Necm Sûresi tefsiri etrafında bir online ders

Hüseyin K. Ece

26 Temmuz 2020

5 Zilhicce 1441 Zaandam

Selâm-Dortmund

 

Amellere kim hak ettiği karşılığı verecek diye akla bir soru gelirse;

وَاَنَّ اِلٰى رَبِّكَ الْمُنْتَهٰىۙ ﴿٤٢﴾

En sonunda yalnız rabbine varılacaktır. (Necm 53/42)

الْمُنْتَهٰىۙ  aslı nehâ; nehyetmek, haber ulaştırmak,

infiâl kalıbından intehâ; bir şey sona ermek, sona vermek, müntehâ; son, nihayet, netice, âhir.

İlk muhatap Peygamber. Sanki şöyle deniyor; “sen üzülme, varış Allah’adır. Senin davetine karşı gelenlerin ne yaptığını biliyoruz, onlar yaptıklarının karşılığını görecekler.” (Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 9/134)

Eninde sonunda herkes inanmasa da kendisini bu dünyaya getirene geri dönecek. Günün birinde herkes O’nun huzuruna çıkacak. İşte o zaman amellerin karşılığının verileceği ayne’l-yakîn (şüphesiz) gerçekleşir. Bu, beklentilerin ve emellerin sonudur. (Sa’lebî, el-Keşfu ve’l-Beyân, 6/25)

Her şey nihayet O’nun ilmine varacak. (Mukâtil b. Süleymen, Tefsir, 3/294)

Bu âyet aynı zamanda ilk muhatab olan Allahın Rasûlü için bir tesellidir.  (el-Hâzin, Tefsir 4/214)

Kur’an bu dönüşü sık sık hatırlatır.

Ve ileyke’l- mesîr. Bakara  2/285. Mümtehine  60/4

Ve ilellahil mesîr. Âl-i İmrân  3/28

Ve ileyhi’l-mesîr. Mâide  5/18. Şûrâ  42/15. Teğâbun  64/3

Ve ileyye’l-mesîr: Hac  22/48

Ve ilallahi’l mesîr. Nûr  24/42. Fâtır  35/18

Ve ileyne’l-mesîr. Kâf  50/43

Kur’an Allah’a dönüşü bir de 20 âyette türceân تُرْجَعُونَ fiili ile,

Bir örnek:

فَسُبْحَانَ الَّذ۪ي بِيَدِه۪ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿٨٣﴾

“Her şeyin egemenliği kendi elinde olan Allah bütün eksikliklerden uzaktır ve hepiniz sonunda O’na döndürüleceksiniz.” (Yâsîn 36/83)

4 âyette râciûn رَاجِعُونَۜ  faili ile, Bir örnek;

اَلَّذ۪ينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُص۪يبَةٌۙ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَۜ ﴿١٥٦﴾

“Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, "Doğrusu biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz" derler.” (Bakara 2/156. Ayrıca bkz: Bakara  2/46. Enbiyâ  21/93. Mü’minûn  23/60)

1 âyette de nüşûr kelimesiyle anlatıyor.

هُوَ الَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا ف۪ي مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِه۪ۜ وَاِلَيْهِ النُّشُورُ ﴿١٥﴾

“Yeryüzünü sizin için kullanışlı hale getiren O’dur. Üzerinde dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyip için; (ama unutmayın ki) dönüş yalnız Allah’adır.” (Mülk  67/15)

Zaten insan hayatıyla Rabbine doğru yol almaktadır. Hayat Allah’a doğru bir yolculuktur.

يَٓا اَيُّهَا الْاِنْسَانُ اِنَّكَ كَادِحٌ اِلٰى رَبِّكَ كَدْحاً فَمُلَاق۪يهِۚ ﴿٦﴾

“Ey insan! Sen rabbine doğru büyük bir çaba içindesin; sonunda kuşkusuz O’na kavuşacaksın da.” (İnşikâk 84/6)

Şüphesiz ecel, Son Saat, Kıyâmet (Ba’sü ba’del-mevt), Haşr, Hesap veya Hesap Günü, Cennet ve Cehennem, yani Âhiretle ilgili bütün âyetler insanın günün birinde Allah’a döneceğini haber veriyorlar.

  1. ve 42. âyetlerden topluca şu dersler alınabilir: 1-Sorumluluk; herkes kendi yaptığından sorumlu,

2-Kesb; herkes kendi iradesi ile bu imtihan dünyasında tercihler yapabilir.

3-Hesap verme; İnsan serbest iradesiyle seçip yaptıklarından hesap verecek.

4-Ceza; herkes yaptıklarının karşılığını alacak,

5-Nihâi takdir; amellerin karşılığı adaletle verilirken, ilâhi lütuf ve bağışlama Allah’ın iradesine bağlıdır.

Buna göre müslüman ümitvar olur, lakin buna güvenereke kulluğunda gevşeklik göstermez. (Komisyon, Kur’an Yolu, 5/118-119)

Bütün bunlara gücü yeten Allah;

  • وَاَنَّهُ هُوَ اَضْحَكَ وَاَبْكٰىۙ ﴿٤٣﴾

Güldüren de O’dur, ağlatan da. (Necm 53/43)

اَضْحَكَ   aslı dahıke; gülmek, if’al kalıbından ıdhake; güldürmek

اَبْكٰىۙ   aslı bekâ; ağlamak, if'al kalıbından ebkâ; ağlatmak

Allah bu fiilleri kendisine nisbet ediyor. Tıpkı hidâyeti kendisine nisbet ettiği gibi.

O yaratıklarından dilediğini güldürür, dilediğini ağlatır.  Bu ifadeyi dünyalık açısından düşünürsek; insana iki zıd yeteneği veren, onun bünyesinden bunları yaratan O’dur. Bu O’nun kudretine delildir. Bundan maksadın cennetliklerin gülmesi, cehennemliklerin ağlaması, ferah veya hüzün olduğu da söylendi. (Mukâtil b. Süleymen, Tefsir, 3/294) Zira ferah beraberinde gülmeyi, hüzün beraberinde ağlamayı getirir. (Sa’lebî, el-Keşfu ve’l-Beyân, 6/26)

Bazı hadis rivâyetlerinde Peygamberin sahabelerin şakalarına veya eskiye dair anlattıklarına tebessüm ettiği yer alıyor.

Enes’in rivâyet ettiğine göre o bir hutbesinde; “Benim bildiklermiz bilseydiniz az güler çok ağlardınız...” dedi. (el-Hâzin, Tefsir, 4/214)

Âhiret açısından süşünürsek; amel defterinin kulun hâli olabilir. Amel defteri ya sevindirici şeylerle, ya da üzücü şeylerle dolu.

Kişi kendisine döndükten sonra, hesap sonunda Cennetle güldüren, Cehennemle ağlatan O’dur şeklide de anlamak mümkün. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/323)

Aslında kişi kendisini güldürecek, sevindirecek, ağlatacak veya üzecek amelleri kendisi kazanır. Allah sonunda hak ettiğini verir.

Ya da Allah Hesap’ta kişinin amellerini ve sonuçlarını gösterecek. Kişi bunun üzerine ya gülecek, ya ağlayacak.

Bir önceki âyetlerde insanın çalışmasının karşılığını alacağı, sonunda Rabbine varacağı, arkadan gelen âyette de öldürenin de diriltenin Allah olduğu söylendiğine göre güldürme ve ağlatma olayının da Âhirette olması muhtemel.

İnşikâk Sûresinde Allah’a kavuştuktan sonra kulların hâli şöyle anlatılıyor:

فَاَمَّا مَنْ اُو۫تِيَ كِتَابَهُ بِيَم۪ينِه۪ۙ ﴿٧﴾

فَسَوْفَ يُحَاسَبُ حِسَاباً يَس۪يراًۙ ﴿٨﴾

وَيَنْقَلِبُ اِلٰٓى اَهْلِه۪ مَسْرُوراًۜ ﴿٩﴾

وَاَمَّا مَنْ اُو۫تِيَ كِتَابَهُ وَرَٓاءَ ظَهْرِه۪ۙ ﴿١٠﴾

فَسَوْفَ يَدْعُوا ثُبُوراًۙ ﴿١١﴾

وَيَصْلٰى سَع۪يراًۜ ﴿١٢﴾

اِنَّهُ كَانَ ف۪ٓي اَهْلِه۪ مَسْرُوراً ﴿١٣﴾

“Kime kitabı sağından verilirse hesabı kolay bir şekilde görülecektir;

Ve sevinç içinde yakınlarına dönecektir.

Kime de kitabı arkasından verilirse.

"Eyvah!" diye bağıracak,

Ve alevli ateşe girecektir.

Şüphesiz o, (dünyada iken) yakınları arasında neşeliydi.” (İnşikâk 84/7-13)

وَاَنَّهُ هُوَ اَمَاتَ وَاَحْيَاۙ ﴿٤٤﴾

Öldüren de O’dur, yaşatan da. (Necm 53/44)  Başkası değil.

اَمَاتَ aslı mate; ölmek, helak olmak, if’al kalıbından; öldürmek, ölümüne sebep olmak

  اَحْيَاۙ aslı hayiye; canlı, hayat sahibi olmak, bir şeyden utanmak,

if’al kalıbından ehya; diri kılmak, diriltmek, yerden bitki bitirmek demektir.    

Dirilten, insanı ve canlıları yoktan var eden, dirilten O’dur. Onlara ecel veren de O’dur. Öldükten sonra da insanı diriltecek olan da O’dur.

Ya da babaları öldürüp evlatlara can veren O’dur.

Veya kafirleri inkârlarıyla öldüren, mü’minleri ma’rifetle dirilten O’dur şeklinde de anlaşılmış. (Sa’lebî, el-Keşfu ve’l-Beyân, 6/27. el-Hâzin, Tefsir, 4/214)

Yukarıda geçen Bakara 28. âyet ve başka âyetler bunu defalarca dile getiriyor.

كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللّٰهِ وَكُنْتُمْ اَمْوَاتاً فَاَحْيَاكُمْۚ ثُمَّ يُم۪يتُكُمْ ثُمَّ يُحْي۪يكُمْ ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿٢٨﴾

“Siz cansız (henüz yok) iken sizi dirilten (dünyaya getiren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizleri öldürecek, sonra yine diriltecektir. En sonunda O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara 2/28)

Takip eden âyetlerde O’nun yaratması tekrar ediliyor.

وَاَنَّهُ خَلَقَ الزَّوْجَيْنِ الذَّكَرَ وَالْاُنْثٰىۙ ﴿٤٥﴾

مِنْ نُطْفَةٍ اِذَا تُمْنٰىۖ ﴿٤٦﴾

Rahime atıldığı zaman nutfeden (embriyo) erkeğiyle dişisiyle iki cinsi yaratan da O’dur. (Necm 53/45-46)

لزَّوْجَيْنِ   aslı zevc; çift olan her şeyin biri, eş, birbirine benzeyen veya zıt olan şeyden her biri, nevi, gece-gündüz, zevceyn; iki çift demektir.

الذَّكَرَ  erkek, eril

الْاُنْثٰىۙ   dişil, müennes

  نُطْفَةٍ  aslı berrak su, saf su demektir. damla, erkelik tohumu.

 تُمْنٰىۖ   aslı menâ; takdir etmek, bir şeyle imtihan etmek, meninin dökülmesi, kan akıtmak demektir.

Bir âyette bunun benzerini görüyoruz:   

 اَلَمْ يَكُ نُطْفَةً مِنْ مَنِيٍّ يُمْنٰىۙ﴿٣٧﴾

“O dökülen meniden ibaret az bir su değil miydi? (Kıyâme  75/37)

İnsanları ve hayvanları, hatta bitkileri eşey (çift), zıtlar hâlinde yaratan O’dur. O dilediğini, dilediği şekilde yaratır. Canlılardaki bu kadar çeşitlilik onun sonsuz kudretinin göstergesidir.

O (cc), bütün canlıları iki zıt kutuplu, üstelik basit bir sudan yaratmaktadır.  Onların bazısı erkek, bazısı da dişidir. (Mukâtil b. Süleymen, Tefsir, 3/294) Bu, ve insanın bir nutfeden, erkekli ve dişili yaratılması akılların alamayacağı bir gerçeklik, O’nun kudretinin isbatı, böyle şeyleri tabiatın yaratamayacağının delilidir. (el-Hâzin, Tefsir, 4/214)

 Bu kadar Kudreti Yaratıcının gücü insanları yeniden diriltmeye de yeter.

وَاَنَّ عَلَيْهِ النَّشْاَةَ الْاُخْرٰىۙ﴿٤٧﴾

Ve gerçekten diğer yaratma da O’nun uhdesindedir. (Necm 53/47)

“Öteki yaratma-neş’ete’l-uhra” tamlaması genelde “öldükten sonra diriltme” olarak açıklanıyor. (Mukâtil b. Süleymen, Tefsir, 3/294)

Dünyayı yaratan, Âhireti de yaratır, ölüleri yeniden diriltir.

Böylece iyilerin ödülünü, kötülerin cezasını verir, verecek. Bunu inkâr etmenin bir faydası yoktur. Kâinat hayatının süreci böyle işliyor. Dünya hayatı bir şekilde yaratıldı, evrile evrile bugüne geldi. Buradan Âhiret hayatına evrilecektir.

اَوَلَيْسَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِقَادِرٍ عَلٰٓى اَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْۜ بَلٰى وَهُوَ الْخَلَّاقُ الْعَل۪يمُ ﴿٨١﴾

اِنَّـمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْـٔاً اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ﴿٨٢﴾

“Gökleri ve yeri yaratan Allah onların benzerini yaratmaya kādir değil mi? Elbette öyledir. O eşsiz yaratıcıdır, her şeyi bilir.

Bir şeyi istediğinde, O’nun buyruğu "ol!" demekten ibarettir; hemen oluverir” (Yâsîn 36/81-82)

  1. ayette En sonunda yalnız rabbine varılacaktır” ve “sonra ona tastaman karşılığı verilecek” müfessirlerin çoğuna göre Âhiretle ilgili. İnsanın yaratılışını 46. âyet anlatılıyor. Arkasından 47. âyette “neş’e-i uhrâ-diğer yaratma da ona aittir” deniliyor. Bu da Âhirete ait diye anlaşılmış. Bunun bir sonraki âyetle bağlantısı daha tutarlı. Zira dünya hayatına ait bir şeyden bahsediyor. Kaldı ki ‘uhrâ’ ‘âhar’ın dişil formudur ve diğer, öteki anlamına gelir. Âhir’in dişil formu ise âhirettir. Ankebût 29/20de “Sonra Allah Âhiret yaratılışını (neş’ete’l-âhirate) inşa eder” şeklinde geçiyor. Öyleyse bu kelime Âhiretteki yeniden yaratmayı değil, insanın diğer canlılardan, şekilden şekile çevrilerek başka bir şekilde yaratıldığını ifade eder. İnsanı böyle su aşasından bambaşka bir şekilde O’ndan başka kimse yaratamaz. O, yarattığı bu mahlukun rızkını da var edendir. (Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 9/135)

 

وَاَنَّهُ هُوَ اَغْنٰى وَاَقْنٰىۙ ﴿٤٨﴾

Çok veren de O’dur, az veren de. (Necm 53/48) Ya da Ve gerçekten zengin eden ve sermaye veren de O’dur.

Bazıları bunu, zengin eden de O, yoksul kılan da O, ya da çok veren de O’dur, az veren de şeklinde açıkladılar.

اَغْنٰى   aslı ğaniye; zengin olmak, çok malı olmak, if’al kalıbından eğnâ; birini zengin kılmak, fayda vermek demektir.  istiğnâ; zengin olmayı istemek, yeterli olduğunu sanmak

اَقْنٰىۙ    aslı; kanâ; Kırmızı olmak, bir şeyi yaratmak, kâr edip mal kazanmak, hayalı olmak, if’al kalıbından eknâ; utanmak, razı ve hoşnut yapmak, sermaye vermek

 “Veya: “mal-mülk sahibi eden de O”.

Bağlamda yer alan gülme-ağlama, ölüm-hayat, erkek-dişi gibi bunun da bir kavram çifti/zıddı olması iktiza eder 

Bu iki kelime, rızıktaki genişleme ve daralmayı ifade eden yebsut-yakdir karşıt fiillerini çağrıştırmaktadır.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/1059)

Zengin edip sermaye sahibi olmasını sağlayan, fakiri ihtiyaçtan kurtaran, yahut vermekle onu hoşnut eden O’dur.

Bazılarına göre eğna ve ekna; yani verip razı eden, ya da zenginliği artıran O’dur. (el-Hâzin, Tefsir, 4/215)

“Seni fakir bulup zengin etmedi mi” (Duhâ 93/8) buyurulması böyledir.

İşte bu Yaratıcı;

وَاَنَّهُ هُوَ رَبُّ الشِّعْرٰىۙ ﴿٤٩﴾

Şi‘râ yıldızının rabbi de O’dur. (Necm 53/49)

الشِّعْرٰىۙ    zikrâ (fu’lâ) vezninde şuur manasında masdardır. “Büyük Köpek” takım yıldızlarındaan en parlak olandan ikisine isim olarak verilmiş.  Birine Şi’ray-i Yemânî diğerinde de Şi’ray-i Şâmî demişler. Şi’ra denilince akla birinci gelirmiş. Çok parlaktır.

Câhiliye döneminde Himyer ve Huzâî kabileleri buna tanrı diye tapmışlar. Onun dünyaya tesir ettiğine inanılır ve saygı gösterilirdi. (Mukâtil b. Süleymen, Tefsir, 3/294. Sa’lebî, el-Keşfu ve’l-Beyân, 6/28. Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/324) Onu şans ve uğur kaynağı sayarlardı. Bahtlarını ona bağlar, bu sebeple ona tapınırlardı.

Burada Allah’ın her şeyin, yerlerin de göklerin de Rabbi olduğu hatırlatılıyor. Dolaysıyla zımnen; Allah’ın yarattığı şeylere değil, kendisine kulluk edin deniliyor.

Bundan sonra bir kaç âyette daha önce yaşamış azgın kavimlere verilen cezalar hatırlatılıyor.

وَاَنَّـهُٓ اَهْلَكَ عَاداًۨ الْاُو۫لٰىۙ ﴿٥٠﴾

Eski Âd kavmini helâk eden de O’dur. (Necm 53/50)

 اَهْلَكَ  aslı heleke, if’al kalıbından helâk etmek, öldürmek

عَاداًۨ    Hûd’un kavmi, 20 âyette geçiyor.

Âdeni’l-ûlâ, önceki Âd, veya önce gelen Âd demek olur. Ya da Âdeni’l-ûlâ; Hûd’a iman edenler, Âdeni’l-uhrâ da iman etmeyip, eski hallerinde inat ederek helak olanlar olabilir. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/324)

“Âd kavminde de ibretler vardır. Hani onların üzerine köklerini kesen rüzgârı (rıhu’l-akîm) göndermiştik.” (Zariyât 51/41)

“Âd kavmine gelince, onlar da uğultulu ve dondurucu şiddetli bir rüzgâr (rîhun sarsar) ile helâk edildi.” (Hâkka 69/6)

“Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine...” (Fecr 89/6)

 

وَثَمُودَا۬ فَمَٓا اَبْقٰىۙ ﴿٥١﴾

Semûd’u da öyle. Hem de geriye bir şey bırakmadan! (Necm 53/51

ثَمُودَا۬     semûd, hz. Sâlih’in kavmi, 26 âyette geçiyor.

اَبْقٰىۙ      aslı bekâ; sâbit kalmak, devam etmek, bâki kalmak. If’al kalıbından ebkâ; bırakmak, bâki, sâbit bırakmak.

“Semûd kavmi korkunç bir sarsıntı (sayha) ile helâk edildi.” (Hakka 69/5)

“Fakat onlar, onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onları helâk etti ve kendilerini yerle bir etti.” (Şems 91/14)

Muhtemel ki bu iki kavimden iman etmeyenlerin hepsi helâk edildi.

 

وَقَوْمَ نُوحٍ مِنْ قَبْلُۜ اِنَّهُمْ كَانُوا هُمْ اَظْلَمَ وَاَطْغٰىۜ ﴿٥٢﴾

Bunlardan da önce Nûh kavmini. Çünkü onlar daha zalim ve daha azgın idiler. (Necm 53/52)

اَظْلَمَ  aslı zaleme; zulmetti, azleme; haktan sapma, kişinin kendine haksızlık etmesi, başkasına haksızlık ve düşmalık etmek, suç işlemek, şirk koşmak da bu kelime ile anlatılır.) 

ism-i tafdîl ise; daha zalim, daha çok haksızlık yapan.

 اَطْغٰىۜ  aslı tağâ; haddi aşmak, azmak, çok azgınlık göstermek,  if’al kalıbından edğâ; daha zalim olmak, daha azgınlık yapmak.

ism-i tafdîl ise daha azgın, daha tuğyan edici.

Kavm-i Nûh, 14 âyette geçiyor.

Âd ve Semûd’dan önce yaşayan Nûh kavmi daha azgın daha zalim idi. Nıh’ın (asırlar süren davetine icabet etmediler.

“Nûh, şöyle dedi: “Ey Rabbim! Kâfirlerden hiç kimseyi yeryüzünde bırakma!” (Nûh 71/26)

Ve nihayet Tufanla, boğulma ile cezalandırıldılar.

Nihayet emrimiz gelip, tandır kaynamaya başlayınca (sular coşup taşınca) Nûh’a dedik ki: “Her cins canlıdan (erkekli dişili) birer çift, bir de kendileri hakkında daha önce hüküm verilmiş olanlar dışındaki âilen ile iman edenleri ona yükle.” Ama, onunla beraber sadece pek az kimse iman etmişti.” (Hûd 11/40)

“Su taştığı vakit, size bir ibret olmak üzere, anlayışlı kulaklar anlasın diye süzülen gemide, sizi Biz taşımışızdır.” (Hâkka 69/11)

وَالْمُؤْتَفِكَةَ اَهْوٰىۙ ﴿٥٣﴾

Altı üstüne getirilmiş şehirleri de O helâk etti. (Necm 53/53)

الْمُؤْتَفِكَةَ  aslı, efeke; görüşünden vazgeçirmek, yalancı etmek, yalan söylemek, iftira atmak.  Ahkaf 46/22 de li-te’fikena; alıkoymak manasında geliyor. 

Ifk; iftira. 

Iftial kalıbından i’tefeke; bir şey tersine dönmek, işler kötüye gitmek. 

Effâk; yalancı; (Şuarâ 26/222. Câsiye 45/7)

mü’tefikeh; altüst olmuş beldelerde oturanlar, yalancılar, aldatıcılar.  Mü’tefikât, Tevbe 9/70’de.

Mü’tefike, havaya kaldırıp haviyeye, yerin altına atma manası verildi.

اَهْوٰىۙ   Necm 1. Ayette geçmişti.    اِذَا هَوٰى , batmak, battığı zaman.

Hevâ fiili; inme, meyletme, düşme, yukarıya yükselme demektir.

Ehvâ; if’al kalıbından yukarıdan aşağıya düşmek.

Yani Peygamberi yalanladıkları için.

“Altı üstüne getirilmiş şehirler” genellikle Lût kavmi ve oturdukları yerler olarak açıklanmış (Mukâtil b. Süleymen, Tefsir, 3/295) (Hûd 11/82de geçen ve aynı manaya gelen ‘münkalib-altını üstüne getirdik”den hareketle), ancak benzer felaketlerle ilâhi cezayı hak etmiş bütün toplumlar kasdedilmiş olabilir. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 5/119. Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/325)

 

فَغَشّٰيهَا مَا غَشّٰىۚ ﴿٥٤﴾

Onları üzerilerine yağan felâketlere gömdü! (Necm 53/54)

  1. ayette geçmişti.

اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰىۙ ﴿١٦﴾

“O an sidreyi bürüyen bürümüştü.” (16)

Ya da “O sidreyi neler kaplamıştı, neler.”

Onları neler kapladı neler.

Bazılarına göre bu kaplayan şeyler Lût kavmine atılan belirli taşlardır. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/539. Sa’lebî, el-Keşfu ve’l-Beyân, 6/28. el-Hâzin, Tefsir, 4/215) Ya da kendi beldelerinin dışından gelen taşlar ile. (Mukâtil b. Süleymen, Tefsir, 3/295)

(Azap) emrimiz gelince oranın altını üstüne getirdik. Üzerine de Rabbinin katında işaretlenmiş pişirilmiş balçıktan taşlar yağdırdık. Bunlar zalimlerden uzak değildir.” (Hûd 11/82-83)

Bu anlatım onlara inen azabın dehşetini anlatır. Bu da insanların kendi yanlışlarıyla sebep oldukları felaketlerdir.

Bu kavimler zengin ve güçlü idiler.  Fakat bu zenginlik onları dünyalık azaptan kurtaramadı.

Kur’an’ın amacı kıssa anlatmak değil elbette. Burada helâk edilen kavimlerden kısaca behsediliyor. Demek ki o kavimlerin hâlleri, başlarına gelenler Kur’an’ın ilk muhatapları tarafından biliniyordu. Kur’an onlardan hikâye üslûbuyla değil öğüt üslûbuyla söz ediyor. (Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 9/136) 

Bundan sonraki âyetler, bunca nimet ve uyarıya rağmen Allah’ın vahdeniyetini, Âhiret hayatını tartışma konusu yapan, vahyin verdiği bilgileri kabul etmek, aklı kullanmak yerine gaflete düşüp, dünyalıklarla, zanlarla oyalananlar kınanıyor.

 

فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكَ تَتَمَارٰى ﴿٥٥﴾   

Artık rabbinin hangi nimetlerinden şüphe duyabilirsin? (Necm 53/55)

 فبِاَيِّ aslı eyyü; hangi, hangisi,   

اٰلَٓاءِ    aslı eliye; but’un büyük olması,  el-ilâ, el elâ (ilyün, elyün, elvün) çoğulu; alâi; nimet            

تَتَمَارٰى      aslı; merâ; hakkını inkâr etmek, harice çıkarmak. Tefâale kalıbından; temâra; mücadele etmek, bir şeyde şüpheye düşmek.

Hitap Peygamber’e olsa da, Vahyin muhatap aldığı herkesi kapsadığı söylenebilir.

Bazı kavimlere ceza verildiği söylendikten sonra bunlara nimet deniliyor. Demek ki cezaların zikredilmesi, akıl sahiplerinin ibret ve öğüt almasını sağlar. Bu da bir nimettir.

Cümlenin soru edatı ile gelmesi, önceki azgın kavimlerin helâk edilmesiden şüphe edenlere bir uyarıdır denilebilir. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/326)

Yani ey insan, Allah’ın nimetlerinden, yada nimetlerin O’ndan geldiğinden  şüphe mi ediyorsun, yalanlıyor musun?

Benzer bir ifade Rahman Sûresinde 30 defa tekrar ediliyor. 

“O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?”

 

هٰذَا نَذ۪يرٌ مِنَ النُّذُرِ الْاُو۫لٰى ﴿٥٦﴾

Bu, önceki uyarıları yapanlar cinsinden bir uyarıcıdır (Necm 53/56) Ya da “bu, önceki uyarılar gibi bir uyarıdır”

Yani önceki peygamberlerin uyarıları cümlesinden bir ikazdır. (Mukâtil b. Süleymen, Tefsir, 3/295)

نَذ۪يرٌ  aslı nezera; bir şeyi üzerine gerekli kılmak, bir şeyi bilip sakınmak, ihtiyatlı davranmak. İf’al kalıbından inzâr; bir şeyi bildirip sakındırmak, dikkatini çekmek, korkutup uyanık kılmak. Nezîr; korkutma, sakındırma. Korkutucu, uyarıcı. Elçi. nüzûr onun çoğulu.

Bu, Peygamber (as) olabileceği gibi (el-Hâzin, Tefsir, 4/215), uyarı veya Kur’an da olabilir. 

Hâzâ, Muhammed (as), nezîr; yani Rasûl, tıpkı önceki elçiler gibi. Kur’an böylece önceki kavimlerin başına gelenleri hatırlatıp muhatapları uyarıyor. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/540. Sa’lebî, el-Keşfu ve’l-Beyân, 6/28)

Eğer ‘münzir’ anlamında sıfat ise, Peygamberi göstermiş olur. Buna göre anlam, bu Kur’an’ı getiren Muhammed , Musa, İbrahim ve önceki elçiler gibi bir elçidir. O da diğer elçiler gibi kavmini inzâr etti. Verdiği haberler de mutlaka gerçekleşecek. (el-Hâzin, Tefsir, 4/215. Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/326)

Kur’an, kendisinin “beşîr ve ‘nezîr” olduğunu aynı kelimelerle, bazen de bunların fiilleri ile anlatıyor.

Bir âyette Kur’an’ın nezîr-uyarıcı) olduğu söyleniyor.

“Âlemlere bir uyarıcı (nezîr) olsun diye kuluna Furkân’ı (Kur’an’ı) indiren Allah’ın şanı yücedir.” (Furkan 25:1)

Bir âyette de Kur’an’ın beşîr ve nezîr olduğu söyleniyor.

Hâ Mîm Bu Kur’an, Rahmân ve Rahîm olan Allah’tan indirilmedir. Bu, bilen bir toplum için Arapça bir Kur’an olarak âyetleri genişçe açıklanmış bir kitaptır. Müjdeleyici (beşîr) ve uyarıcı (nezîr) olarak gönderilmiştir. Fakat onların çoğu yüz çevirmiştir. Artık onlar işitmezler.” (Fussilet 4/1-4)

 

اَزِفَتِ الْاٰزِفَةُۚ ﴿٥٧﴾

Artık yaklaştı o yaklaşmakta olan. (Necm 53/57)

اَزِفَتِ    yaklaşmak, acele etmek,

 الْاٰزِفَةُۚ     ezifenin ism-i faili, kıyâmet 

‘âzife’, kıyâmetten kinâyedir. "Kıyâmet saati yaklaştı." (Kamer 54/1) 

Yani es-Saat, kıyâmet (Mukâtil b. Süleymen, Tefsir, 3/295. Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/540. Sa’lebî, el-Keşfu ve’l-Beyân, 6/29)

لَيْسَ لَهَا مِنْ دُونِ اللّٰهِ كَاشِفَةٌ ﴿٥٨﴾

Onu Allah’tan başka ortaya çıkaracak yoktur. (Necm 53/58)

كَاشِفَةٌ   aslı keşefe; bir şeyi örtüyü kaldırıp açığa çıkarmak, kâşife; bunun ism-i faili.    

İnsan için kıyâmet saati her an yaklaşıyor. Bu uyarı yapıldıktan sonra onu ortaya çıkaracak olan, ne zaman nasıl olacağını bilen yalnızca O’dur deniyor. Ya da kıyâmeti O’ndan başka engelleyecek kimse yoktur.  (Sa’lebî, el-Keşfu ve’l-Beyân, 6/29. Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 5/120)

Ya da onu tanrılar değil yalnızca Allah ortaya çıkarır, gerçekleştirir. (Mukâtil b. Süleymen, Tefsir, 3/295)

Kıyâmetten sonra bazılarının karşılaşacağı azabı, acıları, hüzünleri Allah’tan başka kaldıracak kimse yoktur. (el-Hâzin, Tefsir, 4/215. Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/326)

 

 اَفَمِنْ هٰذَا الْحَد۪يثِ تَعْجَبُونَۙ ﴿٥٩﴾

Yoksa bu haberi tuhaf mı buluyorsunuz? (Necm 53/59

الْحَد۪يثِ   söz, burada Kur’an, vahiy demektir. (Mukâtil b. Süleymen, Tefsir, 3/295)

تَعْجَبُونَ     aslı acebe; şaşmak, hayret etmek. Yadırgamak,

Yani ey muhataplar, Kur’an’ın haber verdiklerinden şüphe mi ediyorsunuz, bu haberlere mi şaşırıyorsunuz? (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/541)

Ya da bunları inkâr mı ediyorsunuz? (Mukâtil b. Süleymen, Tefsir, 3/295. el-Hâzin, Tefsir, 4/215)

 

وَتَضْحَكُونَ وَلَا تَبْكُونَۙ ﴿٦٠﴾

Gülüyorsunuz ve ağlamıyorsunuz. (Necm 53/60)

  1. âyette de geçti.

وَاَنَّهُ هُوَ اَضْحَكَ وَاَبْكٰىۙ ﴿٤٣﴾

Güldüren de O’dur, ağlatan da. (Necm 53/43)

Vahyin haberlerine şaşırdığınız gibi bir de gülüyorsunuz, hatta onlarla alay ediyorsunuz. (Mukâtil b. Süleymen, Tefsir, 3/295 Sa’lebî, el-Keşfu ve’l-Beyân, 6/29)

Buna karşın uyarıların, kıyâmet haberlerinin dehşetinden, başınıza gelecek korkuç akibetten dolayı ağlamıyorsunuz? (el-Hâzin, Tefsir, 4/215. Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/326)

 

وَاَنْتُمْ سَامِدُونَ ﴿٦١﴾

Ve gaflet içinde oyalanıp duruyorsunuz. (Necm 53/61)

 سَامِدُونَ    aslı semede; yükselmek, kibirden ötürü başını kaldırmak (devenin başını kaldırması manasından), eğlenmek, abesle iştigal etmek, şaşırmak, unutmak, dalmak. Sâmid; bunun ism-i faili.

Elmalılı’ya göre sümûd; kafa tutmak , kibirlenip somurtmak, oynayıp eğlenmek, çalıp oynamak, şarkı söylemek anlamlarına da gelir. Buna göre âyeti şöyle anlamak mümkün: Vahyin haberleri karşısında ağlamıyorsunuz ama çalıp oynuyor musunuz? Kibirle eğleniyor musunuz? Şaşkın şaşkın, sersem sersem duruyor musunuz? (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/326)

Yani, hâlâ oyunda oynaşta, gaflet içinde misiniz? Hâlâ dik kafalılık mı yapıyorsunuz? Hâlâ kibirlenip yüz mü çeviriyorsunuz? (el-Hâzin, Tefsir, 4/215)

Ya da Kur’an ile eğleniyor musunuz? (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/5 42. Mukâtil b. Süleymen, Tefsir, 3/295)

Enbiyâ Sûresinde buna şöyle işaret ediliyor: “İnsanların hesaba çekilmeleri yaklaştı. Hâlbuki onlar gaflet içinde yüz çevirmekteler. Rablerinden kendilerine ne zaman yeni bir ihtar gelse, onlar bunu, hep alaya alarak, kalpleri oyuna, eğlenceye dalarak dinlemişlerdir.” (Enbiyâ 21/1-2)

 

فَاسْجُدُوا لِلّٰهِ وَاعْبُدُوا ﴿٦٢﴾

Haydi artık Allah için secdeye kapanıp kulluk ediniz. (Necm 53/62)

Bütün bunların sonuda Kur’an, herkesi, etkileyici bir üslûpla Allah’a saygı göstermeye, secde etmeye ve sadece O’na kulluk yapmaya davet ediyor. İbadeti secde ila Allah’a tahsis edilmesini emrediyor. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/5543)

Necm Sûresi bu çağrı ile sona eriyor. Bu da Sûrenin asıl mesajıdır. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 5/120)

Ey muhataplar, artık boş temennilerle vakit geçirmeyin, gafleti ve oyalanmayı bırakın ve sahte güçlere değil Allah’a secde ve ibadet edin.

Bazılarına göre bu âyete tilâvet secdesidir.

Peygamberimiz bu âyeti Kâbe’nin yanında okuduğu zaman secde etti, orada olanlar da secde ettiler. (Sa’lebî, el-Keşfu ve’l-Beyân, 6/30. el-Hâzin, Tefsir, 4/216. Buhârî, Tefsir/53-4)