Necm Sûresi tefsiri etrafında bir online ders

Hüseyin K. Ece

19 Temmuz 2020

28 Zilkâde 1441 Zaandam

Selâm-Dortmund

 

اللَّمَمَۜ   ‘Lemem’ kelimesinin aslı olan ‘lemme’ fiili; toplamak, biriktirmek, bir şeyi ısrarlı ve devamlı olmamak şartıyla yapmak ve düzeltmek manasına gelir. 

Aynı kökten gelen ‘elemme’, az miktarda, hafif tesir ve bir şeyin yanında az bir zaman durma demektir. Bir kişinin bir işi yapmamakla birlikte yapacak noktaya kadar gelmesini, ayrıca günaha yaklaşmayı, günah işlere yakın olmayı ifade eder.

Kelimenin sözlük anlamından hareketle ‘lemem’ şöyle açıklanmış: a-Kişinin aklından geçirdiği, yapmaya niyet ettiği ama günaha dönüştürmediği kötü düşünceler, hatalar,

b-Yapmaya başlamışken pişmanlık duyup vazgeçtiği günahlar,

c-Dünyada cezayı Âhirette hak ettirmeyecek dereceki günahlar.

Âlimlerin çoğunun görüşüne göre ‘lemem’, kebâir’in (büyük günahların) dışındaki, yani küçük günahlardır.

 ‘Lemem’; bir defa işlenen ve sürekli tekrar edilmeyen hataları da içerisine almaktadır.

Günahlar, ‘büyük-kebâir’ ve küçük-seğâir’ diye ikiye ayrılır. Kur’an’da var:

“Size yasak edilen ‘büyük günahlardan’ kaçınırsanız, sizin günahlarınızı (seyyiâtınızı) örteriz...” (Nisâ 4/31)

Âyet ve hadislerden hareketle 70 kadar büyük sayılıyor.

Hadislerde büyük günahlardan "mûbikât (helak edici davranışlar), kebâir, a'zamü'z-zünûb" gibi tabirlerle bahsedilir.

"Yedi helâk edici Şeyden kaçının." Bunlar nedir ya Rasûlallah diye sorulunca: "Allah`a şirk koşmak;

sihir yapmak;

Allah`ın haram kıldığı halde bir kimseyi haksız yere öldürmek;

yetim malı yemek;

faiz yemek;

düşmana hücum anında harpten kaçmak:

namuslu, kendi halinde mü’min kadınlara zina iftirası atmaktır" buyurdular.

Diğer bir hadiste ise: "Büyük günahlar dokuzdur:

Allah`a şirk koşmak;

haksız yere adam öldürmek;

temiz bir kadına kötülük isnat etmek;

zina yapmak;

düşmana hücum esnasında firar etmek;

sihirbazlık;

yetim malı yemek;

müslüman ana babaya asi olmak;

emredilenleri yapmamak ve yasakları yapmak suretiyle aileye karşı doğruluğu terketmektir."

Diğer Hadislerde yukardaki maddelere faiz yemek,

hırsızlık ve şarap içmek de ilave edilmiştir. (Buhârî, Vesâyâ/23. Müslim, İman/141-146. Ebû Dâvûd, Vesâyâ/10. Ayrıca bkz: Müsned, 2/201, 214; 4/392; 5/413)

Ebu Berke’den (ra) rivâyetle: “Hz. Peygamber (sav) üç kere: “Bakın, ekber’ül-kebâiri (büyük günahların en büyüğünü) size bildireyim mi?” buyurdu. Oradakiler: ‘Evet bildir, ey Allah’ın Rasûlü’ dediler. “Allah’a ortak koşmak,

anne-babaya karşı gelip eziyet vermek’ buyurdu. Bu sırada yaslanıyordu, doğruldu ve:

‘Bakın bir de yalan söylemektir’ dedi ve sürekli bu sözü tekrar edip durdu, o derece ki keşke sussa dedik.’’ (Buhârî, Edeb/6, İman/16)

Bu âyette Allah (cc) büyük günahlardan başka ‘lemem’i ayrı olarak sayıyor ve kebâir’den kaçınan veya hep ihsan eden (güzel davranan) kimselerin küçük günahlarının ve hatalarının bağışlanabileceğini haber veriyor.

Kur’an ve Sünnette açıkça yasaklanan her günahın kebâir olduğu kesindir.

Lemem’in kapsamına giren hatalar tekrar edilirse ‘kebâir’ olabilir.

Allah’ın lemem’i affetmesi onları günah olmaktan çıkarmaz. İnsanlar büyük günahlardan ve fahşâ’dan uzak durularsa Alah rahmetinin gereği onları affedebilir.

الْمَغْفِرَةِۜ   aslı ğafera; bir şeyi örtmek, günahı örtüp affetmek. Ya da günahı hiç işlememiş muamelesi yapmak.

Ma’firet/ğufran; onun masdarı  istiğfar; bu affı talep etmek, günahın bağışlanmasını istemek.

Âyet Allah’ın affının, bağışlamasının çok geniş olduğunu söylüyor.

Bir kul büyük sayılan günahlardan titizlikle kaçınırsa, Rabbi onun ‘lemem’ sayılan hatalarını bağışlar. Bunun sebebi de onların günah olmamamsı değil, Allah’ın affı ve merhametidir.

“Beş vakit namaz ile cuma, diğer cumaya, Ramazan da diğer Ramazan’a keffârettirler. Büyük günahtan kaçınıldığı takdirde aralarında işlenen günahları affettirirler.” (Müslim, Tahâre/14 no: 233. Tirmizî, Salat/160 no: 214, 1/418. A. B. Hanbel, 2/400, 414, 484. Nak. K. Sitte, 13/223)

Bu anlamda başka hadisler de var.

Tabii tevbe edilen bütün günahların bağışlanma ümidi var:

 قُلْ يَا عِبَادِيَ الَّذ۪ينَ اَسْرَفُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَم۪يعاًۜ اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ﴿٥٣﴾

 “De ki (Allah şöyle buyuruyor): "Ey kendi aleyhlerine olarak günahta haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah (dilerse) bütün günahları bağışlar; doğrusu O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir." (Zümer 39/53)

اَجِنَّةٌ   aslı cenne; gece kararmak, örtmek, kapatmak, gizlemek, saklamak, ecinne; cenin’in çoğulu; rahimdeki çocuk

تُزَكُّٓوا  sözlükte artmak, fazlalaşmak, çoğalmak,  bereketlenmek demektir. Ürün bereketlenip çoğaldığında “zekâ ez-zer’u” ifadesi kullanılır.

‘Tezekkâ’; mal çoğalmak, artmak,, te­mizlemek, pak etmek demektir.

Bu tefâul (yüklenme) kalıbından olduğuna göre kişisel çabayı gösterir. Temizlenmek için kişinin teşebbüsünün olması gerekir. (A’la 87/14)

‘Tezekkâ’ aynı zamanda zekât vermek manasına da gelir. 

Tezkiye ‘zekâ’ fiilinin tef’il kalıbından masdarıdır.

Tezkiye kavramı Kur’an’da saflaştırma, temizleme, arındırma anlamında kullanılıyor. Ancak bu temizleme maddi tahâretten çok manevi olarak temizlemek, nefsi veya kalbi arındırmak manasındadır.

Nefsi şirk, küfür, günaha meyil, çirkin ve aşağılık heveslerden, hırs ve tamahtan, insanı Allah’tan uzaklaştıracak zevklerden ve isteklerden arındırmak tezkiyedir.

Esasen insan dünyaya tertemiz bir fıtratla (yaratılışla) gelir. Âkil-bâliğ olduktan sonra kendi yaptıklarına ve tercihlerine bağlı olarak ya bu temiz fıtratı aynen korur, ya da onu kirletir.

Çeşitli sebeplerle kirlenen nefisleri ve kalpleri temizlemek, arındırmak; böylece Hakikati ve doğruyu görmelerini, gerçeği anlamalarını sağlamak gerekir.

İşte bu çaba veya işleme tezkiye denir.

Âyetteki nehyin (yasaklamanın) sebebi; insanın kendisini methetmesinin aklen ve şer’an çirkin olduğunu hatırlatmaktır.

Mânevî ve ruhî arınmayı emreden İslâm, insanların nefislerini temize çıkarmalarını ve arınmış olmayı, “ben en iyiyim” iddiasında bulunmalarını yasaklıyor. Çünkü önemli olan insanların kendilerini temize çıkarması değil, Allah’ın onları tezkiye etmesidir.

Üstelik insanın kendisi tezkiyenin (arınmanın) sınırlarını ve boyutlarını tayin edemez. 

Allah sizi, ey insanlar çok iyi bilmektedir. O her hâlinizi, yani niyetlerinizi ve her amelinizi bilir ve ona göre karşılığını verir.

O ilk insanı yaratmasını, insan cinsini ve onun oluşumunu, ya da insanın gıdasının topraktan (sülâleden) geldiğini bildiği gibi, annelerinin karnında cenin iken de, sonradan nasıl olacağınızı da biliyor.

O hiç yarattığı şeyi bilmez mi? (Mülk 67/14)

Allah (cc) burada insana, kendilerinin bilmediği durumları kendisinin bildiğine dikkat çekiyor.

Günahlardan kaçınmanın önemine, Allah’ın bağışlayıcı olduğuna işaret edildikten sonra, Allah’ın ilmi ve kudreti karşısında insanın acziyetini bilmesi hatırlatılıyor.

O halde kendiniz tezkiye etmeyin, kusursuz, tertemiz, âbid/takvalı zannederek övünmeyin. Zira O, kimin ihlasla gizli ve açık günahtan sakındığını da bilir. Sizin ben takvalıyım iddianıza gerek yoktur. Kaldı ki kişi sevaplarını, ibadetlerini başkasına anlatması, övünmesi, onlara onaylatmasın gerekmez. Zira Allah hepsini bilir ve ecrini verir. (Komisyon, Kur’an Yolu, 5/117)

Buradan ırkıyla, rengiyle, sosyal statüsüyle, ülkesiyle, mezhebiyle, cemaatiyle, kültürüyle, vücut yapısıyla, servetiyle, dış görünüşüyle, şöhretiyle, makamıyla övünmenin ne kadar boş olduğunu da anlıyoruz.   

O aynı zamanda kimin takvalı (sorumluluk bilinciyle davrandığını), kimin Allah’tan hakkıyla korkup çekindiğini, kimin kendisini günahlara karşı kullukla (ibadetle) korumaya aldığını bilir.

“Onların (sâlihlerin) yaptıkları hiçbir hayır karşılıksız bırakılmayacaktır. Allah, takvâ sahiplerini çok iyi bilir.” (Âli İmran 3/115) 

اَفَرَاَيْتَ الَّذ۪ي تَوَلّٰىۙ ﴿٣٣﴾

وَاَعْطٰى قَل۪يلاً وَاَكْدٰى ﴿٣٤﴾

اَعِنْدَهُ عِلْمُ الْغَيْبِ فَهُوَ يَرٰى ﴿٣٥﴾

Gördün mü o yüz çevireni; (Necm 53/33)

Azıcık verip sonra keseni! (Necm 53/34)  

Gaybın bilgisine sahip de onunla mı görüyor? (Necm 53/35)

تَوَلّٰىۙ   aslı velâ; bir şeye yaklaşmak, yardım etmek, işini üzerine almak, dost olmak,

tefaul kalıbından; tevellâ, yönelmek, yüz çevirip terketmek, veli edinmek, biri şi üzerine almak.

Bazı kaynaklarda Velid b. Muğira hakkında indiği söylense de hitap Peygamberin şahsında geneldir. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 6/31)

Hak daveti duyduğu, Kur’anın çağrısını işittiği halde aldırmayıp yüz çeviren herkesi kapsar.

Böyleleri verseler az verirler, Belki de gösteriş için verirler.

 َاَعْطٰى  aslı atâ, vermek, bir şeyi almak,

if'al kalıbında a'ta; vermek, takdim etmek, belki daha çok vermek

 َاَكْدٰى    aslı kedâ; sert yere denk gelmek, ekin kötü olmak, bir şeyi kesmek, menetmek,

if’al kalıbından ekdâ; kurak, olmak, yağmur az yağmak, birini menetmek, bir şeyi vermeyip aşırı cimri olmak anlamına ulaşılmış.

Onlar, hatta hiç vermezler. Zira Allah yolunda infakın ne olduğunu, karşılığında alacağı sevabı bilmezler. Daha doğrusu buna inanmazlar. Zira onlar Necm 29da geçtiği gibi dünya hayatını isterler, ya da olayların zahirine bakarlar.

Bazen merhamete gelseler de, dünya tutkusundan, mal sevdasından kurtulmazlar, yine katılığa dönerler.

  1. âyet; Yani böyleleri böyle inanmalarının, hak davete karşı çıkmalarının kendilerine fayda sağlayacağını, Âhiret azabından kendilerini kurtaracağını nerden biliyorlar? Kendilerine ğayb’tan bilgi mi geliyor?

Halbuki kendilerine okunan ğayb’tan gelen kesin bilgi olduğu halde... 

اَمْ لَمْ يُنَبَّأْ بِمَا ف۪ي صُحُفِ مُوسٰىۙ ﴿٣٦﴾

وَاِبْرٰه۪يمَ الَّذ۪ي وَفّٰىۙ ﴿٣٧﴾

Yoksa Mûsâ’nın ve ahde vefa örneği İbrâhim’in sahifelerinde bulunan şu hususlardan haberi yok mu? (Necm 53/36-37)

يُنَبَّأْ     aslı nebee; bir yerden diğerine gitmek, haber vermek/iletmek, 

tef’ıl kalıbından; nebbee; haber vermek, iletmek.

Nebe’, haber, Nebi; haber getiren.

وَفّٰىۙ   aslı vefiye; vadini, adağını yerine getirme, 

tef’ıl kalıbından veffâ; birinin hakkını tam vermek, tam vefalı olmak.

Âyet soruyor: Böylelerine –Mekkeli müşriklere ve sonrakilere- Musa’ya ve İbrahim’e indirilen sayfalarda da mevcut olan gerçekleri duymadılar mı? Onlarda haber verilen gerçekler ile, Kur’an’ın haber vermeye başladığı gerçekler aynı. Zira her ikisi de ilâhi kaynaklıdır.

İlâhi kitaplarda şu hakikat yer almaktadır: Herkes günün birinde yaptıklarından hesaba çekilecek ama;

اَلَّا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰىۙ ﴿٣٨﴾

Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. (Necm 53/38)

تَزِر   aslı vezera; bir şeyi yüklenmek, günah işlemek, vezir olmak , buradan vâzire; fail, yükü, günahı çeken, vizr; ağır yük, günah.

Kimse kimsenin günahın sorumlu tutulamaz.

"Her koyun kendi bacağından asılır”

“Ukubatta niyâbet câri olmaz”

“Suçun şahsîliği esastır.”

Âyetten üç kaide alınabilir. Birincisi; Herkes yaptıklarından sorumludur.

İkincisi; Bir kişinin yaptıklarından ancak kendisi mes’uldür

Üçüncüsü; Hiç kimse başkasının cezasını çekmeyi yüklenemez. Yani suçlunun cezasını hafifletmez. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 6/32)

Zımnen, hırıstiyanlıktaki “miras günah” anlayışı, Türkler arasındaki "günahın boynuma" anlayışı reddediliyor.

Bunun tersi de  söylenmeli. Kimse kimsenin yerine kulluk yapamaz, sevap kazanamaz.

Bir soru: Elde edilen sevap başkasına bağışlanır mı?

Şu hakikat de o ilâhi kitapların sayfalarındadır:

و اَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰىۙ ﴿٣٩﴾

 وَاَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرٰىۖ ﴿٤٠﴾    

İnsan ancak çabasının sonucunu elde eder. (Necm 53/39)

Ve çabasının karşılığı ileride mutlaka görülecektir. (Necm 53/40)

  سَعٰىۙ   çalışmak, çaba göstermek, sayu gayret etmek,

Bu âyetten de üç kural elde edilebilir: Birincisi; Her insan yaptığının karşılığını görecektir,

İkincisi; Kimse başkasının yaptığı amellerin vebaline ortak olmaz, Üçüncüsü; Hiç kimse yapmadığı amelin karşılığını alamaz. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 6/32)

Kişi başkasının günahından sorumlu olmadığı gibi, ancak çalıştığının karşılığını alır.

لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْساً اِلَّا وُسْعَهَاۜ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْۜ   ...﴿٢٨٦﴾

“Allah kişiye ancak taşıyabileceği şeyi teklif eder. Herkesin kazandığı (iyilik) lehine, (kötülük de) kendi aleyhinedir” (Bakara 2/286)

Allah (cc) kişiye, onun bir talebi, çalışması olmadan karşılık vermez. Hiç kimseyi peşinen iyi veya kötü, cennetlik veya cehennemlik yaratmaz.

Kişi hangi niyetle, ne için çalışırsa onu elde eder, ona kavuşur. Bu ister dünyalık bir çalışma olsun, ister âhirete yatırım anlamında sâlih amel olsun, farketmez.

Ancak unutmamak gerekir ki bunun yanında Allah dilerse fazlından, rahmetinden, af ve bağışından dilediğine lütfeder. Tabi hak ederlerse. Ama insan bunun nasıl olacağını bilemez. Bu O’nun bileceği bir şeydir.

Kişiye “Adaletle ancak insanın çalıştığı, lütufla ise Allah’ın dilediği kadar vardır” sözü bunu doğruluyor. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/322)

Dikkat edilirse burada iman edenler, etmeyenler ayrımı yok. Genel bir ifade ile “insan için” deniyor. Dünya âhiret ayrımı da yok. 

“Onun çalışması ileride görülecek.” Bunu iki şekilde anlamak mümkün: 1-İnsanın çalışmasının sonuçları kıyâmette amel defterinde görülecek, mizanına konulacak.

2-Ya da bazı çalışmaların sonuçları dünyada görülecek.

Ya da insan yaptıklarının karşılığı hemen alacağını beklemesin. İleride zaten onun say’i görülecek.

Şu âyetlerde kişinin amelini kendisinin göreceği söyleniyor. 

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْراً يَرَهُۜ ﴿٧﴾

وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَراًّ يَرَهُ ﴿٨﴾

Zilzâl: “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. (7)

Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.”(8)

Bu âyetlerden, kişi katkıda bulunmadığı bir şeye sahip olamaz anlayışı çıkmaz. Zira İslâmda miras bırakmak caiz olduğu gibi, zekât, sadaka, fıtra vermek, infak etmek, ikram etmek etmek emrediliyor.

ثُمَّ يُجْزٰيهُ الْجَزَٓاءَ الْاَوْفٰىۙ ﴿٤١﴾

Sonra kendisine karşılığı tastamam verilecektir. (Necm 53/41)

 الْاَوْفٰىۙ   en uygun, en vefalı/münasip demektir.

 Amellere en uygun karşılık verilecek. Herkes çalışmasının neticesini, kâr ve zarar, mükâfat ya da ceza olarak alacak. Hiç kimse bundan şüphe etmesin.

Âhireti kabul etmeyenler, zannderler ki yaptıkları yanlarına kâr kalır. Dünyada onların işledikleri suçlardan dolayı hesaba çekemiyorsa, bu onların kazancıdır. Nefislerinin hevası neyi gerektiriuyorsa onu yaparlar, bunda mutluluk ararlar, kimsenin kendilerine hesap vermeyeceğini zannederler.

Böylelerine göre yaptıklerı eylem, orada kalır. Eylemlerinin daha sonradan ortaya çıkacak bir sonucu veya birileri tarafından verilebilecek karşılığı yoktur.

Bundan dolayı kanundan kurtulanların, gücü yetenleri, zalimlerin gaddarların, mazlumlara ve hayvanlara gizli açık yaptıkları zulüm ve işkenlerin haddi hesabı yoktur.

Âyet sadece mü’minleri değil, bütün insanları uyarıyor. Unutmayın her yaptığınız önünüze konulacak ve mutlaka hesabı görülecek.