Hüseyin K. Ece

08 Kasım 2020

29 Rebiu’l-evvel 1442 Zaandam

Selâm-Dortmund Tefsir dersine bir katkı

 

  • بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
  • وَالشَّمْسِ وَضُحَاهَا {1} وَالْقَمَرِ إِذَا تَلَاهَا {2} وَالنَّهَارِ إِذَا جَلَّاهَا {3} وَاللَّيْلِ إِذَا يَغْشَاهَا {4} وَالسَّمَاء وَمَا بَنَاهَا {5} وَالْأَرْضِ وَمَا طَحَاهَا {6} وَنَفْسٍ وَمَا سَوَّاهَا {7} فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا {8} قَدْ أَفْلَحَ مَن زَكَّاهَا {9} وَقَدْ خَابَ مَن دَسَّاهَا {10} كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوَاهَا {11} إِذِ انبَعَثَ أَشْقَاهَا {12} فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللَّهِ نَاقَةَ اللَّهِ وَسُقْيَاهَا {13} فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَا فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُم بِذَنبِهِمْ فَسَوَّاهَا {14} وَلَا يَخَافُ عُقْبَاهَا {15}‏

 

Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla...

1-Güneşe ve onun aydınlık veren parlaklığına;

2-onu izlediğinde aya;

3-güneşi açığa çıkardığında gündüze;

4-güneşi örttüğünde geceye;

5-göğe ve onu bina edene;

6-yere ve onu döşeyene;

7-nefse ve onu şekillendirene;

8-nefse, kötülüğe ve korunmaya açık özelliklerini verene yemin olsun ki

9-Nefsini arındıran, kurtuluşa ermiştir.

10-Nefsini karanlığa gömen ise kayıptadır.

11-Semud milleti, azgınlığı yüzünden peygamberleri yalanladı,

12-İçlerinden en azgını ileri atılınca,

13-Allah'ın peygamberi onlara, “Allah'ın devesini bırakınız, onun su içmesine engel olmaktan sakınınız” demişti.

14-Buna rağmen peygamberi yalanladılar ve deveyi kestiler. Rableri, günahlarından dolayı ülkelerini harap edip yerle bir etti.

15-Çünkü onların hiçbiri, başlarına gelecek şeyin korkusunu taşımıyordu

 

Sûrenin Kimliği

Adını ilk kelimesi olan Şems’ten alır. Mekkî sûrelerdendir.

Sûrenin akışı tek seferde indiğini gösterir.

Resmî sıralamada 91. iniş sırasına göre 26. veya 28. sûredir

Semûd kavminin cezasından bahsettiğinden hareketle sahabelere fiilî işkencenin başlamasından sonra indiği söylenebilir.

Yeminle başlaması, insanın bazı özelliklerini sıralaması, bunları olumsuz kullananların cezalandırılması konularıyla Beled Sûresi ile ilişkisi vardır.

Her ne kadar üzerine yemin edilenler önemli varlıklar olsa da asıl hedef onları yaratan güce dikkat çekmektir.

Yaratılmışlara bakarak Yaratıcıya ulaşmak. Bu gerçeği farketmeyen, nefislerini kirletip ciddi hata yapan Semûd kavmi örnek gösteriliyor. Verilen nimetlerin ve imkanların farkına varmamak onlar gibi felakete yol açar

 

Sûrenin özelliği

Sûrenin başında bütün zamanları ve bütün varlıkları, özellikle insanı dikkate sunan yemin demeti var. (M. Okuyan, Kısa Sûreler 1/249)

Konusu kendisinden önceki Fecr ve Beled Sûrelerinde geçtiği gibi insanın saadeti ve felaketidir.

Sûrede afâkî ve enfûsî, yani insanın büyesindeki ve dışındaki âyetlere dikkat çekiliyor.

Güneş’e ve ışığını ondan alan Ay’a yemin ederek/şâhit tutarak söze başlaması Allah’ın gücüne veya vahye işaret ediyor.

Nasıl ki Güneş maddî hayat için ısı ve ışık kaynağıdır; Allah ve vahiy de manevî hayat için ışık ve hayat kaynağıdır. Buna göre benliğini vahiy nûruyla arındıran kurtulur, onu karanlıkta bırakan kaybeder.

Şems Sûresinde sekiz şeye yemin ediliyor: Güneş-günışığı,

Ay,

gündüz,

gece,

gök,

yer

ve insan

Ay-Güneş, gündüz-gece, yer-gök, takva-fücûr, aydılanma-karanlığa gömülme âlemin çift kutupluluğuna, dolaysıyla Yaratanın eşsizliğine delâlet eder (M. İslâmoğlu, Nüzûl Sırasına Göre Meal s: 98)

Bu sayılanların bir kısmı tarihte bazıları tarafından tanrılaştırıldı.

İlk altısı insanın emrine verildi. Emre verilen şeylere Allah’tan bağımsız tanrılık yakıştırmak, kölesinin kulu olan şaşkın efendi rolü oynamaktır.

 

  • ِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

وَالشَّمْسِ وَضُحَاهَا {1} «Güneşe ve onun aydınlık veren parlaklığına;»

  • وَالشَّمْسِ ve’ş-şems; güneş

 وَضُحَاهَا  ve duhâhâ; parlamak, aydınlık vermek,

ضُحَا kuşluk (tenvinsiz kullanılır), ed-duhâ gündüz manasına da gelir. Ancak Araplar daha çok bildiğimiz kuşluk vakti için kullanırlar.

Güneşin önemini anlatmaya gerek yok.

Eskiler hayat dört şey (anâsır-ı erbaa) ile kâimdir derlerdi: Su, hava, Güneş/ateş ve toprak.

Duhâ; kuşluk vakti, gündüzün ışığı, güneşin ısısı ve bütünüyle gün manalarına gelir.

Duha; Güneşin sıcaklığı anlamına da gelir diyenler var. Bunlar, Tâhâ 20/119 ve lâ tadhâ âyetini delil getirirler.

Âyetin, Güneşin gün boyu devam eden ışığını kasdettiği söylenebilir.

Bu âyet, güneşe tapanlara Güneş de Allah’ın emrine amâde bir mahlûk olduğunu ima ediyor.

 

وَالْقَمَرِ إِذَا تَلَاهَا {2} «onu izlediğinde aya;»

  • وَالْقَمَرِ ve’l-kameri; ay

إِذَا تَلَاهَا iza telâhâ; onu takip ettiği zaman, izlediği zaman

تَلَا telâ; takip etmek, peşinden gitmek demektir. ‘Telâhâ’ Ayın Güneşi takip etmesi, ışığını ondan alması manasında anlaşılmış.

Tâli; takip eden, peşinden giden.

  • هُوَ الَّذِي جَعَلَ الشَّمْسَ ضِيَاءً وَالْقَمَرَ نُورًا وَقَدَّرَهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِين َوَالْحِ سَابَ ۚ مَا خَلَقَ اللَّهُ ذَٰلِكَ إِلَّا بِالْحَقِّ ۚ يُفَصِّلُ الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونََا

Allah (cc) Güneşi ‘zıya-ışık’, Ay’ı ise bir ‘nûr’ kıldığı söylüyor. (Yûnus 10/5)

Demek ki ikisi arasında mahiyet farkı var. Kur’an, böylece bunlar üzerinde düşünmeye davet ediyor.

Kur’an’da çok anlamlılık (vücûh) sanatı var, hem de çok.

Burada Güneş’e yemin edilmesi/şâhit gösterilmesi, Güneş’in önemine işaret olabileceği gibi, ibadetlerin vakti konusunda Güneşin durumuna dikkat çekilmiş de olabilir.

‘Tilâvet’ telâ fiilinden gelir.

Kur’an’ı tilâvet, onun kelimelerini tekrar etmek, muhataba aktarmak

veya onun hakikatlerini izlemek, dediğini yapmak, yolunu takip etmek, izinden gitmek manalarına da gelir.

  • أَفَمَنْ كَانَ عَلَىٰ بَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّهِ وَيَتْلُوهُ شَاهِدٌ مِنْهُوَمِنْ قَبْلِهِ كِتَابُ مُوسَىٰ إِمَامًا

«Rabbin tarafından (gelmiş) açık bir delile dayanan ve kendisini Rabbinden bir şahidin izlediği, ayrıca kendisinden önce, bir önder ve bir rahmet olarak Musa'nın Kitab'ı (elinde) bulunan kimse (inkârcılar gibi) midir?» (Hûd 11/17)

Demek ki Kur’an tilâveti onu tekrar etmek ve başkalarına aktarmak şeklinde anlaşılmamalı.

Ay, Güneş’ten aldığı ışığı başka varlıklara aktardığı gibi, mü’minler de Vahyi okuyup aydınlığından faydalanmalı ve sonra da başkalarına aktarmalı.

Bu fiil başka âyetlerde okuma manasında kullanılıyor

  • وَاتْلُمَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنْ كِتَابِ رَبِّكَ ۖ لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِهِ وَلَنْ تَجِدَ مِنْ دُونِهِمُلْتَحَدًا
  • «Rabbinin Kitabı'ndan sana vahyedileni oku. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O'ndan başka bir sığınak da bulamazsın.» (Kehf 18/27)

Bir benzeri:

  • اتْلُمَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَأَقِمِ الصَّلَاةَ ۖ إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَىٰ عَنِ الْفَحْشَاءِوَالْمُنْكَرِ  (Ankebût 29/45)
  • إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللَّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ آيَاتُهُ زَادَتْهُمْإِيمَانًا وَعَلَىٰ رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ

«Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.» (Enfal 8/2)

Buna göre; Kur’an’ın tilâvetinden maksat okunması, tekrar edilmesi,

başkasına katarılması, emir ve yasaklarının yerine getirilmesidir.

Bu okuma şüphesiz şuurlu bir okuma olmalı. Kur’an okumanın her şekli güzeldir ama bilinçsiz okuma yeterli değildir.

Kur’an’ı hakkıyla okuyan O’nun nûruyla aydınlanır ve o nûru etrafına yansıtır.

Telâ’nın masdarı tulûv; Güneşin ve Ay’ın hareketli olduğunu, Ayın Güneş’i bir yörüngede takip ettiğini gösterir.

 

والنَّهَارِ إِذَا جَلَّاهَا {3}  «güneşi açığa çıkardığında gündüze;»

  • وَالنَّهَارِ ve’n-nehâri; gündüz
  • إِذَا جَلَّاهَا iza cellâhâ; açığa çıkarmak, görünmek

Burada güneşin ışığını ortaya çıkaran gündüze işaret ediliyor. Zaten gündüz ışıklı oluşu da Güneşin aydınlığıdır.

Güneş ne kadar parlak ise gündüz de o kadar parlak demektir.

Burada da sebep sonuç ilişkisini görüyoruz. Güneş sebep, gündüz sonuç.

 

  • وَاللَّيْلِ إِذَا يَغْشَاهَا {4} «güneşi (in ışığını) örttüğünde geceye;»
  • وَاللَّيْلِ ve’l-leyli; gece
  • إِذَا يَغْشَاهَا iza ya’şâhâ; örttüğü zaman, kapladığı zaman

Gündüz mazi (geçmiş zaman), gece müzari (geniş-şimdiki zaman) gelmesi, gündüzün asıl, gecenin fer’, gündüzün geceye önceliğine delâlet eder.

Bu âyet ışığın mucize olduğunu da gösterir. Rûh, su, hayat gibi

Kur’an, bu kevnî (yaratılışla ilgili) âyetlere dikkat çekiyor ve onları da Allah adıyla okumamızı istiyor.

İnsan için bütün zamanlar önemlidir. Günün ışığı hayat faaliyetleri için daha elverişli, ama gece de önemli.

Gündüz ışığa aydınlığa işaret ettiği gib, görmeye de işaret etmiş olabilir. Gece olunca da ürperti, bilinmezlik, korku, sığınma duygusu başlar. Bu bakımdan Vahiy nûra, cehâlet geceye/karanlığa benzer.

Güneş, ay, gündüz ve gece aslında insanın ömrünü ifade eden ‘asr’ın açılımıdır. Bu sebeple geçip giden zamana, biten ömre dikkat çekiliyor.

Bu bağlamda bunların şâhitlikleri unutulmamalı. Burada zamanı ve ömrü hafife almadan şuurlu yaşamaya davet var gibi. (M. Okuyan, Kısa Sûrelerin Tefsiri, 1/252)

 

  • وَالسَّمَاء وَمَا بَنَاهَا {5} «göğe ve onu bina edene;»
  • وَالسَّمَاء ve’semâi; gök, yükseklik, uzay
  • وَمَا بَنَاهَا ve ma benâhâ; onu bina eden

Benâ; kurmak, şekillendirmek, bina kurmak, yapmak demektir.

Kur’an’da göğün bina edilişi ile ilgili çeşitli ifadeler var: Gök yedi kat olarak bina edildi. Mesela;

Allah (cc) göğü insanlar için bina etti. (Bekara 2/22)

Naziât 79/27-28 de göğün bina edilmesi insanın yaratılışı ile mukayese ediliyor.

Zariyât 51/47de göğün çok güçlü bir şekilde bina edildiği ve sistemin genişletilmeye devam edildiği söyleniyor.

Rahman 55/7de Allah’ın göğü yükselttiği ve oraya bir denge koyduğu söyleniyor

وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْمِيزَانَ

  • لَا الشَّمْسُ يَنْبَغِي لَهَا أَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا اللَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِ ۚ وَكُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ

«Ay ve güneş, belirlenen ve bilinen bir ölçüye göre kendi yörüngelerinde akıp gitmektedirler. Gök ve yer yaratılmış, aralarında denge ve düzen sağlanmıştır.» (Yâsîn 36/40)

Göklerin yaratılmasında da bizim anladığımız, ya da anlayamadığımız nice incelikler ve derin hikmetler vardır.

  • وَمَا خَلَقْنَا السَّمَاءَ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا بَاطِلًا ۚ ذَٰلِكَ ظَنُّ الَّذِينَ كَفَرُوا ۚ فَوَيْلٌل ِلَّذِينَ كَفَرُوا (Sâd 38/27 bir benzeri: Duhan 44/38-39)

Göğün bina edilmesi sisteme kavuşturulması olarak da anlaşılabilir.

  • وَالْأَرْضِ وَمَا طَحَاهَا {6} «yere ve onu döşeyene;»
  • وَالْأَرْضِ ve’l arzı; yer
  • وَمَا طَحَاهَا ve ma tahâhâ; onu döşeyen
  • طَحَا tahâ, yaymak, döşemek demektir

‘Ta-hâ-hâ’ fiili yeryüzünün yuvarlak oluşuna işaret etmiş olabilir. Ya da canlı hayatı temsil eden biyosfer tabakasının yeryüzünü çepeçevre kuşatmasını ifade etmiş olabilir. (M. İslâmoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, 1/98)

Allah (cc) bu âyette hem yeryüzüne, hem de kendi gücüne dikkat çekiyor.

Çünkü yeri hayata elverişli olarak bu şekilde döşeyen O’dur.

Kur’an’da yaratılıştan bahsedilen âyetlerde yer ve gök çoğu zaman birlikte geliyor.

Ğaşiye 88/17-20de dört varlığa dikkat çekiyor, biri de yeryüzü.

Pek çok âyette göklerin duman halinde yaratıldığı, sonra yeryüzünün döşendiği, arkasından göklerin yedi kat olarak yaratıldığı, bunun altı günde tamamlandığı söyleniyor (Bekara 2/22, 28. A’raf 7/54. Hûd 11/7. Fussilet 41/9-12. Zariyât 51/48. Hadid 57/4. Nebe’ 78/6. v.d.)

Yeryüzünün Allah tarafından döşendiği burada bir kez daha hatırlatılıyor

ve Allah’ın yüce kuvvetine dikkat çekiliyor

  • وَنَفْسٍ وَمَا سَوَّاهَا {7} «nefse ve onu şekillendirene;»
  • وَنَفْسٍ ve nefsin; nefis, insan

وَمَا سَوَّاهَا ve ma sevvâhâ; onu düzenleyene, şekillendirene

Sevvâ; düzenlemek, tesviye etmek demektir.

Burada en uzak varlıktan en yakın varlığa geliniyor, gökten insana.

Uzaktan yakına, yakından uzağa, soyuttan somuta, somuttan soyuta, parçadan bütüne bütünden parçaya bir anlatım tekniğidir. Amaç:  İnsan zihnini yorsun, görülebilen ve incelenebilen varlıklara bakarak yaratılış ve amaçları hakkında şuurlansın.

Burada nefs, insan benliği, onun tesviyesi de insana biçim verilmesi olarak anlaşılabilir.

Nefsin çeşitli manaları var. Burada: Madde ve manasıyla, beden ve ruhuyla yani bütünüyle insan

«nefs terimi, insan benliğini veya kişiliğini gösterir: fiziksel bir beden ile genelde ‘rûh’ olarak tanımlanan ama ne olduğu tam olarak tasavvur olunamayan hayat özünün bileşimi olan bir varlık» (M. Esed, Kur’an Mesajı âyet açıklaması)

Tesviye genelde maddî varlıklar için kullanılır. Manevî varlıklar için kullanılmasında da engel yoktur. Maksat: İnsanın kendi varlığını gözlemlemesi, nasıl ve  kimin tarafından tesviye edildiğini anlamasıdır.

Bu âyeti; «İnsan benliği ve onun yaratılış amacına uygun biçimlenişi şâhit olsun»

«İnsan benliğini düşün ve onun nasıl (yaratılış) amacına uygun şekillendirildiğini;» 

«Nefse ve ona (yaratılış amacına uygun) bir takım kabiliyetler veren güce yemin olsun» diye de anlamak mümkün

  • فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا {8} «nefse, kötülüğe ve korunmaya açık özelliklerini verene yemin olsun ki»
  • فَأَلْهَمَهَا fe elhemehâ; ona ilham edene
  • فُجُورَهَا fücurahâ; fücûrunu
  • وَتَقْوَاهَا ve takvâhâ; takvasını

Takva ve fücûr, ilâhi proğramdır. İnsanın yaratılış amacını gerçekleştirmesi için amaca uygun proğramlanması gerekirdi.

Takvanın kök manası: biri diğerine zarar veren iki şey arasına engel koymak, “itteka bi-teresihi” kalkanıyla kendini korudu/sakındı denir.

Bir hadiste şöyle deniyor: “Birbirinizle hasetleşmeyiniz. Almayacağınız bir malın fiyatını müşteri kızıştırmak için artırmayınız. Birbirinize kin ve nefret beslemeyiniz. Birbirinize darılıp yüz çevirmeyiniz. Birbirinize darılıp yüz çevirmeyiniz. Biriniz satışı üzerine başka biriniz satış yapmasın. Ey Allâh’ın kulları, böylelikle kardeş olunuz. Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulüm ve haksızlık yapmaz, onu yardımsız bırakmaz ve hakir görmez.”
Peygamber
(sav) üç defa göğsünü işaret ederek buyurdu ki:
“Takvâ işte buradadır. Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi, bir kimseye şer olarak yeter. Her müslümanın kanı, malı ve ırzı, başka müslümana haramdır.”
(Müslim, Birr/32)

Peygamber (sav) bütün bunları takva başlığı altında ele alıyor. Bu da bizi insanı sorumlu hareket etmeye götüren sorumluluk bilinci anlamına ulaştırır

‘Takva’, Allah’tan hakkıyla korkup sakınmak anlamına geldiği gibi,

aynı zamanda din elbisesini giyip onunla kendini korumak, tehlikelerden sakınmak demektir.

Bir âyette ise takva elbisesinin en hayırlı elbise olduğu haber veriliyor. (A’raf 7/26-27)

  • يَا بَنِي آدَمَ قَدْ أَنْزَلْنَا عَلَيْكُمْ لِبَاسًا يُوَارِي سَوْآتِكُمْ وَرِيشًاۖ وَلِبَاسُ التَّقْوَىٰ ذَٰلِكَ خَيْرٌۚذَٰلِكَ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ
  • يَا بَنِي آدَمَ لَا يَفْتِنَنَّكُمُ الشَّيْطَانُ كَمَا أَخْرَجَ أَبَوَيْكُمْ مِنَ الْجَنَّةِ يَنْزِعُ عَنْهُمَا لِبَاسَهُمَالِيُرِيَهُمَا سَوْآتِهِمَاۗ إِنَّهُ يَرَاكُمْ هُوَ وَقَبِيلُهُ مِنْ حَيْثُ لَا تَرَوْنَهُمْۗ إِنَّا جَعَلْنَا الشَّيَاطِينَأَوْلِيَاءَ

Bu hayırlı elbiseye bürünen kendini her türlü kötülük ve günahtan korur,

bu elbiseyle beraber kendini sağlama alır.

Çünkü takva, Allah’tan korkup çekinmeyi, O’nun rızasına uygun olmayan davranış ve amellerden sakınmayı sağlar. 

Fücûr; sözlükte, yarmak, bir şeyi genişçe yarıp açmak anlamına gelmektedir. ‘Fecr’ de aynı anlamdadır.

‘Fücur’ terim olarak, din veya dindarlık örtüsünü çekinmeden yırtmak, günaha dalmak, haktan batıla sapmaktır.

Bu şekilde din örtüsünü yırtıp atanlara ‘facir’ denir.

‘Fâcir’in çoğulu ‘füccâr veya fecere’ şeklinde gelir.

‘Fücûr’ bir başka deyişle haktan sapmak, hak yolu yarıp kötülük ve isyana düşmek, sınır tanımaz bir şekilde günah işlemektir.

Zina ve yalan gibi edep dışı günahlara da ‘fücûr’ denilmektedir.

‘Fücûr’, takva’nın zıddı olarak insanı günahlardan koruyan ‘takva elbisesini’  yırtmak, açmak, üzerindeki koruyucu örtüyü kaldırmak demektir.

Bu koruyucu perde veya elbise açıldıktan sonra insan her türlü kötülüğü ve günahı işleyebilecek duruma gelir.

Türkçe’deki ‘haya perdesinin yırtılması’ deyimi bunu güzel bir şekilde karşılamaktadır.

İlham bir şeyi yutmak manasından el-lihâmdan gelir.

İmtihanın gereği iyilik ve kötülük yapma, iyi veya kötü olma kabiliyeti insanın bünyesine yerleştirildi. Tıpkı Tuba ve Zakkum ağaçları gibi. İnsan bunlardan hangisini iradesiyle seçer ve sularsa o gelişir. (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/99)

İlham, bu bağlamda fücûr ve takva ile birlikte ele alındığında, Allah’ın insan fıtratına doğru ve yanlışı, iyilik ve kötülüğü, günahı ve sevabı bilmeyi, tanımayı ve yapmayı, bunları seçebilme hürriyetini, dolaysıyla insanın her türlü yetenekle donatıldığını anlamak gerekir. (Heyet, Kuran Yolu, 5/566)

Bu âyetler Kur’an’ın insan anlayışının özetidir.

İnsan ahlâki bakımdan çift kutuplu olarak yaratılmış. Hem iyiliğe hem kötülüğe meyilli.

Bu donanımlardan sonra insanın iradesi var. Serbest seçim kabiliyeti var. Kurtuluşu da, mahvoluşu da kendi seçimine bağlı.

Allah (cc) yarattığı nefislere takvayı da fücuru da ilham etmiştir.

Takva ile örtünen, korunan, sakınan nefisler; fücûr ile açılır, sakınma duygusu yırtılır, koruyucu elbisesi kaybolur.

Şems Sûresinde bu iki önemli olgunun yanyana zikredilmesi hem fıtrata işarettir, hem de insanların takvayı takva bilip ona sarılmalarını,

fücûru fücûr bilip ondan uzaklaşmalarını tavsiye etmektir.

 

  • قَدْ أَفْلَحَ مَن زَكَّاهَا {9} Nefsini arındıran, kurtuluşa ermiştir.”
  • قَدْ أَفْلَحَ qad efleha; muhakkak kurtuluşa erdi
  • مَن men; kim
  • زَكَّاهَا zekkâhâ; onu arındıran

imtihanı başarmanın yolu günahlardan arınabilme ile mümkün.

Zekâ, zekkâ, tezekkâ, tezkiye; temizlemek, temize çıkarmak, eğitmek, yetiştirmek, arındırmak manalarına gelirler.

Arınmayı kim gerçekleştirir?

-İnsan; A’la 87/14  قَدْ أَفْلَحَ مَنْ تَزَكَّىٰ

Âyetteki tezakkâ insanı nitelendiriyor. İnsan iradesini ve aklını kullanarak arınmayı yapar.

الَّذِي يُؤْتِي مَالَهُ يَتَزَكَّى {18}  «o ki, malını gönülden arınmak için verir» (Leyl 92/18)

Mü’minûn 23/4 âyetinde geçen zekâtı genelde ‘arınma-tezkiye’ olarak tefsir edenler de var.

Allah (cc) arınanları (nefislerini tezkiye edenleri) başka âyetlerde de müjdeliyor. (Mesela, Tâhâ 20/76da tezekkâ ifadesiyle)

Bazıları “arınmayı-tezkiyeyi Allah’ın yapar” derler. Onlara âyetteki özne edatıdır. Ki o da nefsi düzenleyen ve ona uygun kabiliyetler veren Allah’tır.

Oysa buradaki arınma fiilinin öznesi men edatına giden ‘hüve-o’ zamiridir

Onlar şu âyeti delil olarak alırlar

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِۚ وَمَنْ يَتَّبِعْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِفَإِنَّهُ يَأْمُرُ بِالْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِۚ وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ مَا زَكَىٰ مِنْكُمْ مِنْ أَحَدٍ أَبَدًا وَلَٰكِنَّ اللَّهَ يُزَكِّي مَنْ يَشَاءُۗ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

“Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, bilsin ki o hayâsızlığı ve kötülüğü emreder. Eğer Allah’ın size lütfu ve merhameti olmasaydı, sizden hiçbiriniz asla temize çıkamazdı. Fakat Allah, dilediği kimseyi tertemiz kılar. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Nûr 24/21)

Peygamber (sav) şöyle dua ederdi: «Ey rabbim, Nefsime takvasını ver, çünkü Sen nefsimin hem sahibi hem de mevlâsısın. Nefsimi de Sen arındır ki nefsi arındıran en hayırlı Varlık Sensin» (Müslim, Zühd/73. Ahmed b. Hanbel 4/371)

Sonuçta insan, Allah’ın gösterdiği esaslar doğrultusunda kendisi arınmalı.

İnsanlar, kendi kafalarına göre din adına esaslar belirleyerek onlarla arınmayı gerçekleştiremezler. Zira arınmanın Allah’a ve âhirete iman ile yakın ilişkisi var. (Bekara 2/232)

Diğer Peygamberler gibi hz. Muhammed’in  gönderilme gerekçesi şöyle açıklanıyor:

كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولًا مِنْكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَوَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ

“Nitekim kendi aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.” (Bekara 2/151)

  • لَقَدْ مَنَّ اللَّهُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ إِذْ بَعَثَ فِيهِمْ رَسُولًا مِنْ أَنْفُسِهِمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْوَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ

“Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âli İmran 3/164. Ayrıca bkz: Cumu’a 62/2)

Kim arınırsa zaten kendi lehine arınır

  • وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَىٰۚ وَإِنْ تَدْعُ مُثْقَلَةٌ إِلَىٰ حِمْلِهَا لَا يُحْمَلْ مِنْهُ شَيْءٌ وَلَوْكَانَ ذَا قُرْبَىٰۗ إِنَّمَا تُنْذِرُ الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ بِالْغَيْبِ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَۚ وَمَنْ تَزَكَّى ٰفَإِنَّمَا يَتَزَكَّىٰ لِنَفْسِهِۚوَإِلَى اللَّهِ الْمَصِيرُ

 

“Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü yüklenmez. Günah yükü ağır olan kimse, (bir başkasını), günahını yüklenmeye çağırırsa, ondan hiçbir şey yüklenilmez, çağırdığı kimse yakını da olsa. Sen ancak, görmedikleri hâlde Rablerinden için için korkanları ve namaz kılanları uyarırsın. Kim arınırsa ancak kendisi için arınmış olur. Dönüş ancak Allah’adır.” (Fâtır  35/18)

Neden tezkiye? Kalp hastalıkları diye tanımlanan bütün kötü duygulardan,

kötü niyetlerden, günaha olan meyilden ve günahlardan. Zira bütün bunlar insan kalbini kirletir

Zekât da aynı kökten gelir. Bu da maldaki arınmayı ifade eder. Zekat iki manaya işaret eder: 1-Zengin mü’minler arınmak için zekât verirler (Leyl 92/18)

2-Zekât malı temizler, daha da helâl ve bereketli olmasını sağlar. Tevbe 9/103te sadakalardan, zekâtın arındırma özelliğinden bahsediliyor

 

وقَدْ خَابَ مَن دَسَّاهَا {10} Nefsini karanlığa gömen ise kayıptadır.”

وَقَدْ خَابَ ve qad haabe; muhakkak kaybetti, ziyan etti

دَسَّاهَا dessâhâ; onu kötülüklere gömen

Bu 9. âyetin karşılığıdır

«Onu (karanlığa) gömen ziyandadır» diye de çavrilebilir. Maksat, nefsi kötülüklerden korumayıp günahlarla alçaltmak.

Böyle yapanlar sonuçta kaybederler. Kaybedecek olan da kendi yanlış tercihi ile hata yapandır.

Dolaysıyla nefsi arındırmamada, onu karanlığa gömmede de belirleyici insan iradesidir.

Allah’ın verdiği karşılık ise yapılan eylemin, işlenen suçun sonucudur

  • وَعَنَتِ الْوُجُوهُ لِلْحَيِّ الْقَيُّومِۖ وَقَدْ خَابَ مَنْ حَمَلَ ظُلْمًا

«Bütün yüzler (insanlar), diri ve her şeye hakim olan Allah için eğilip boyun bükmüştür. Zulüm yüklenen ise, gerçekten perişan olmuştur.» (Tâhâ 20/111)

İnsan sonuçta hayır ve şer ne yaptı ise onu görecektir (Okuyan, M. Kısa Sûreler, 1/255-262)

“Kaybeden, kim gibi?» sorusunun cevabı: Feci bir akıbete uğrayan Semûd kavmi gibi. Onlar, peygamberi ve onun yanındaki vahiy nûrunu yalanladılar, azgınlık ettiler, fâcir oldular.

 

} كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوَاهَا {11} إِذِ انبَعَثَ أَشْقَاهَا {12} فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللَّهِ نَاقَةَ اللَّهِ وَسُقْيَاهَا {13} فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَا فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُم بِذَنبِهِمْ فَسَوَّاهَا {14} وَلَا يَخَافُ عُقْبَاهَا {15}

11-Semûd kavmi, azgınlığı yüzünden peygamberleri yalanladı,

12-İçlerinden en azgını ileri atılınca,

13-Allah'ın peygamberi onlara, “Allah'ın devesini bırakınız, onun su içmesine engel olmaktan sakınınız” demişti.

14-Buna rağmen peygamberi yalanladılar ve deveyi kestiler. Rableri, günahlarından dolayı ülkelerini harap edip yerle bir etti.

15-Çünkü onların hiçbiri, başlarına gelecek şeyin korkusunu taşımıyordu.

Şemş Suresinin bu son beş ayet grubu; geçmiş bir ümmetin (topluluğun) kendilerine gönderilen peygamberi dinlemediklerini, sunulan imtihanı anlamayıp onu yok ettiklerini, üstelik Peygamberin uyarısına rağmen başlarına geleceklere aldırmadıklarını ve uğradıkları felaketi bir ibret levhası olarak kısaca göz önüne seriyor.

Sekiz şeye yemin ile başlayan Sûrenin sonunda sözün Semûd kavmine neden getirildiği, konuyla nasıl bir anlam bütünlüğüne sahip olduğu sorulabilir.

Yeminlerden sonra gelen âyetler insanın yapısına işaret ediyor.

Son âyetlerde de suç işlemeye müsait bir örnek olarak Semûd kavmi veriliyor.

Bu örnekle konunun daha iyi kavranması amaçlanıyor.

Kur’an’ın indirildiği dönemde Arapların Semûd kavmi hakkında bilgi sahibi olduğunu düşünebiliriz. Onlar da tıpkı Semûd gibi kendilerine gönderilen Elçiye karşı çıktılar

Aralarındaki benzerlik açısından bu örneğin seçildiğini söylemek mümkün

  • كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوَاهَا {11}

11-Semud milleti, azgınlığı yüzünden peygamberleri yalanladı,

كَذَّبَتْ  kezzebet; yalanladı

ثَمُودُ semûd;  

بِطَغْوَاهَا bi-tağvaha; azgınlıklarıyla, tuğyanlarıyla

Burada Semûd kavmi kısaca yer alıyor. Ama Kur’an’da 21 sûrede hz. Sâlih ve onlar hakkında detaylı bilgi yer almaktadır. (Bkz: A’raf 7/73-79. Tevbe 19/70. Hûd 11/61-68. İbrahim 14/9. Hıcr 15/80-84. İsrâ 17/59. Hac 22/42. Furkan 25/38. Şuarâ 26/141-159. Neml 45-53. Ankebût 29/38. Sâd 38/13. Mü’min 40/31. Fussilet 41/17. Kaaf 50/12. Zariyat 51/43-45. Kamer 54/23-31. Hakka 69/5. Burûc 85/18. Fecr 89/9

İnsanlar, Allah’ın insan bünyesine yerleştirdiği ‘fücur işleme’ kabiliyetini, ‘takva şuuru’ ile kontrol altına almayınca azgınlaşır, yoldan çıkar.

Bunun tipik örneği Semud kavmidir

Onlar kendilerine sunulan ilahi lütfu anlamamışlar, nankörlük etmişlerdi.

Hem elçiyi dinlemediler, hem de imtihan için gönderilen deveyi kesmişlerdi

‘Azgınlığın sonucu Hakkı ve hakikati yalanlamaya, bunun sonucu ise suç işlemeye varır.’

Semûd, az su manasındaki «se-me-de» kökünden türemiş bir kelimedir

Semûd kavmi, Hıcr denilen bir bölgede yaşıyordu. (Kur’an’da 15. sûrenin adı Hıcr suresidir)

Bu yüzden Kur’an’da ‘ashabu’l-hıcr/Hıcr ashabı’ olarak da anılır (Hıcr 15/80)

Bugün Arabistan’ın kuzeyinde Medâin-i Sâlih denilen yerde yaşadıkları tahmin ediliyor.

Kayaları oyarak güvenli evler yaparlardı. «Ve semûdellezine câbu’s-sahra-O vadide kayaları yontan Semûd (kavmine ne yaptığını görmedin mi?)» (Fecr 89/10. Şuarâ 26/149)

Allah (cc) onlara Sâlih’i (as) elçi olarak gönderdi. Peygamber olduğuna dair delil isteyince de onlara bir dişi deve gönderdi. Bu deveyi önce susuz bırakıp sonra öldürmeleri bardağı taşıran sonra damla oldu

«Bu, Allah’ın dişi devesi, sizin için bir alâmettir. Bırakın onu Allah’ın arzında otlasın. Sakın ona bir fenalık yapmayın. Yoksa elim verici bir azaba uğrarsınız.» (A’raf 7/73)

Belli ki deve olağnaüstü bir deve idi. Su içme hakkı bir gün onun, belli bir gün de sizindir» (Şuarâ 26/155) denildi. Lakin onlar bu düzenlemeye uymadılar.

  • إِذِ انبَعَثَ أَشْقَاهَا {12}

12-içlerinden en azgını ileri atılınca,

إِذِ iz; hani

انبَعَثَ inbease; ileri atılmak, göndermek, görevlendirmek, diriltmek, kaldırmak

أ شْقَاهَا eşqaha; en azgını, en eşkıya olanı

انبَعَثَ kalıbı, mutavaat kalıbı. Kelimenin bu kalıpdan gelmesi dikkat çekici.

Bu kalıp etkilemek, etkilenmek, birinin teklifini kabul etmek gibi manalar taşır.

Bu fiilden anladığımıza göre Semûd kavminden en azgın (zorba ve eşkıya) biri,

bir kışkırtma, teşvik veya işbirliği sonucu ileri atıldı ve deveyi öldürdü.

Başka âyetlerde bu işi Semûd kavminin (A’raf 7/77.  Hûd 11/65. Şuarâ 26/157) veya bu işi bir kişinin (Kamer 54/29. Şems 91/12) yaptığının söylenmesi çelişki değil... Semûd kavminin çoğunluğu hz. Sâlih’e karşı geldiler. Aralarında görüşüp fikir birliği yapmış, teklifi içlerinden en azgın olan kabul etmiş olabilir.

Cezanın hepsini kuşatması olayı aydınlatıyor. Bir kişi veya dokuz kişilik çete bu cinayeti işledi ama diğerleri buna karşı çıkmadılar. Ceza aldıklarına göre desteklediler demektir.

Olayda kişi adı verilmiyor. Bu Kur’an’ın üslûbudur. Ama mesaj evrenseldir. Kur’an kişiler üzerinden değil, ilkeler üzerinden hareket eder.

O dönemde yapılan yapılan yanlışlar, bu gün de şekil ve isim değiştirerek devam ediyor.

İlâhi mesajlara ve uyarılara itibar etmeyenler, onlara karşı saygısızca davrananlar,  onları ciddiye almayanlar, Peygamberin öğrettiği ölçüleri hayattan dışlayanlar, onların modası geçti diyenler;

Semûd kavminin yaşadığı acı sonu yaşayabilirler

Birbirlerini kışkırtıp veya teşvik edip haktan uzaklaştıranlar, azdıranlar ortak akıbeti birlikte yaşarlar

Söz konusu azgın kişinin ne amaçla ileri atıldığı bir sonraki âyette anlatılıyor

  • فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللَّهِ نَاقَةَ اللَّهِ وَسُقْيَاهَا {13}

13-Allah'ın peygamberi onlara, “Allah'ın devesini bırakınız, onun su içme hakkına engel (olmaktan sakınınız)” demişti.

فَقَالَ fe-qale; ve dedi

 لَهُمْ lehum; onlara

رَسُولُ اللَّهِ rasulüllah; Allah’ın elçisi

نَاقَةَ اللَّهِ nâqetallahi; Allah’ın devesi

وَسُقْيَاهَا ve suqyaha: devenin su içme hakkı

Naqetallahi; «Allah’ın (imtihana konu ettiği) devesi» demektir. Bu ifadenin başında gizli bir ‘sakındırma’ olduğu kabul edilir.

Bunu, Allah’a ait olan dişi deve’ diye de tercüme etmek mümkün

Naqetallahi; Kamer 54/27-28de belirtildiği gibi Allah’ın Semûd kavmini kendisiyle imtihan ettiği bir hayvandır. O bir semboldür. Kurban gibi. Kurban kesmenin faydaları bir tarafa bir denemedir. Bakalım müslümanlar Allah’ın emrine karşı ne yapacaklar?

Kavmin ve bu hayvanın su içmesi nöbetleşe yapılması gerekiyordu. Bu işlem de  Semûd kavmi için bir imtihandı. Ama onlar bu ilâhi ölçüyü tanımadılar. Sularına ortak olduğunu düşündükleri deveyi boğazladılar.

Naqetallahi;  Allah’ın devesi iafdesi, hem hayvanların sahipsiz olmadığını,

hem hayvan haklarına işaret etmiş olabilir. Sahipsiz zannedilen bir çok şeyin sahibi var.

Allah peygamberi aracılığı ile çeşitli varlıklara sahip çıkılması tavsiye edilmekte

Naqetallahi;  Allah’ın devesi, kamu malına işaret etmiş olabilir. Toplumun menfeatina sunulan ortak alan ve malların tıpkı şahıs malı gibi saygıdeğer olduğu, onlara karşı da dikkatli olunması gerektiği işaret edilmiş olabilir.

Kamu malına haksızlığın toplu felaketlere yol açabileceği, kâinatta hiç bir şeyin kendi haline terkedilmediği bir daha  hatırlatılmakta.

Naqetallahi-Allah’ın devesi; Allah’ın insanlığa sunduğu ilahi sembollerdir. Kur’an bu sembollere ‘şeâiru’llah’ demektir. Allah bu sembollerine saygısızlık yapanları uygun karşılık ile değerlendirir.

Bu semboller bazen kâinat kitabının değişik âyetlerinden olabilir. Bazen Kâ’be, bazen hac, bazen kurban, bazen de bir ‘dişi deve’ olabilir. Bu örnekle Allah’ın sembollerine saygı öğretilme amaçlanmış olabilir.

Sonuçta Allah’ın yasakların karşı hassas olmak “takva bilinci”nin gereğidir.

  • فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَا فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُم بِذَنبِهِمْ فَسَوَّاهَا {14}

 14-Buna rağmen peygamberi yalanladılar ve deveyi kestiler. Rableri, günahlarından dolayı onları harap edip yerle bir etti.

فَكَذَّبُوهُ fe-kezzebuhu; onu yalanladılar

فَعَقَرُوهَا fe-aqaruha; onu kestiler, boğazladılar (bir hayvanın ayaklarını biçip öldürmek)

فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ fedemdeme aleyhim; onları yerle bir etti,

 بِذَنبِهِمْ bi-zenbihim; günahları sebebiyle

فَسَوَّاهَا fe-sevvaha; onu dümdüz etti, o kavmi yerle bir etti

Kavmin görevi kendilerine sunulan imtihanının gereğini yapmaktı. Bunu yapmadıkları gibi Hz. Sâlih’e itibar etmediler, onu yalanladılar.

Ve sahipsiz veya lüzumsuz gördükleri deveyi hunharca katlettiler.

Akarû fiili, hayvanın ayaklarını kesilmesi veya kırılması, sonra da öldürülmesi manasındadır.

Bu ayrıntının verilme sebebi aynı barbarlığın başkaları tarafından hayvanlara yapılmamasını gerektiğini insanlığa bildirmektir.

«İnbease» fiilinde, içlerinde en azgın olanın ileri atıldığı söylense de, bunun toplu bir karar olduğu, suçun ortak olduğu âyetlerdeki zamirlerin çoğul gelişinden belli.

Demdeme’nin aslı demme; bu da; yeri düzlemek, şiddetli azap etmek, halkı kırıp geçirmek demektir. Demdeme; bu işi sıklıkla yapmaktır

Bir kavme ‘demdeme yapmak’, onları öğütüp yok etmek, dümdüz edip azap etmek demek olur.

Bu aynı zamanda hışım ve azap manasına da gelir.

Ayette, Allah Semud kavminin günahlarını başlarına geçirdi, öfkeyle azabı uyguladı, harap etti, köklerini kazıyarak yok etti, kırıp geçirdi manasında kullanılıyor.

Sevva fiili, düzlemek, yerle bir etmek, tümünü yok etmek manasındadır.

Yaklaşık aynı manaya gelen iki fiilin yanyana kullanılması Semûd kavminin yıkımının şiddetini ortaya koymaktadır.

Bu kavim hem hz. Sâlih’i küstahça yalanladılar, hem mucize deveyi hunharca katlettiler. Sonunda yaptıklarına karşılık hak ettikleri cezayı aldılar.

Sevva, eşit yaptı anlamına alınırsa mana şöyle olur: o toplumda sadece aktif azgınlar değil, onların azgınlıklarına engel olmayan seyirci kalan pasif suçlular da ayrım yapılmadan cezalandırıldı.

Semâd kavminin cezasını sebebi açıklanıyor. Allah sebepsiz yere insana ceza vermez. Âyetteki “bi-zenbihim” bunu ifade ediyor.

Azaba uğratılmak bir sonuçtur. Sebep insanların kendi iradeleriyle işledikleri suçlardır.

  • ولَا يَخَافُ عُقْبَاهَا {15}

15-Çünkü onların hiçbiri, başlarına gelecek şeyin korkusunu taşımıyordu

وَلَا يَخَافُ ve lâ yehafu; ve o korkmadı

عُقْبَاهَا uqbaha; onun sonucundan

Bu ayet üç şekilde anlaşılabilir:

* Semûd kavmi peygamberi yalanlarken ve deveyi öldürürken başlarına  ne geleceğini düşünmediler. Peygamberin uyarılarına kulak asmadılar.

Hatta hz. Sâlih’e «hadi yap yapacağını» dercesine meydan okudular.

* «Allah onlara ceza vermekten çekinmez» şeklinde de anlaşıldı.

Bu durumda bir önceki ayetlerdeki ‘demdeme’ ve ‘sevva’ fiillerinin faili olan Allah, bu âyetteki «lâ yehafu-korkmadı» fiilinin de faili kabul edilir. Dolaysıyla Allah yapacağı bir işden dolayı hiç kimseden korkmaz

«Senin Rabbin dilediğinin yapabilendir.» (Hûd 11/107)

«Dilediğini yapandır.» (Bürûc 85/16)

«O yaptığından sorumlu tutulamaz...» (Enbiyâ 21/23)

* Bazı tefsirciler ayeti hz.Sâlih ile ilişkilendirirler. Buna göre mana, «Salih, onların cezalandırılması neticesinden korkmamaktadır» olur.

En isabetlisi: Semud kavminin özelliği. Yani uyarılara kulak asmadılar, cezaya uğramaktan korkmadılar.

 

Bu bölümün mesajları

Semûd kavminin bir diğer adı: ‘Hıcr ashabı’. Hıcr; sağlam, taş kaya gibi akıl demektir. Bu ismin seçilmesinin sebebi şu olabilir:

Vahyin rehberliğine muhtaç olmayan akıl sonunda kayalara toslar (Semûd kavminin kayaları oyduğunu hatırlayalım)

Akıl gemiye benzerse, vahiy de aklın yanaştığı limandır. Akıl vahiy limanına demirlemezse hayatın fırtınalarında kayalara toslar.

Kayalara güvenip Allah’ı unutmanın sonucu perişanlıktır.

Ders almayanlar önceki dersleri ve sonuçlarını paylaşmak zorunda kalırlar

Şekil ve boyut farklı olsa bile benzer olayların yaşanabileceği vurgulanıyor. Onun için isim verilmiyor

Hiç bir şey anlamsız ve amançsız yaratılmıyor. Ve her şeyin sahibi var. İnsan bu noktada hassas olmalı

İlâhi ölçülere aykırı tutum sergilemek insanı zarar uğratır.

Deve örneği, bu hayatta başkalarının da hakkı olduğunu hatırlatıyor.

Kontrol edilmemesi halinde fücûr denen yeteneğin nelere mal olabileceği somut bir örnekle anlatılıyor. (M. Okuyan, Kısa Sûreler, 1/263-271 özetle)