونَ۟ ﴿١٠﴾

 “Doğrusu biz sizi yeryüzüne yerleştirdik ve orada size geçim vasıtaları verdik. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!” (A’raf 7/10)

İnsanların bu mülk üzerinde biraz tasarrufta bulunmalarına izin verdi.

هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعاً ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ۟ ﴿٢٩﴾

“O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Bakara 2/29)

Burada insanların farklı tercihlerde bulunmalarına da izin verildiği ima ediliyor. Bunun sebebi inasanların imtihan edilmesi. Ama bu ilânihaye sürmez. Yani gübü gelince Yaratıcı, insanlara yaptıklarının karşılığı verilecek. Bu karşılık vermede Allah kimseye haksızlık etmeyecek, herkes hak ettiği, ya da elde etmek üzere bir ömür çaba sarefettiği sonuca kavuşacaktır.

Ayetin bu kısmı yeniden dirilişin mutlaka olacağını dolaylı olarak tekrar haber veriyor. (Mukatil b. Süleyman, Tefsir, 3/292)

Denir ki, Allah kötülük yapanlara adaletiyle, iyi davrananlara ihsanıyla muamele edecek.  (Komisyon, Kur’an Yolu (DİB), 5/171)

 اَسَٓاؤُ۫ا    seyyie’nin kök fiili. Sae: Birinin hoşlanmayacağı bir şey, kötülük yapmak. Ne kötü oldu.

Masdar olarak su’ veya sev’e’; her türlü istenmeyen ve kötü olan durumları anlatır.

İfa’l kalıbından esae; bir şeyi kötü ve bozuk yapmak, birine kötülük yapmak.

Bu da insanı üzüp kederlendiren dünya ve âhirete ait her türlü durumdur. Bu keder bedenî olabildiği gibi psikolojik te olabilir.

buradan türeyen ‘seyyie’, çirkin ve kötü şey, günah, ayıp, kusur. Kur’an’da ‘günah’ olayını en geniş bir biçimde ifade etmektedir.

‘Seyyie’ hem olumsuz ve hoşlanılmayan durumları, hem de insanın Allah’ın iradesine karşı gelerek işlediği kötü fiilleri ifade eder.

Bu kötü fiillere ‘ma’siyet’ denir.

‘Seyyie’, Kur’an’da ‘hasene’nin karşıtı olarak geçmektedir. Hasene her türlü güzelliği, iyi hali, hoşa giden sevap kazandırıcı şeyleri; Seyyie ise her türlü çirkinliği, kötü hali ve itaatsizliği, günah kazandıran şeyleri anlatır.

Şu âyette her iki kelimenin de beraber kullanıldığını görmekteyiz:

مَنْ جَٓاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ اَمْثَالِهَاۚ وَمَنْ جَٓاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَلَا يُجْزٰٓى اِلَّا مِثْلَهَا وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ﴿١٦٠﴾

“Kim bir ‘hasene (iyilik) yaparsa, ona o yaptığının on misli sevap vardır. Kim bir Seyyie (kötülük) yaparsa, sadece onun dengiyle cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.” (En’am 6/160. Kasas 28/84)

وَالَّذ۪ينَ كَسَبُوا السَّيِّـَٔاتِ جَزَٓاءُ سَيِّئَةٍ بِمِثْلِهَاۙ ...﴿٢٧﴾

 

Bilerek ve isteyerek kötülük yapanlara gelince, kötülüğün karşılığı, dengi olan cezadır; ...” (Yûnus 10/27)

 

بِالْحُسْنٰىۚ    Hüsna Arapçada ism-i tafdil’dir. İsm-i tafdil kalıbı kelimenin taşıdığı anlamların zirvesini, bir başka ifadeyle ‘en’lerini ifade eder.

Hüsnâ ‘hasen’ kökünden gelir ve en güzel demektir.

Kur’an’da 16 yerde geçiyor.

لِلَّذ۪ينَ اَحْسَنُوا الْحُسْنٰى وَزِيَادَةٌۜ وَلَا يَرْهَقُ وُجُوهَهُمْ قَتَرٌ وَلَا ذِلَّةٌۜ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ ﴿٢٦﴾

 

„Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedi kalacaklardır.“  (Yûnus 10/26)

فَاَمَّا مَنْ اَعْطٰى وَاتَّقٰىۙ ﴿٥﴾

وَصَدَّقَ بِالْحُسْنٰىۙ ﴿٦﴾

فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرٰىۜ ﴿٧﴾

وَاَمَّا مَنْ بَخِلَ وَاسْتَغْنٰىۙ ﴿٨﴾

وَكَذَّبَ بِالْحُسْنٰىۙ ﴿٩﴾

فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْعُسْرٰىۜ ﴿١٠﴾

Artık kim verir ve sakınırsa, 

Ve en güzeli de tasdik ederse, 

Biz de onu en kolaya hazırlarız (onda başarılı kılarız). 

Kim cimrilik eder, kendini müstağni sayar, 

Ve en güzeli de yalanlarsa, 

Biz de onu en zora hazırlarız.Ya da “ve nihaî güzelliği/iyiliği yalanlayana gelince”  (Leyl 5-10)

Yerde ve gökte olan her şeyi O yarattı. Öyleyse onların sahibi de O’dur, tasarrufu da O’n aittir. Rabbu’l-âlemîn de aynı manaya gelir.

Onları, hak ile batılı var etmenin yaratmanın hikmeti, kötülük yapanlara hak ettikleri karşılığı vermek, güzel iş yapanlarının ödülünü en güzeliyle vermek içindir.

Ayette الَّذ۪ينَ اَحْسَنُوا  o kimseler ki, ihsan üzere hareket ederler. İhsan hem güzel yapmayı, hem, iyilik sahibi olmayı, hem de bilinçli yapmayı ifade eder.

İhsan sahiplerine ‘muhsin’ denir. ‘Muhsin’ yaptığı her şeyi güzel, maksada uygun, hasene olacak, hüsnâ’yı hak edecek kadar iyi yapan demektir.

Yani dünyada şirk koşarak kötülük yapanları yaptıklarına karşılık cezalandıracak, tevhide inananları da yaptıkları bu güzel davranışla ödüllendirecek. Hüsnâ ile, yani cennetle. (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 3/292)

Takip eden âyet; işte o muhsinler ki;

اَلَّذ۪ينَ يَجْتَنِبُونَ كَـبَٓائِرَ الْاِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ اِلَّا اللَّمَمَۜ اِنَّ رَبَّكَ وَاسِعُ الْمَغْفِرَةِۜ هُوَ اَعْلَمُ بِكُمْ اِذْ اَنْشَاَكُمْ مِنَ الْاَرْضِ وَاِذْ اَنْتُمْ اَجِنَّةٌ ف۪ي بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْۚ فَلَا تُزَكُّٓوا اَنْفُسَكُمْۜ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنِ اتَّقٰى۟ ﴿٣٢﴾

Ufak tefek kusurları (lemem) dışında, büyük günahlardan ve edepsizliklerden kaçınanlara gelince, bil ki Rabbin, affı (mağfireti) bol olandır. O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz annelerinizin karınlarında (cenin) bulunduğunuz sırada (bile), sizi en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir. (32) 

يَجْتَنِبُونَ    aslı cenebe; uzaklaşmak, itmek, uzaklaştırmak demektir. Iftial kalıbından ictenebe; bir şeyden uzak olmak, çekinmek manasında.

كَـبَٓائِرَ الْاِثْمِ  günahların büyüğü kebira; büyük. Günah işler Allah’a karşı cüret olduğu için büyük deniliyor.

الْفَوَاحِشَ  fahşa’nın çoğulu,

Fahşa, aşırı derecede çirkin söz ve davranış, iğrenç işler, büyük günâh, edep ve ahlâka aykırı her türlü kötülük ve çirkinlik, ölçüyü aşan her türlü edepsizliktir. Normal ölçülere sığmayan bütün çirkin işlere bu isim verilir.

‘Fahşa veya fuhş’, temiz yaratılışın tiksindiği ve selim (sağlam) aklın reddettiği, normal ölçünün dışında tiksinti verici bütün davranış ve sözleri ifade eder.

 Kötülük etmek, üzecek ve acı verecek şeyleri yapmak anlamına gelen ‘sû’ (seyyie)’, bu şekilde işlenilen bütün günâhların genel adı olmuştur.

Fahşa ise bu şekildeki günâhların en kötüsü, en haddi aşmış olanıdır

Zina ve benzerleri, Lût kavminin çirkin fiili de fahşadır.

Allah ‘fahşa’yı yasaklıyor.

اِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ وَا۪يتَٓائِ۬ ذِي الْقُرْبٰى وَيَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِۚ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ ﴿٩٠﴾

“Şüphe yok ki Allah (cc), adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder. Fahşadan (çirkin hayasızlıktan), münkerden (kötülükten) ve bağy’den (zorbalık ve yoldan çıkmaktan) sakındırır. (O) size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz.” (Nahl 16/90)

Namaz ‘fahşa’dan alıkor.

اُتْلُ مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَاَقِمِ الصَّلٰوةَۜ اِنَّ الصَّلٰوةَ تَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِۜ وَلَذِكْرُ اللّٰهِ اَكْبَرُۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ ﴿٤٥﴾

“Sana kitaptan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, fahşa’dan (bütün çirkin işlerden-hayasızlıktan) korur ve münker’den (sevilmeyen davranışlardan) sakındırır. Allah’ı zikretmek ise en büyük (ibadet) tür. Allah, yapmakta olduklarınızı bilmektedir.” (Ankebût 29/45)