Burûc Sûresi tefsiri etrafında bir online ders

Hüseyin K. Ece

15 Kasım 2020

29 Rebiu’l-evvel 1442 Zaandam

Selâm-Dortmund

سورة البروج

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَالسَّمَاءِ ذَاتِ الْبُرُوجِ (1) وَالْيَوْمِ الْمَوْعُودِ (2) وَشَاهِدٍ وَمَشْهُودٍ (3) قُتِلَ أَصْحَابُ الْأُخْدُودِ (4) النَّارِ ذَاتِ الْوَقُودِ (5) إِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ (6) وَهُمْ عَلَى مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِنِينَ شُهُودٌ (7) وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ إِلَّا أَنْ يُؤْمِنُوا بِاللَّهِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ (8) الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ (9) إِنَّ الَّذِينَ فَتَنُوا الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَرِيقِ (10) إِنَّ الَّذِينَ آَمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ ذَلِكَ الْفَوْزُ الْكَبِيرُ (11) إِنَّ بَطْشَ رَبِّكَ لَشَدِيدٌ (12) إِنَّهُ هُوَ يُبْدِئُ وَيُعِيدُ (13) وَهُوَ الْغَفُورُ الْوَدُودُ (14) ذُو الْعَرْشِ الْمَجِيدُ (15) فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ (16) هَلْ أَتَاكَ حَدِيثُ الْجُنُودِ (17) فِرْعَوْنَ وَثَمُودَ (18) بَلِ الَّذِينَ كَفَرُوا فِي تَكْذِيبٍ (19) وَاللَّهُ مِنْ وَرَائِهِمْ مُحِيطٌ (20) بَلْ هُوَ قُرْآَنٌ مَجِيدٌ (21) فِي لَوْحٍ مَحْفُوظٍ (22)

 

Sûrenin Kimliği

Sure adını birinci ayetteki Burûc’tan aldı.

Mekkî sûrelerden. 22 âyettir. Konularına bakılırsa müslümanlara fiilî işkencelerin başlamasından sonra bi’setin 4. veya 5. yılında indiği tahmin ediliyor.

Nüzûl sıralamasında 27. resmî sıralamada 85. sûre.

 

Sûrenin Konusu

1-Yemin

2-İnanca yönelik baskı. İnancı hiç bir zalimin ateşinin söndüremeyişi.

3-İmanda sebat etmenin ödülleri.

4-Allahın gücü ve merhameti.

5-Azgın kavimlerin cezalandırılışı, Kur’an vahyinin tekrar hatırlatılması.

Sûre öncelikle İslâmî davet uğruna eziyet gören Peygambere, sonra ilk müslümanlara moral ve müjde veriyor. Bu müjde inancı uğruna sıkıntı yaşayan bütün müslümanlar için geçerlidir.

 

 

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

  • وَالسَّمَٓاءِ ذَاتِ الْبُرُوجِۙ ﴿١﴾
  • وَالْيَوْمِ الْمَوْعُودِۙ ﴿٢﴾
  • وَشَاهِدٍ وَمَشْهُودٍۜ ﴿٣﴾

﴾1﴿ Andolsun burçlarla dolu göğe,

﴾2﴿ Va’dedilmiş güne,

﴾3﴿ Şâhid olana ve şâhid olunana (yemin olsun) ki,

Bundan önceki sûre İnşikâk da yemin ile başlıyor. İman edenlere eziyet edenlerin hak ettikleri cezanın verileceğinin kesinliği ifade eder.

Burûc Sûresi, göğe yeminle başlayan 4. sûre diyebiliriz. Diğerleri İnfitâr, İnşikâk  ve Târık.

 إِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ (1)

إِذَا السَّمَاءُ انْشَقَّتْ (1)

وَالسَّمَاءِ وَالطَّارِقِ (1)

Bu yemin bazı sûrelerde de geçiyor.

Zâriyât  51/7de  وَالسَّمَاءِ ذَاتِ الْحُبُكِ (7)  Hubuk; yollar, yörüngeler

Târık  86/11de  وَالسَّمَاءِ ذَاتِ الرَّجْعِ (11)  Dönüş sahibi göğe

Şems  91/5de  وَالسَّمَاءِ وَمَا بَنَاهَا (5)

وَالسَّمَٓاءِ gök (yükseklik), uzayı boşluğunu, muhtemelen bütün yıldız ve gezegenleri ifade eder. Burûc kelimesi bunu doğrular.  

الْبُرُوجِۙ     Burûc; burc’un çoğulu. Bu da açığa çıkmak, görünür olmak, göze çarpacak kadar açık yüksek yer. Saray ve köşklere, kalelerdeki gözetleme kulelerine de ‘burc’ denir. 

Gökte, dünyadaki köşklere benzeyen görünür menziller.

Gökte açıkça görülen yıldızlara veya yıldız kümelerine, bunların en büyüğü sayılan 12 yıldız kümesine denmiş.

“Hamel-Koç, Sevr-Boğa, Cevza-İkizler, Seretân-Yengeç, Esed-Arslan, Sünbüle-Başak, Mîzan-Terazi, Akreb, Kavs-Yay, Cediy-Oğlak, Delv-Kova, Hût-Balık”

Astronomide burc; Güneşin bir yılda takip ettiği düşünülen yörüngenin içinden geçtiği, belli sembollerle gösterilen oniki takım yıldızından her birini ifade eder. Yıldız kümeleri. (Komisyon, Kur’an Yolu, 5/520)

Diğer bir deyişle "gökteki bir takım yıldızlara ve yıldız kümelerine burç" denir. Burçlar on iki adettir. Bunların altısı kuzeyde, altısı da güneydedir. Gök bilimciler yıldız kümelerine, her ayda ve mevsimde göründükleri şekillere göre isim verildiler.

Burçlar Kur’an’da iki yerde daha geçiyor.

 

   ) وَلَقَدْ جَعَلْنَا فِي السَّمَاءِ بُرُوجًا وَزَيَّنَّاهَا لِلنَّاظِرِينَ (16)

“Andolsun, biz gökte birtakım burçlar yarattık ve seyr edenler için onu süsledik.” (Hıcr 15/16)

تَبَارَكَ الَّذِي جَعَلَ فِي السَّمَاءِ بُرُوجًا وَجَعَلَ فِيهَا سِرَاجًا وَقَمَرًا مُنِيرًا (61)

“Gökte burçları var eden, onların içinde bir çerağ (güneş) ve nurlu bir ay barındıran Allah, yüceler yücesidir.” (Furkan 25/61)

Âyette sayısız yıldızların yer aldığı ve serbestçe dolaştığı semaya yemin ediliyor. 

 

وَالْيَوْمِ الْمَوْعُودِ  vadedilen gün. Kur’an’da el-Yevm genelde Kıyâmet ve sonrası anlamında. (Taberî, Câmiu’l-Beyân, 12/519. Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3282)

Kâfirlere başına geleceği va’dedilen azap günü olarak da anlaşılmış.

Bir hadiste “va’dedilen günün kıyâmet/mahşer günü olduğu geçiyor. (Tirmizî, Tefsir/85 no: 3339)

Üzerine yemin edilen şeyin çok önemli olduğunu, arkasından dan önemli bir haberin geleceğini unutmayalım. “O gün” denilen yeniden diriliş ve âhiret hayatı Allah tarafından va’dedilmiştir, muhakkak gelecektir.

 

شَاهِدٍ   şâhit, tanık, bir şeyi gören, yanında olan

مَشْهُودٍۜ   şâhit olunan. “(o günde) şâhitlik edene ve (hakkında) şâhitlik edilene” (Fail ve mef’ul birarada) Acaba şâhit kim, şâhit olunan ne? Farklı yorumlar var.

Bunları şöyle sıralamak mümkündür:

a)Şâhit Allah, meşhûd yaratıklardır; “Allah şâhit olarak yeter” (Nisâ 4/79) وَكَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا (79)

En’am 6/19) اللَّهُ شَهِيدٌ بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ

Burûc 9 وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ  Allahın şâhit olduğunu tekrar ediyor.  

Şâhit Hz. Muhammed, meşhûd onun ümmetidir;

 يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا (45)  (Ahzab 33/45. Benzeri: Nisâ 4/41)

 إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا (8) (Fetih 48/8)  

c)Şâhit Hz. Muhammed’in ümmeti, meşhûd diğer ümmetlerdir;

 وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا  (Bekara 2/143)

d)Şâhit organlar, meşhûd ameller. Hesap günü  insana hesap görücü olarak kendisi yeter.

  اقْرَأْ كِتَابَكَ كَفَى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا (14)   (İsrâ 17/14),

Hesap günü insanın organları onun aleyhine şâhitlik yapacak 

يَوْمَ تَشْهَدُ عَلَيْهِمْ أَلْسِنَتُهُمْ وَأَيْدِيهِمْ وَأَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (24)     (Nûr 24/24) 

e)Şâhit peygamberler, meşhûd ümmetleridir;

 فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا مِنْ كُلِّ أُمَّةٍ بِشَهِيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلَى هَؤُلَاءِ شَهِيدًا (41)  (Nisâ 4/41)

f) Şâhit koruyucu melekler, meşhûd insanlardır;

 وَجَاءَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَعَهَا سَائِقٌ وَشَهِيدٌ (21)  (Kaf 50/21. Benzeri: Fecr 89/22)

Yahut onların amelleri, kıyamet günü, ya da sabah namazıdır.

  أَقِمِ الصَّلَاةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ إِلَى غَسَقِ اللَّيْلِ وَقُرْآَنَ الْفَجْرِ إِنَّ قُرْآَنَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا (78)  (İsrâ 17/78)

  1. g) Şâhit bütün insanlar, meşhûd kıyamet günüdür; Zira وَذَلِكَ يَوْمٌ مَشْهُودٌ (103) (Hûd 11/103) deniyor.

h) Şâhit İsa (as), meşhûd onun ümmeti.

 … كُنْتَ أَنْتَ الرَّقِيبَ عَلَيْهِمْ وَأَنْتَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ (117) (Mâide 5/117)

i)Şâhit Allah ve melekleri, meşhûd da vahdaniyettir. Çünkü Allah (cc)

شَهِدَ اللَّهُ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ وَالْمَلَائِكَةُ وَأُولُو الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (18)

“Allah, melekleri ve bilgi sahipleri, O’ndan başka ilah olmadığına şâhitlik ederler…” (Âli İmran 3/18) buyuruyor. S. Ateş, bunlardan en isabetlisinin son madde olduğu görüşünde.

Bunlardan başka şâhit’in; Cuma günü, insan, Hz. Muhammed, Kurban bayramı, meşhûd’un ise; Arefe günü, Kıyamet günü, Cuma günü olduğunu ileri sürenler var. (Taberî, Câmiu’l-Beyân, 12/520-523. Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3282. Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 10/392-393)

Tirmizî’nin hasen-ğarib kaydıyla rivâyet ettiği bir hadis şöyle: Ebû Hureyre Rasûlüllah’ın şöyle dediğini naklettti: “Yevmu’l-mev’dudeh-va’dedilen gün, kıyâmet günü, yevmu’l-meşhûd-şâhid olunan gün de Arafe günüdür. Şâhid ise Cuma gününüdür…” (Tirmizî, Tefsir/85 no: 3339)

Bir önceki âyette kıyâmet geçtiğine göre şâhit insanların yaptıklarını bilen ve bunların karşılığını veren Allah (cc), meşhûd da; durumları Allah tarafından bilinen ve sorguya çekilecek olan insanlar ve onların amelleri olduğu tefsiri daha isabetli görünüyor. (Komisyon, Kur’an Yolu, 5/521)

 

1ve 6. âyetler hem mü’minlere işkence edenler var olduğunu ve onların âhiretteki durumları ile ilgili olabilir. Bu dönemde inen bazı sûrelerde yeminler ve onlara cevap olarak gelen âyetler genelde âhiretten bahsederler.

Allah (cc) burada Hesap Gününe işaret ederek, bu dünyada zalimlerin, zorbaların yaptıkları kötülüklerden hesaba çekileceklerini haber veriyor.

  • قُتِلَ اَصْحَابُ الْاُخْدُودِۙ ﴿٤﴾
  • اَلنَّارِ ذَاتِ الْوَقُودِۙ ﴿٥﴾
  • اِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌۙ ﴿٦﴾
  • وَهُمْ عَلٰى مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِن۪ينَ شُهُودٌۜ ﴿٧﴾

 

﴾4-5﴿ Uhdûd ashâbı kahrolsun. (Tutuşturulmuş ateşin çukur kazan sahipleri kahrolsun. Ya da O çukurları, alev alev yanan ateş çukurlarını hazırlayanlar mahvolmuşlardır!”

﴾6-7﴿ Hani o sırada ateşin başında oturmuşlar, inananlara yaptıklarını seyrediyorlardı.

Bazı dilcilere göre yukarıdaki yeminin cevabı ‘kutile’ başlayan kısımda veriliyor. (Taberî, Câmiu’l-Beyân, 12/526)

Baştaki yeminden sonra söz önemli bir olay olan iman edenlere kötülük edenlerin yaptıklarına ve cezalarına geliyor.

قُتِلَ  kelime anlamı, öldürüldü. Kahroldu, lanetlendi, buradan kahrolsun, lanet olsun diye anlaşıldı.

اَصْحَابُ الْاُخْدُودِۙ    Ashâbu’l-uhdûd, Kur’an vahyinden önce müslümanları dinlerinden döndürmek için onları ateş dolu hendeklere atan kimseleri anlatır.

‘hadd’in çoğulu olan uhdûd “uzun ve derin hendek/çukur” demektir. Kur’an’da “ashâbü’l-uhdûd”un, işkence ettiği müslümanlar kim olduğu,  bu olayın geçtiği zaman ve bölge hakkında bilgi yoktur.

اَلنَّارِ   ateş,

ذَاتِ الْوَقُودِۙ    tutuşmuş ateş demektir.   Vegade; ateş tutuşmak, bir şey parlamak. Evgade, ateşi tutuşturmak, yakmak demektir.  

 اِذْ هُمْ  o zaman, onlar (çukur kazıp içine ateş dolduranlar)

عَلَيْهَا قُعُودٌۙ  lafzen üzerine oturdular. Bu daha sonra başlarına gelecek felaketin ateş gibi olduğuna işarettir. Yani ateşin etrafında oturanlar, oturdular.  

عَلٰى مَا يَفْعَلُونَ yaptıklarına,

بِالْمُؤْمِن۪ينَ  mü’minlere,

شُهُودٌۜ    şâhitler; tanık oluyorlardı, seyrediyorlardı.

Ateşle dolu hendeklere veya çukurlara iman edenleri atıp seyrediyorlardı. Belki de zevkle. İşte onlara lânet olsun.

Tarih ve tefsir kitaplarında Ashabu’l-Uhdud ile ilgili bir çok rivâyet var. Ama bunları isbat etmek mümkün değildir. Hepsi zayıf rivâyetlerdir.

Muhtemel ki Mekkeliler bu elim olayı biliyorlardı. 

Vahyin Mekke döneminde zayıf müslümanlara baskı ve işknce yapılıyordu. 10. âyette “inananlara işkence edip sonra tevbe etmeyenler’in Mekkeli işkencecileri işaret ettiği görüşü de var. (Komisyon, Kur’an Yolu, 5/521)

Kur’an onların kim oldukları ve nerede yaşadıkları üzerinde durmuyor.

Bu olayı anlatarak hem Mekke’de ve sonradan herhangi bir yerde müslümanlara işkence ve eziyet edenleri uyarıyor, bundan ibret almalarını, baskı ve işkenceye son vermelerini istiyor.

Peygamberimize, işkenceye uğrayan veya uğrayacak olanlara moral veriyor. Sıkıntı, zorluk, baskılar karşısında imanlarından taviz vermeyip sabır ve tahammül göstermelerini tavsiye ediyor.

Buradaki mesaj genel.

Takip eden ve başka âyetlerde böylelerine müjdeler veriliyor.

Tarihte iman edenleri ateşe atmakla işkence etmek olayı defalarca olduğu anlaşılıyor. (Eroğlu, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, 3/471)

Nitekim, hz. İbrahimin de ateşe atılarak cezalandırılmak istenmesini hatırlayalım.

Suheyb b. Sinân tarafından nakledilen uzun bir rivâyette o günkü müminleri iman etmeye sevkeden olay zikredildikten sonra ateş dolu hendeğe atılışları anlatılıyor. (Müslim, Zühd/17(73) no: 7511. Tirmizî, Tefsîr/77 no: 3340. Ahmed b. Hanbel, 6/16-18. Taberî, Câmiu’l-Beyân, 12/524-525. Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3288)

Elmalılı ve S. Ateş bu rivâyeti güvenilir bulmuyor. Sözün Peygambere mi, başka birine mi ait olduğu kesin değil. Ancak, hırıstiyanlığın ilk yıllarında onlara işkence edildiğine işaret etmesi açısından önemli. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 9/98. Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 10/395)

Habbab İbnu'l-Eret (ra) anlattı: “Rasûlullah (as) Kâ'be'nin gölgesinde‚ bir bürdeye yaslanmış otururken, gelip (müşriklerin yaptıklarından) şikayette bulunduk: “Bize yardım etmiyor musun, bize dua etmiyor musun?'” dedik. Şu cevabı verdi: “Sizden. önce öyleleri vardı ki, kişi yakalanıyor, onun için hazırlanan çukura konuyor, sonra getirilen bir testere ile başının ortasından ikiye bölünüyordu. Bazısı vardı, demir taraklarla taranıyor, vücudunda sadece et ve kemik kalıyordu. Bu yapılanlar onları dininden çeviremiyordu. Yemin olsun ki Allah bu dini tamamlayacaktır. Öyle ki, bir yolcu devesine binip San'a'dan kalkıp Hadramevt'e kadar gidecek, Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacak, koyunu için de sadece kurttan korkacak. Ancak siz acele ediyorsunuz.” (Buhârî, M. Ensâr/29 no: 3852, Menâkıb/25 no: 3612, İkrah/1 no: 6943. Ebû Dâvûd, Cihad/96 (107) no: 2649)

Rasûlüllah acaba Ashâbu’l-uhdûd tarafından işkence edilen mü’minlere mi işaret etmişti?

Bu işkencenin sebebi ne idi?

Âyetin akışından anlaşılıyor ki mü’minler kendilerine işkence edenlere fiili bir saldırıları, tecavüzleri, ağır suçları olmamıştı. Tek suçları vardı: Aziz olan Allah’a iman etmek…

Tarihten beri bazıları kendileri gibi inanmayanlara, düşünmeyenlere eziyet etmeyi, baskı uygulamayı sürdürdüler.

Tarih şimdi de tekerrür ediyor.

  • وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ اِلَّٓا اَنْ يُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِۙ ﴿٨﴾
  • اَلَّذ۪ي لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌۜ ﴿٩﴾

 

 

﴾8-9﴿ Aziz, övgüye lâyık, göklerin ve yerin mâliki olan Allah’a inandıkları için, yalnızca bunun için müminlerden öç aldılar. Allah her şeye şâhittir.

 

وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ  intikam, öç almak. Meallerde; kızmak, nefret etmek, zulmetmek, azaba uğratmak. 

‘nekame’ bir şeyi ya dille ya da cezalandırma yoluyla inkâr etmek, reddedip cezalandırmak anlamına gelir.

Ya da bir şeyin inkârını veya ayıplığına delalet eder. Bu kelimedeki inkâr manası; reddetme, geri çevirme, beğenmemedir. Bu bir çeşit intikam almaktır.

Bu kökten gelen ‘en-nıkme’, ceza, ukubet demektir. Kişinin yaptığı hata yüzünden başına gelen belâdır. Nimetin zıddıdır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 769)

Kur’an’da bir kaç âyette geçiyor.

فَانْتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَأَغْرَقْنَاهُمْ فِي الْيَمِّ بِأَنَّهُمْ كَذَّبُوا بِآَيَاتِنَا وَكَانُوا عَنْهَا غَافِلِينَ (136)

“Bu yüzden onlardan intikam aldık (yaptıklarının acısını taddırdık). Âyetlerimizi yalanlamaları ve onları umursamamaları sebebiyle kendilerini denizde boğduk.” (A’raf 7/136. Ayrıca bkz: Rûm 30/47 Zuhruf 43/25. Tevbe 9/74. Mâide 5/59)

 ‘intekame’, birine ceza vermek (intikam almak) demektir.

Kur’an Allah için zü’n-tikam diyor. 4 yerde aziz ismiyle birlikte.

مِنْ قَبْلُ هُدًى لِلنَّاسِ وَأَنْزَلَ الْفُرْقَانَ إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بِآَيَاتِ اللَّهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَاللَّهُ عَزِيزٌ ذُو انْتِقَامٍ (4)

“O, daha önce Tevrat’ı ve İncil’i insanlar için birer hidâyet olarak indirmişti. Furkan’ı da indirdi. Şüphesiz, Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah, mutlak güçlü, intikam sahibidir.” (Âli İmran 3/4.İbrahim 14/47. Zümer 39/37. Mâide 5/95)

Ya da Allah cezalandırmaya gücü yetendir.

el-Müntekim olan Allah kişiye yaptığı hatanın acısını taddırandır.

İlâhi intikamı hak eden, bununla bir bedel öder. Kötülük cezayı, günah azabı talep eder. Günahkârın günahında ısrar etmesi, ilâhi azabı talep etmede ısrar etmesi demektir.

Buradaki intikamın, Türkçedeki intikam olmadığı açık.

Allah insanların hatasından zarar görmez ki intikam alınca içi ferahlasın. Onun intikamı da rahmettir. Kula yaptığınının acısını taddırması onun kendisine zararını önlemeye yöneliktir. 

Allahın intikamı zalimleri kendi zulümlerinde cezalandırmasıdır. (İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 2/487-488)

Ashâbu’l-uhdûd’a göre hak dine inanan mü’minler, atalarının dinini terkettikleri, kendilerinden ayrı bir yol tuttukları, farklı bir hayat anlayışı benimsedikleri için yanlışta idiler. Belki ileri gelenler, atalar dinine sıkı sıkıya bağlı olanlar onları bu yanlıştan dönmeleri için uyarmıştı. Mü’minler dinlerinden dönmedikleri için onlara göre artık suçlu idiler. Öyleyse işledikleri bu suça karşılık yaptıklarının acısını tadmalıydılar.

Bunu da onları ateş dolu çukurlara atarak yaptılar.

اَنْ يُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ Allaha iman ediyor olamaları sebebiyle. Geçmiş zaman kalıbıyla değil şimdiki zaman kalıbıyla gelmesi o mü’minlerin imanlarında sebatına işaret eder. Onlar kendilerine kızılsa da, azap edilse de Allah’a inanmaya devam ettiler (ederler). (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 9/99)

Tek suçları Allah’a iman eden bu mü’minlerin inandığı Rab nasıldı?

  1. ve 9. âyetlerde Allahın bazı özellikleri sayılıyor.

الْعَز۪يزِ   el-Aziz olan Allah. Üstün, güçlü, mutlak izzeti nefsinde cemeden, mağlup olmayı engelleyen yegâne güç. Allah’ın güzel isimlerinden biri.

الْحَم۪يدِۙ    el-Hamîd olan Allah. Övgüye layık yegâne varlık. En üstün, en yüce, özel, mutlak övgü O’na mahsustur. Allah’tan başkasına hamd edilmez. Zira hamd el-Hamîd olan Allah’ın hakkıdır.

اَلَّذ۪ي   O (Allah) ki,

 لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ  göklerin ve yerin mülkü, hükümranlığı, yöneticiliği, sahibi O’dur. Bu ifade el-Mâlik ismine benzer.

Lehu ile başlaması söz konusu hükümranlığın sadece O’na ait olduğunu belirtmek için.

وَاللّٰهُ

عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌۜ   O her şeye şâhidtir. Şehîd/şâhit, gerçeğe tanıklık edendir. O, varlığıyla, kudretiyle, görme ve bilme sıfatıyla her şeyin yanındadır.

Mü’minlere işkence edenler, ateşin etrafında oturup bu azaba keyfle şâhitlik yapıyorlardı. Bu âyette Allah için Şehîd deniliyor. Allah da onların davranışlarına uygun olarak onların yaptıklarına şâhit olmakta idi. Hesap günü yaptıklarını onlara haber verecek, mutlak Şâhid olarak.

Şâhitlik, olayı kaydetmenin, zamanı gelince de ilgililerin önüne koymanın ilk merhalesidir. Ashâbu’l-uhdûd, yaptıklarına Allahın şâhit olduğunu, kayd  altına aldığını unutmuşlardı.

Allah (cc) bu kıssa ile Kur’an’ın muhataplarına, Allahın her şeye şâhid olduğunu, hiç bir şeyin O’na gizli kalmadığını haber veriyor. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 9/99. Okuyan, M. Kur’an-ı Kerim’den Mesajlar, 1/257-258)

 

Yaptıkları bu zulümden pişman olmayanların sonu: Pek de acıklı oldu, olur.

 

  • اِنَّ الَّذ۪ينَ فَتَنُوا الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَر۪يقِۜ ﴿١٠﴾

10﴿ Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara işkence edip de sonra tövbe etmeyenler var ya, işte onlar için cehennem azabı, yakıcı azap var.

اِنَّ الَّذ۪ينَ muhakkak o kimseler,

 

فَتَنُوا imtihan etmek, denemek, fitneye düşürmek, belâya uğratmak anlamında. Bu âyette “insanları ateşte yakmak” şeklinde yorumlandı. (Taberî, Câmiu’l-Beyân, 12/527)

Kelimenin aslında madeni ateşe atıp denemek manası var.

Onları imanlarından çevirmek için başlarına belâ oldular, sıkıntı ve eziyet verdiler.

الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ iman eden erkekler, iman eden kadınlar,

Demek ki o zalim topluluk işkence de kadın erkek ayırmıyorlardı. Ya da sonradan bunlara benzer zalimler de baskılarında, zulümlerinde, eziyetlerinde kadın erkek ayırmazlar.  

ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا sonra pişman olup tevbe etmediler (tevbe etmeyenler)

فَلَهُمْ   (bundan dolayı) onlar için,

عَذَابُ جَهَنَّمَ cehennem azabı (vardır),

Dahası, عَذَابُ الْحَر۪يقِۜ   ateş azabı var.  Haraka; Ateş yakmak, ısıtmak. Harîk; Yangın, yanma, alevlenme, (Türkçede ‘mahrukat’: Yakacak)

Ashâbu’l-uhdûd, yaptıkları bu zulümden, vahşetten  pişmanlık duymadılar, suçlarına ve günahlarına tevbe etmediler. İman edip Allah’tan mağfiret dilemediler. Bu yüzden de dünyalık rüsvaylık bir tarafa, âhirette Cehennemi hak ettiler. Cehennem azabı da yakıcıdır.

İlginçtir, son kelime harîk; yakıcı azap. Hani kendileri mü’minleri ateşe atmışlardı ya, alacakları ceza da kendi suçları cinsinden: Yakıcı azap. (Taberî, Câmiu’l-Beyân, 12/527)

Cehennemin ateş azabını anlatan kelimelerden biri.

Kur’an’da fiil olarak ve bu şekilde bir kaç defa geçiyor.

İbrahimin kavmi;

قَالُوا حَرِّقُوهُ وَانْصُرُوا آَلِهَتَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ فَاعِلِينَ (68)

“onu yakın ve tanrılarınıza yardım edin” dediler. (Enbiyâ 21/68. Ankebût 29/24)

Azabel-harîk ayrıca 4 âyette geçiyor.

لَقَدْ سَمِعَ اللَّهُ قَوْلَ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّ اللَّهَ فَقِيرٌ وَنَحْنُ أَغْنِيَاءُ سَنَكْتُبُ مَا قَالُوا وَقَتْلَهُمُ الْأَنْبِيَاءَ بِغَيْرِ حَقٍّ وَنَقُولُ ذُوقُوا عَذَابَ الْحَرِيقِ (181)

“... tadın o yakıcı azabı.” (Âli İmran 3/181. Enfal 8/50. Hacc 22/9, 22)

Burada her ne kadar Ashâbu’l-Uhdûd’un zulmü anlatılıyorsa da âyet genele hitap ediyor diyebiliriz. Bundan sonra da iman edenlere bu şekilde eziyet ve işkence edenler aynı feci akıbetle karşılaşırlar.

Zulmedenlerin gücü, saltanatı payidâr olmaz. Zira zulüm ile âbad olunmaz. Başkasının felaketi, gözyaşı, acısı üzerine mutluluk kurulamaz. Kurulduğu sanılsa da bu üstü mutluluk, başarı, zafer boyası ile kaplı felakettir.

Bu âyet aynı zamanda Mekkeli zorbaların ilk müslümanlara uyguladıkları eziyetlere de işaret ediyor denilebilir. Kureyşlilerde Ashâbu’l-Uhdûd gibi mü’minlere çeşitli ve acımasız işkenler uyguladılar. Hatta öldürdüler.

“Tevbe etmeyenler” bir tehdit olsa da aynı zamanda  zalimleri kötülüklerden vazgeçmeye bir teşviktir. Tevbe edip hallerini düzeltirlerse, bağışlanırlar.

Demek ki âyetin amacı öncelikle Kureyşlileri ve diğer zalimleri uyarmaktır.