Kıyâme Sûresi tefsiri etrafında bir online ders

Hüseyin K. Ece

3 Ocak 2021

19 Cemâziye’l-evvel 1442 Zaandam

Selâm-Dortmund

﴿75﴾ سُورَةُ الْقِيٰمَةِ     

  • بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ

وَوُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ بَاسِرَةٌۙ ﴿24﴾ تَظُنُّ اَنْ يُفْعَلَ بِهَا فَاقِرَةٌۜ ﴿25﴾ كَلَّٓا اِذَا بَلَغَتِ التَّرَاقِيَۙ ﴿26﴾ وَق۪يلَ مَنْ۔ رَاقٍۙ ﴿27﴾ وَظَنَّ اَنَّهُ الْفِرَاقُۙ ﴿28﴾ وَالْتَفَّتِ السَّاقُ بِالسَّاقِۙ ﴿29﴾ اِلٰى رَبِّكَ يَوْمَئِذٍۨ الْمَسَاقُۜ۟ ﴿30﴾ فَلَا صَدَّقَ وَلَا صَلّٰىۙ ﴿31﴾ وَلٰكِنْ كَذَّبَ وَتَوَلّٰىۙ ﴿32﴾ ثُمَّ ذَهَبَ اِلٰٓى اَهْلِه۪ يَتَمَطّٰىۜ ﴿33﴾ اَوْلٰى لَكَ فَاَوْلٰىۙ ﴿34﴾ ثُمَّ اَوْلٰى لَكَ فَاَوْلٰىۜ ﴿35﴾ اَيَحْسَبُ الْاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًىۜ ﴿36﴾ اَلَمْ يَكُ نُطْفَةً مِنْ مَنِيٍّ يُمْنٰىۙ ﴿37﴾ ثُمَّ كَانَ عَلَقَةً فَخَلَقَ فَسَوّٰىۙ ﴿38﴾ فَجَعَلَ مِنْهُ الزَّوْجَيْنِ الذَّكَرَ وَالْاُنْثٰىۜ ﴿39﴾ اَلَيْسَ ذٰلِكَ بِقَادِرٍ عَلٰٓى اَنْ يُحْيِيَ الْمَوْتٰى ﴿40﴾

 

  • وَوُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ بَاسِرَةٌۙ ﴿٢٤﴾
  • تَظُنُّ اَنْ يُفْعَلَ بِهَا فَاقِرَةٌۜ ﴿٢٥﴾

24-O gün birtakım yüzler de asıktır.

25﴿ Bel kemiklerini kıran bir felakete uğratılacaklarını anlarlar. Ya da Belini bükecek bir felaketle karşı karşıya kaldığını anlar.

بَاسِرَةٌۙ   donuk, asık, kararmış, kederinden ekşimiş demektir.

Allah’tan gelen Hakikati, Dini inkâr eden, bundan dolayı da Âhirete hazırlanmayanların yüzü karşılaştıkları sonuçtan dolayı böyle perişan, asık, mutsuz olacak.

Asık ve perişan yüzler, başka âyetlerde başka ifadelerle anlatılıyor. Kararmış yüzler (Âli İmran 3/106),

sıkıntıdan dolayı toza toprağa bürünmüş, karanlığa mahkûm edilmiş yüzler (Abese 80/40-41),

utançtan öne düşmüş, zilletle yıkılmış yüzler (Ğâşiye 88/2-3) gibi.

 

تَظُنُّ   zannetmek, bilmek, anlamak, sezmek

اَنْ يُفْعَلَ   yapılmak, uygulanmak

فَاقِرَةٌۜ    büyük belâ, büyük felaket (bel kemiğini kırarcasına). Bunun aslı fekara; bel kemiği demektir. O gün insan onun kırılacağını sanır. Araplar birisini bel kemiğini kırdıkları zaman: “fekartü’r-racülü-Adamı kırdım” derler. Tıpkı başa bir darbe vurduğu zaman: “raestuhu-başına (vurdum)” demesi gibidir. (İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, s: 1494)

“Zann burada, iyice, kesinlikle anlamak manasındadır.  Kişi anlar ki o gün kendisine o bel kıran uygulanacaktır.

Fâkıra, büyük belâ, korkunç felaket demektir ki belkemiğine isabet eden, yani belleri kırıp parçalayan şiddet mânâsından gelir.

Bazıları, devenin burnunu dağlamak mânâsına gelen "fakr" dan türemiş olduğunu söylemişlerdir. Birisi şiddetini, birisi de azabın acılığını ifade eder. Dilimizde "filan iş falancanın belini kırdı" tabiri var.

İşte Âhireti bırakıp sonunu düşünmeden yalnız peşin olana, dünyaya sevgi beslemenin neticesi, budur, bu beller kıran büyük belâdır.” (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 8/444)

İşte hakkı bile bile inkâr edenler, her türlü kötülüğü çekinmeden yapanların yüzü o gün sararıp solacak. Çünkü adeta beli kıracak denli dehşetli bir belânın geldiğini anlayacaklar.

Bu, cehennem azabının dehşetini anlatan farklı bir ifade.

Dünyada gerçekleri inkâr eden ve kötü işler yapan kâfirlerin ise yüzleri sararıp solacak, gönülleri mutsuz olacaktır. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 5/)

Tabi Âhirette yüzlerin asık olması bir sonuçtur. Sebebi belli: Kur’an’ın davetine sırt çevirmek, uyarılarına aldırmamak, Allah’a kulluk etmemek, zalim ve azgın olarak yaşamak.

Burada doğrudan inkârcı insanlara sesleniliyor. Dünyayı tercih edip Âhireti öteleyenlerin akıbeti muhakkak böyle olacak.

 

  • كَلَّٓا اِذَا بَلَغَتِ التَّرَاقِيَۙ ﴿٢٦﴾
  • وَق۪يلَ مَنْ۔ رَاقٍۙ ﴿٢٧﴾

 

26﴿ Hayır! Can boğaza gelip dayandığında;

27﴿  “Kimdir (bunu) iyi edecek?”dendiğinde,

كَلَّٓا  hayır, kesinlikle öyle değil. Bir önceki konuyla ilgili olarak, senin ölümle yok olacağına, Allah’ın huzuruna çıkmayacağına dair zannın yanlıştır. Bu aynı zamanda bir uyarıdır.

اِذَا بَلَغَتِ   geldiğin de, gelip ulaştığın da,

التَّرَاقِيَۙ   boğaz, köprücük kemikleri. Terâkî, ‘türkuve’ kelimesinin çoğulu olup boyundan, göğüs çukurundan kollara doğru olan köprücük kemiklerine denir. Ölmekte olan bir kimse için “can köprücük kemiğine ulaştı” denilir.

وَق۪يلَ  ve denilir,

مَنْ۔ رَاقٍۙ   kim şifacı, kim tedavi edici, kim hekim

Bu âyet ölüm anının sıkıntısını, inkârcı insanın dehşetini, ya da çevredekilerin  feryadını anlatmaktadır.

Can boğaza geldiğinde, sekerâtu’l-mevt başladığında etrafındakiler: Yok mu bir hekim, yok mu bir doktor? Bu hastayı kim tedavi edebilir? Bunu ölümden kurtaracak bir şifacı yok mu diye denilir. Özne belli değil.  

Sûre burada iki çeşit yüzün Kıyâmette bürüneceği durumu açıkladıktan sonra sözü ölüm anına getiriyor. Zira ölüm artık kıyâmete doğru açılan kapı, kişinin kıyâmetidir. Âhireti unutup dünyaya tapanların belini kıracak olan felaketin daha dünyada başlayacağı haber veriliyor.

İnsan bir daha uyarılıyor. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 8/445)

“Hayır, ne zaman ki can boğaza dayandığında..” "Kim tedavi edecek?" denilir.

Aslı ‘rukye’ olan ‘râkk ya da râkîyeh; çaresizlik hallerinde son bir tedbir olmak üzere başvurulan okuyucu, bir nefes edici veya sözle, fiille tedavi eden demektir. Ölüm halinde çağrılır. Üfüren ve muska yapan demektir. Buradaki anlam, deva bulması mümkün olmayan bir hastaya okuyacak birisini aramak” olur. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 6/544)

Böyle bir ifade ölümden kurtuluşu ihtimal dışı olduğunu olduğunu vurgular.

Bir âyette şöyle deniyor:

فَلَوْلَٓا اِذَا بَلَغَتِ الْحُلْقُومَۙ ﴿83﴾ وَاَنْتُمْ ح۪ينَئِذٍ تَنْظُرُونَۙ ﴿84﴾ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْكُمْ وَلٰكِنْ لَا تُبْصِرُونَ ﴿85﴾

“Kişinin canı boğaza dayanınca ve siz o zaman bakıp kalırken, Biz o kişiye sizden daha yakınızdır, ama görmezsiniz.” (Vâkıa 56/83-85)

Demek ki ölüm anında kişiye Allah’tan başka kimse yardım edemez. İstenildiği kadar şifa verici aransın. Ölüme karşı hiç kimse bir şey yapamaz.

İbni Abbas’tan gelen bir görüşe göre ‘terakiyeh’in aslı olan rakıye-yerka’ yukarı doğru çıktı, yükseldi’ demektir. Buna göre âyetin manası “Onun ruhunu alıp yukarı yükselecekler kimlerdir” olur. Rahmet melekleri mi, azap melekleri mi? (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3210)

Ancak birinci açıklama daha uygun bulundu.

Burada tecvid kurallarından ‘sekte-sesi kesme’ var. Bunun da iki nüktesi var. Eğer sekte yapılmadan okunursa ğunne olur ve sanki ‘merrak-çorbacı’ denmiş olur. İkincisi de nefes kesilir. Dolaysıyla ölüm anında nefesin kesilmesi hatırlanır. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 8/445)

 

  • وَظَنَّ اَنَّهُ الْفِرَاقُۙ ﴿٢٨﴾
  • وَالْتَفَّتِ السَّاقُ بِالسَّاقِۙ ﴿٢٩﴾
  • اِلٰى رَبِّكَ يَوْمَئِذٍۨ الْمَسَاقُۜ۟ ﴿٣٠﴾

 

28﴿ onun kesin ayrılış olduğunu anladığında;

29﴿ Ve bacaklar birbirine dolaştığında;

30﴿ İşte o gün sevkedilen yer sadece rabbinin huzurudur.

 ظَنَّ  zanne;İki anlamı var. İlki, bildiğimiz zannetme, ikincisi; bilmek, farketmek, anlamak. Burada kesinlik ifade eder.

اَنَّهُ muhakkak ki o

الْفِرَاقُۙ   ayrılık (özel ayrılık, yani bilinen ölüm ayrılığı)

الْتَفَّتِ dolaşmak, birbirine karışmak

السَّاقُ ayak, bacak

الْمَسَاقُۜ    sevk, götürülme, , gidiş demektir.    

Yok mu bir şifa veren diye söylense de kişi ölümün kesin bir ayrılış olduğunu bizzat anlar. Zanne fiili bu ifade eder.

Kaçtığı, karşılaşmak istemediği, üstelik kendisini sevdiği şeylerden ayıran ölüm gelip çatmıştır.

el-Firak, ayrılık, ama sonsuz bir ayrılık. Dönüşü olmayan bir elveda.

Bu anı ummayan, ya da inanmayan, dünyayı tercih edip, Âhireti inkâr eden kişi, her şeyin bittiğini, dönüşü olmayan bir yola girdiğini, dışladığı, alay ettiği Âhiret hayatının başladığını anlar.  (Okuyan, M. Kısa Sûrelerin Tefsiri, 3/284)

Ölmekte olan artık dünya ile işinin bittiği, Allah’a doğru yöneldiğini anlar. 

Bu tam bir ayrılıktır. Sevgilisinden, sevgili dünyasından ve nimetlerden, zevklerinden, takıntılarından, tutkularından, hesaplarından; "elveda, elfirâk!" diye diye hem de.

İşte o zaman düştüğü dehşetten, şaşkınlıktan dolayı;

“Bacaklar biribirine dolaşır” Bu ifade tefsirciler tarafından ya lafzi olarak, ya da deyim manasıyla anlaşıldı. Deyim olarak; çok zorluk ve şiddetli bir durum demektir. Hem bu dünyada sevilen şeylerden ayrılma musibeti, hem de suçlu olarak Hesap yerine sürüklenme musibeti. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 6/545)

Bu deyim ölüm anında yaşanacak şeylerin, içine düşülen dehşetin boyutlarını gösterir. Öyleki ölüm acısıyle el ayak karışmış, bacak bacağa dolaşmıştır. Öyleki bacaklar ölür, kurur; artık kişiyi taşıyacak gücü kalmaz. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/346-349)

Yani dehşete düşme ve sıkıntı, ardarda gelecek. Allah’ın rahmetiyle esirdiği hariç hayatın son anı ile, Âhiretin ilk anında olabilecek sıkıntılar birbirine karışır.  Yani ölümün dehşetine bir de ondan sonra görülecek şeylerin verdiği sıkıntı eklenecek. Belâ belânın üstüne gelecek.

Bundan sonra gelen âyet buna işaret ediyor. Araplar ‘sâk-bacak’ı ancak zorluk ve mihnetler hakkında kullanırlar. Nitekim “kamet ed-dünya alâ sâk-dünya ayağa kalktı”, “kamet el-harbu alâ sâk-savaşa ayağa kalktı, koptu” cümlelerinde olduğu gibi. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/347. Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3210)

"O gün sevk ancak Rabb'inedir."

“MESÂK, sevk, (sâke-yesûku) mânâsına mimli mastardır.

‘Yani o gün o kişi yakalanır, başka birine değil, ancak Rabbine sevk edilir. Hesabı görülmek, cezası verilmek üzere zorla ve itile kakıla onun huzuruna götürülür. İşte dünyanın sonu. Bu Âhireti bırakıp da peşin olan dünyayı sevenlerin dünyada varacakları son, budur.

Âhireti sevenlerin kurtuluş ve sevgiliye kavuşma neşesiyle gülümsedikleri bu an, dünya sevgisine sarılmış kişiler için böyle elem verici bir ayrılık, sonsuz bir hicrandır.” (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 8/446)

 

  • فَلَا صَدَّقَ وَلَا صَلّٰىۙ ﴿٣١﴾
  • وَلٰكِنْ كَذَّبَ وَتَوَلّٰىۙ ﴿٣٢﴾
  • ثُمَّ ذَهَبَ اِلٰٓى اَهْلِه۪ يَتَمَطّٰىۜ ﴿٣٣﴾

31﴿ Fakat o (insan) hakikati tasdik etmedi ve namaz kılmadı ya da yönünü Allah’a dönmedi. (Lafzen: “Namaz kılmamıştı”. Burada sallâ fiili, bir sonraki âyette gelen “sırt dönmenin” mukabilidir ve “yönünü Allah’a dönmedi” vurgusu taşır.)

32﴿ (Aksine-dahası) tekzib etti (yalanladı), ve yüz çevirdi (sırtını döndü).

33﴿ Sonra da çalım sata sata (kasıla kasıla) ailesine gitti,  veya  sonra da salına salına kendinden yana olanlara gitti (gitmişti).

 صَدَّقَ    tasdik etmek, doğrulamak, onaylamak.

  صَلّٰىۙ namaz kılmak, dua etmek, yönelmek, desteklemek.

كَذَّبَ  yalanlamak,

 َتَوَلّٰىۙ     yüz çevirmek, arkasını dönmek, sırt çevirmek.

ذَهَبَ   gitmek,

اِلٰٓى اَهْلِه۪    ehline, (inanç) taraftarlarına,

يَتَمَطّٰىۜ    çalım satmak, böbürlenmek. Aslı ‘yetemettatu’ fiiilidir. Bu da tembellik ve ağırlıktan dolayı gerinmektir.

Buna göre âyetin manası: “Hak davete karşı ağır hareket etmek, gerinmek, ağırdan almaktır. Ki bunun içinde aldırış etmemek, kibir de vardır.

Müfessirlerin çoğuna göre buradaki ‘saddeka’; iman ilkelerini (İslâmı, vahyi) tasdîk etmek, kabul etmek şeklinde açıkladılar. Bir sonraki âyetteki yalanlama bunun zıddıdır. Bunu sadaka vermek diye de anlayanlar olmuş. ‘Sadaka’ aslında Allah’ın emrine uymadaki doğruluğu (tasdîk etmeyi) anlattığı için böyle söylenmiştir.

Ancak birinci anlam daha doğru görünüyor. Zira sadaka vermeyi Kur’an’da ‘tesaddaka’ fiili anlatır. İnsandan beklenen de Peygamberin getirip tebliğ ettiği Vahyi tasdik etme, gönülden bağlanmak, hayata uygulamnaktır.

Bu âyet 10. âyetteki ‘insan’ kelimesini açıkladığı söylenmiş. Yani bazı insanlar imanı tasdik etmediği gibi namaz da kılmadı.

İbni Abbas’a göre o insan, risâleti tasdik etmediği gibi, namaz da kılmadı. Rabbine dua etmedi, Peygamber’e salat ve selâm getirmedi.

Buradaki وَلَا صَلّٰىۙ   genellikle namaz kılmadı şeklinde anlaşıldı. O inkârcı insan Allahın kitabını tasdîk etmedi ve namaz kılmadı. Ya da Allahın kitabını veya Rasulüllah’ı yalanladı ve O’na itaat etmekten yüz çevirdi şeklinde. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/350. Zemahşerî, el-Keşşâf, 4/651. Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 3/423. el-Hâzin, Tefsir 4/374. Sa’dî, Tefsir, s: 880. Celâleyn, Tefsir. s: 578)

Kalbiyle iman etmemiş, bedeniyle de ibadet etmemiş diye de açıklanmış. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3210-3211)

Burada namazın önemine işaret var. Demek ki Allah’a ve Rasûlüne teslim olduktan, iman ilkelerini tasdik ettikten sonra müslüman ilk görevlerinden biri namaz kılmaktır. Böylece dil ile ikrar ettiği şeyin kalbinden mi geldiği, yoksa dilde mi kaldığı anlaşılır. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 6/545)

İnsanlar iki gruba ayrılır. Allah için verenler ve En Güzeli tasdik edenler. Bir de cimrilik edenler ve En Güzeli tekzib edenler. Her iki grubun kazancı da buna göre olacaktır.

فَاَمَّا مَنْ اَعْطٰى وَاتَّقٰىۙ ﴿5﴾ وَصَدَّقَ بِالْحُسْنٰىۙ ﴿6﴾ فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرٰىۜ ﴿7﴾ وَاَمَّا مَنْ بَخِلَ وَاسْتَغْنٰىۙ ﴿8﴾ وَكَذَّبَ بِالْحُسْنٰىۙ ﴿9﴾ فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْعُسْرٰىۜ ﴿10﴾

“Artık kim verir  ve sakınırsa, En Güzeli de tasdîk ederse, biz de onu en kolaya hazırlarız (onda başarılı kılarız).

Fakat, kim cimrilik eder, kendini Allah’a muhtaç görmez ve En Güzeli yalanlarsa, biz de onu en zor olana kolayca iletiriz.” (Leyl 92/5-10)

Buradaki tasdîk, Âhirette cömertliğe ödül verileceğine inanmak şeklinde de anlaşılabilir. İnkârcı tipler imanın getirdiği değerleri tasdîk etmezler.  Dahası bunların uyulması gereken değerler olduğunu kabul etmezler.

Burada inkârcı insan tipinin bir özelliği ‘velâ sallâ’ fiili ile anlatılıyor. Bu genellikle namaz kılmadı şeklinde anlaşılmış.

Ancak henüz inanmamış bir kimsenin namaz kılmamasından değil, Hakka teslim olmamasından söz edilmeli. Bu da onun yanlış tavrı ve tercihidir. Salat; yaslanmak, destek vermek manaları da var. İnkârcı insan Allah’tan yana değildir. Salat etmemek, Allah’tan yana olmamak, yönünü Allah’a dönmemek olarak anlaşılmalı. Bir sonraki âyetteki yüz çevirmenin, sırtını dönmenin zıddı olarak. (Okuyan, M. Kısa Sûrelerin Tefsiri, 3/288-289)

Dünyanın zevkine dalıp “o kıyâmet ne zamanmış?” diye soran inkârcı/günahkâr insan, hangi yüzle Rabbine varacak. Zira o hayatta iken ne imanı tasdik etti, ne Allah için bir iş yaptı. Ne sadaka verdi, ne namaz kıldı. Üstelik kıyâmeti, hesabı inkar etti. “Bunlar doğru değil” deyip Hak’tan, Allah’a kulluktan, Hesap Gününe hazırlanmaktan yüz çevirdi.

Böylesi bununla da kalmadı, ilâhi davetle alay ettikten sonra kurula kurula, çalım sata sata, kibirlenerek ehline, ailesine veya taraftarlarının yanına gitti. Ancak o dünyadan kesin bir ayrılıkla Rabbine sevkedilirken gülemeyecek. Büyük bir felaketin, dehşetli bir durumun kendisini beklediğini anlayacak. Asık ve kararmış yüzlü olacak. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 8/447)

Vahiy döneminde ve daha sonra, Allah (cc) kendi varlığı, kıyâmetin ve Âhiretin olacağını kesin ifadelerle söylemesine, bu günü inkâr edenleri acı bir azabın beklediğini söylemesine rağmen, kimileri bu hakikati tasdîk etmezler, yalanlayıp yüz çevirirler.

Kendilerine ulaşan hak davete ilgi gösterip gereğini yapacakları yerde, inatla, kör bir tassupla sırtını döner, kibirlenerek adamlarının yanına, ya da dünya zevklerine dönerler. Allah’a kulluk etmeleri gerekirken, kulaklarını tıkar, kalbinin kapılarını kapatırlar. Yalanladıkları için de Âhirete hazırlanmayı düşünmezler. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 5/)

 

  • اَوْلٰى لَكَ فَاَوْلٰىۙ ﴿٣٤﴾
  • ثُمَّ اَوْلٰى لَكَ فَاَوْلٰىۜ ﴿٣٥﴾

 

34﴿ Lâyıktır (o azap) sana, lâyık! Ya da (Ey insan!) Acı sonun yaklaştıkça yaklaşıyor!

35﴿ Evet Lâyıktır (o azap) sana, lâyık!  Ya da Evet, o sana yaklaştıkça yaklaşıyor!)

[Ama ey insan, akibetin geliyor her dakika] yakınına, daha da yakınına,  sonra yakınına, daha da yakınına!)

اَوْلٰى لَكَ  sana uygun, layık, yakın, gerekli. Aslı yakın olma anlamındaki ‘veliye’ fiili. Korkutma ve tehdit anlamında bir kalıp ifade. “Başına belâ bul. Sana ceza layıktır. Varacağın yer cehennem. Akıllı ol… yoksa” (Sarı, M. Arapça Türkçe Lügat, s: 1684)

اَوْلٰى   evlâ; falan kişi şuna daha uygun, yakın, ya da ehil demektir.

اَلنَّبِيُّ اَوْلٰى بِالْمُؤْمِن۪ينَ مِنْ اَنْفُسِهِمْ

  “Peygamber mü’minlere kendi nefislerinden daha evladır.” (Ahzab 33/6)

…. اِنَّ اَوْلَى النَّاسِ بِاِبْرٰه۪يمَ لَلَّذ۪ينَ اتَّبَعُوهُ   

“Doğrusu İbrahim'e en yakın(evlâ) olanlar, ona uyanlar, bu Peygamber ve iman edenlerdir...” (Âli İmran 3/68)

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَٓاءَ لِلّٰهِ وَلَوْ عَلٰٓى اَنْفُسِكُمْ اَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَب۪ينَۚ اِنْ يَكُنْ غَنِيًّا اَوْ فَق۪يرًا فَاللّٰهُ اَوْلٰى بِهِمَا  

“… (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır (evlâ’dır)…”  (Nisâ 4/135)

…   وَاُو۬لُوا الْاَرْحَامِ بَعْضُهُمْ اَوْلٰى بِبَعْضٍ ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِۜ

“… Allah’ın kitabınca, kan akrabaları birbirlerine (vâris olmaya) daha lâyıktırlar (evlâ’dırlar)...” (Enfal 8/75)

Bir görüşe göre اَوْلٰى لَكَ “ceza senin için ve sana daha uygun, münasiptir” demektir.

Başk bir görüşe göre yakın olma anlamında geçişli fiildir. “(kötü son) sana yaklaştı”,

Bu ifade “imtina et, kaçın, sakın, vazgeç” manasında kullanılır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 839)

اَوْلٰى لَكَ dört defa tekrar ediliyor. Bu ifade farklı şekillerde Türkçe’ye aktarılıyor: Ya da “Layıktır, sana o veyl ve helâk”.

“Sen kendini Yaradanı inkar etmeye cür’et ettikten sonra sana ancak böyle bir tavır yakışır.”

Bu, bir tür alaydır ve cehennemi hak edenlere denilir. Bir âyette benzeri var:

ذُقْۚ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَز۪يزُ الْكَر۪يمُ ﴿49﴾

“(Deyin ki:) “Tat bakalım! Hani sen güçlüydün, şerefliydin!?” (Duhân 44/49)

“En büyük veyl başına olsun”.

“Tekrar tekrar yazıklar olsun” Hak inanca saygı duymayıp bir de alay edenlere; “sana yazıklar olsun” denir.

“Sana oh olsun”. Azabı hak edeceği belli olanlara oh olsun, cezanı buldun, hak ettiğine kavuştun”, alay edenlere de “oh olsun, bakın hak ile alay etmek neymiş” demiş gibi.

“Gerektir, o belâ sana gerektir”, “Tekrar tekrar gerektir”. Böylece Âhireti inkâr edenler için azabı gerekli olduğu, şimdi dünyada, ileride Âhirette gerçekleşeceği haber veriliyor.

“İnkâr ettiğin şey yakındır, hem de çok yakın”. Bazıları Âhireti ve Hesabı inkâr etseler de, bunu uzak bir ihtimal görseler de, kıyâmet onlara ölümle çok yakındır. (Okuyan, M. Kısa Sûrelerin Tefsiri, 3/297-298)

Bu sûrenin 26-30. âyetlerinde inkârcıların bunu bizzat bilecekleri anlatılmıştı.

İnkârcılığın sonu işte budur:

“Sana layıktır, evet sana layıktır. Sonra yine sana layıktır. Tekrar sana layıktır.”

Evet, tehdit üstüne tehdit. Dört kötü fiile karşı dört tehdit. Zira tasdîk etmemek, namaz kılmamak, yalanlamak ve haktan yüz çevirmek… hepsi büyük hatalardır.

Bu hataları yapanlara sanki şöyle deniyor: “Sen hayatta iken sana veyl olsun. Ölüm anında sana veyl olsun. Dirileceğin gün sana veyl olsun. Cehenneme sürükleneceğin gün de sana veyl olsun.”

Hakkı tasdîk etmeyi terkettiğin için yerilmen sana uygundur. Ya da bu azap saha uygundur, sana layıktır.

“Daha uygun, daha layık” sözünün Arapça’daki manası; “helâk oluşa yakın olmak”tır. Sanki “kad velîte el-helâk-sen helâk olmaya çok yaklaştın”, ya da “el-vaidü evlâ lehu min ğayrihi-tehdit başkasına göre kendisine daha bir yakışır” denilmiş gibidir. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3211)

Bu tabir Arapça’da, “Gerektir o belâ, sana oh olsun” demek gibi dua ve öç alıp rahatlama manasında kullanılır.

Her ne kadar Rasûlüllah’a düşmanlık yapan azgın inkârcılar (özellikle Ebû Cehil) hakkında indiği söylense de benzer kimselere de hitap ettiği açıktır.  (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 8/447)  

 

  • اَيَحْسَبُ الْاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًىۜ ﴿٣٦﴾

 

36﴿ İnsan, kendisinin başı boş bırakılacağını mı sanır?

اَيَحْسَبُ   sanmak, zannetmek, hesap etmek (soru edatı-istifhâmi inkâri ile), Bu sorunun cevabı beklenmez. Cevap zaten sorunun içinde. Soruya konu olan şeyin tersinin doğru olduğu söylenmiş olur. İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor denilerek onun başıboş bırakılmayacağı vurgulanıyor.

Kendilerinin başıboş olduğunu zannedenlere uyarı yapılıyor. (Okuyan, M. Kısa Sûrelerin Tefsiri, 3/299)

 الْاِنْسَانُ  Bu sûrede beş defa yer alan insan kelimesi öncelikle inkârcı insan olduğu daha isabetli. Belirli insan, kendisinden söz edilen insan...   

اَنْ يُتْرَكَ  bırakılmak, terkedilmek.

 سُدًىۜ   boş bırakılmış, bir şeyle yükümlü tutulmamış, başı boş, kendi keyfine bırakılmış, bir şeyle ilişkisi olmamak demektir.

Çobansız otlayan, ağzına ne gelirse yiyen, başıboş gezen yularsız develere “ibilün südâ” denir.

Buna göre bazıları kendilerini yularsız deve gibi zanneder. Onu Yaratan sanki onu bu develer gibi başıboş bırakmış. Sanki yaptıkları yanına kâr kalacak...

Allah (cc) böyle düşünenlere;

اَفَحَسِبْتُمْ اَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَاَنَّكُمْ اِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ ﴿115﴾

“Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn 23/115) diyor.

İnsan, yaratıldıktan sonra öylesine başıboş bırakılacağını, hiç bir görev, sorumluluk almayacağını mı sanıyor?

Ya da kabir de terkedilip, dirilmeyeceğini , hesaba çekilmeyeceğini mi zannediyor? (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/351. Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3212)

İnsan kendini başıboş deve gibi düşünmemeli. İnsanla hayvan arasında çok fark vardır. Onlarda akıl ve irade yok. Onların amelleri iyi ve kötü olarak nitelendirilmez. Ama insan iyi de yapabilir, kötü de. Buna rağmen bazıları nasıl olur da sorumsuz olduklarını, öldükten sonra hesaba çekileceklerini kabul etmezler? İnsanları yaptıklarının ödül ve ceza olarak karşılık almaları aklın gereği değil mi? (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 6/546)

Allah (cc) 37. âyetten itibaren yeniden dirilişi inkâr edenlere kendi asıllarını, nasıl yaratıldıklarını hatırlatılıyor.

  • اَلَمْ يَكُ نُطْفَةً مِنْ مَنِيٍّ يُمْنٰىۙ ﴿٣٧﴾
  • ثُمَّ كَانَ عَلَقَةً فَخَلَقَ فَسَوّٰىۙ ﴿٣٨﴾

 

37﴿ Erlik suyundan dökülen bir nutfe değil miydi?

38﴿ Sonra o, alaka (rahime tutunmuş embriyo) olmuş, derken Allah onu yaratttı ve tesviye ettii

اَلَمْ يَكُ  değil miydi,

نُطْفَةً  nutfe, zigot, sperm,

مَنِيٍّ  meni, döl suyu, erkeklik suyu. 

يُمْنٰىۙ    akıtılan, atılan

ثُمَّ كَانَ  bundan sonra idi

عَلَقَةً embriyor, rahim duvarına tutunan

فَخَلَقَ    fe ile, yarattı, meydana getirdi

فَسَوّٰىۙ     şekillendirdi, şekil/biçim verdi, tesviye etti

  1. âyet öldükten sonra bir hayatın olduğuna güçlü bir delildir. İnsan hayatı, bir nutfeden başlıyor ve ölüme kadar tekâmül ediyor. Bunun yapan gücün var olduğuna inanan, o gücün bunu öldükten sonra da yapacağını kabul eder.

Burada insanın ana rahminde şekillenmesinden özlü bir şekilde söz ediliyor. 

İnkârcı ve hak davete karşı kibirli davranan, korkusuzca yalanlayan insana aslı, nasıl yaratıldığı, arkasından da kendisini bu şekilde yaratanın onu yeniden yaratmaya kadir olduğu hatırlatılıyor. Zımnen insanın kendi yaratılışa dönüp bakmasını, üzerinde tefekkür etmesini tavsiye ediyor.

İnsan aslı bir damla adi su değil midir? Öyleyse hangi cür’etle yukarıda sayılan hataları yapıyor? “Yeniden dirilişi (kıyâmet) ne zaman” diyor, bunun içn dünyalık yaşıyor. Hak daveti kabul etmiyor, yalanlıyor, Allah’a kulluktan yüz çeviyor.

İşte o bir damla suyu insan yapan kudret onu öldükten sonra da başka bir hayat için diriltmeye kadirdir.

Meni kelimesi Kur’an’da üç yerde geçiyor. Burada. Necm 53/45-46da ve

اَفَرَاَيْتُمْ مَا تُمْنُونَۜ ﴿58﴾ ءَاَنْتُمْ تَخْلُقُونَهُٓ اَمْ نَحْنُ الْخَالِقُونَ ﴿59﴾

Attığınız meniyi gördünüz mü (dikkat ettiniz mi)? Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz?” (Vakıa 56/58-59)

Yaratılış merhaleleri: Nutfe, alaka, mudğa ve tesviye

‘Nutfe’ aslında az bir suya denir. “natafe el-mâu-su damladı” denir. Yani insan sonunda erkeğin sulbünden ve kadının göğüs kemiklerinin arasından çıkan bir su değil miydi? (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3212)

Nutfe, döl yatağına akıtılan meninin karışımından oluşan, zigot denilen ilk aşama. Buna ereklik suyu da deniliyor. Ancak maksat bu olsaydı ‘meniyyün yümnâ’ denmesi yeterli olurdu. Ama ‘nutfe’ kelimesi de kullanılıyor. Bu da erkekten gelen tohumdan sonraki aşama, İnsan 76/2de geçen “nutfe-i emşâc-döllenmiş yumurta” olmalı.

Kur’an’daki edatlar âyetlerde farklı anlamlar olduğunu gösterir. Bunlardan biri de bu âyettir.

مِنْ مَنِيٍّ يُمْنٰىۙ  akıtılan meniden, buradaki min edatı, bazısı anlamındadır. Buna min-i teb’idiyye’ denir. Buna göre erkekten gelen hücrelerin tamamnın değil bir kısmının, ya da bir tanesinin insan olmak üzere döllendiği ifade edilmiş olur. (Okuyan, M. Kısa Sûrelerin Tefsiri, 3/302)

Kur’an insanın bir damla sudan yaratıldığına başka âyetlerde de işaret ediyor:

فَلْيَنْظُرِ الْاِنْسَانُ مِمَّ خُلِقَۜ ﴿5﴾ خُلِقَ مِنْ مَٓاءٍ دَافِقٍۙ ﴿6﴾ يَخْرُجُ مِنْ بَيْنِ الصُّلْبِ وَالتَّرَٓائِبِۜ ﴿7﴾ اِنَّهُ عَلٰى رَجْعِه۪ لَقَادِرٌۜ ﴿8﴾

“İnsan neden yaratıldığına bir baksın! Atılan bir sudan yaratıldı. (O su) sırt ile göğüs kafesi arasından çıkar. İşte Allah (başlangıçta bu şekilde yarattığı) insanı tekrar yaratmaya da kadirdir.” (Târık 86/5-8. Ayrıca bkz: Abese 80/17-19)

‘Nutfe’ sonra ‘alaka’ oluyor. Sonra Allah o ‘alaka’yı insan olarak dizayn edip yaratıyor. Âyette geçen كَانَ fiili bize “Kün fe yekûn–ol der o da oluş sürecine girer” (Bakara  2/117. Yâsîn  36/82. En’âm  6/73 v.d.) hakikatini hatırlatıyor.  

‘Alaka’; döllenmiş yumurtadan (zigotttan) bir hafta zarfında oluşan hücre topluluğunun şekli. Buna modern ilim embriyo diyor. Bu rahim duvarına asılı, yapışıktır.

Kur’an bu kısa bilgi ile insana kendi muhteşem yaratılışını hatırlatıyor.

 خَلَقَ fiili, yoktan var etmeyi değil, var olan bir şeyden başka bir şey var etmeyi anlatır. Bir çeşit dönüştürmektir. Yoktan var etme fiilleri; fetara, bede’a, enşee.

Buradaki yaratma ve tesviye fiilleri insanın ana rahmindeki gelişim sürecini, nutfenin mükemmel bir insana dönüşmesini anlatıyorlar. Allah bu fiilleri kendisine nisbet ediyor. Zira Allah’a rağmen bir yaratılış olmaz. Allah ana rahminde alakadan sonra mudğa ve arkasından cenin adını alan bu varlığı merhale merhale yaratıyor, tesviye ediyor, yani düzgün bir insan şeklinde tamamlıyor. Ona kendi ruhundan üflüyor, can veriyor.

Sevvâ fiili, insanın yaratılışının rastgele değil, düzgün ve planlı, bir yasaya bağlı olarak tamamlandığını anlatır. İnsanın yaratılışı, onun yaratılış gayesini gerçekleştirilecek bir şekilde yapılıyor.

Allah bu fiili de kendisine nisbet ediyor. Yani insanın mükemmel bir şekilde dizayn edilmesi, biçim verilmesi Allah’ın kontrolünde gerçekleşir. (Okuyan, M. Kısa Sûrelerin Tefsiri, 3/304)  

قَالَ لَهُ صَاحِبُهُ وَهُوَ يُحَاوِرُهُٓ اَكَفَرْتَ بِالَّذ۪ي خَلَقَكَ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ مِنْ نُطْفَةٍ ثُمَّ سَوّٰيكَ رَجُلًاۜ ﴿37﴾

Arkadaşı, ona cevap vererek dedi ki: “Seni topraktan, sonra bir damla döl suyundan yaratan, sonra da seni (eksiksiz) bir insan şeklinde düzenleyen Allah’ı inkâr mı ediyorsun?” (Kehf 18/37)

Kur’an insanın yaratılış aşamalarını şöyle anlatıyor:

اَلَمْ يَكُ نُطْفَةً مِنْ مَنِيٍّ يُمْنٰىۙ ﴿37﴾ ثُمَّ كَانَ عَلَقَةً فَخَلَقَ فَسَوّٰىۙ ﴿38﴾

“Sonra bu (zigot) alakaya (embriyo’ya) dönüştü. Derken (Allah) onu (insan biçiminde) yarattı ve tesviye etti (biçim verdi).” (Kıyâmeh 76/37-38)

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ ط۪ينٍۚ ﴿12﴾ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً ف۪ي قَرَارٍ مَك۪ينٍۖ ﴿13﴾ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًاۗ ثُمَّ اَنْشَأْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَۜ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِق۪ينَۜ ﴿14﴾

“Andolsun, biz insanı, çamurdan (süzülmüş) bir özden yarattık.

Sonra onu az bir su (meni) hâlinde sağlam bir karargâha (ana rahmine) yerleştirdik.

Sonra bu az suyu “alaka” hâline getirdik. Alakayı da “mudğa” yaptık. Bu “mudğa”yı da kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere de et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratık olarak ortaya çıkardık. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (Mü’minûn 23/12-14. Daha geniş olarak bir benzeri: Hacc 22/5. Mü’min 40/67)

‘Mudğa’; ceninin, üzerinde diş izlerini andıran şekiller taşıyan henüz uzuvları oluşmamış şekli demektir.

İnsanın ana rahminde bu aşamalardan geçirilerek yaratılması anlatıldıktan sonra, insanın iki eş olarak var edildiği söz konusu ediliyor.

  • فَجَعَلَ مِنْهُ الزَّوْجَيْنِ الذَّكَرَ وَالْاُنْثٰىۜ ﴿٣٩﴾
  • 39﴿Ondan iki eşi, erkek ve dişiyi yarattı.

فَجَعَلَ  fe ile, kıldı, yarattı, şekillendirdi,

الزَّوْجَيْنِ   iki cins, iki eş,

الذَّكَرَ  erkek,

وَالْاُنْثٰىۜ    ve ile, dişi, kadın

مِنْهُ  ondan,

Min harf-i cerr’i (edatı) ba’z ifade eder. Yani onun bir parçasından demektir.

Buradaki zamir müzekker. Dolaysıyla en yakın ve müennes olan nutfe ve alaka’ya göndermek isabetli olmaz. Meniye gönderilmesi durumunda, insan cinsini belirleyen hücrenin erkekten gelen erlik suyu olduğu anlaşılır.

وَاَنَّهُ خَلَقَ الزَّوْجَيْنِ الذَّكَرَ وَالْاُنْثٰىۙ ﴿45﴾ مِنْ نُطْفَةٍ اِذَا تُمْنٰىۖ ﴿46﴾

“O’dur ki iki çifti:Erkeği ve dişiyi, atılan meni nutfesinden yarattı.” (Necm 53/45-46)

Demek ki ceninin erkek veya dişi olmasını belirleyen menideki nutfe, şimdiki deyimle sperm’dir. Bunun seçimini yapan da Allah’tır. Erkek çocuk yaratmak dilerse, eril karakterli meni hayvancığını yumurtacığı aşılamakla görevlendirir. Kız çocuk yaratmak dilerse dişil damgası taşıyan meni hayvancığını görevlendirir. (Ateş, S. Yüca Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 10/184)

لِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ يَخْلُقُ مَا يَشَٓاءُۜ يَهَبُ لِمَنْ يَشَٓاءُ اِنَاثًا وَيَهَبُ لِمَنْ يَشَٓاءُ الذُّكُورَۙ ﴿49﴾ اَوْ يُزَوِّجُهُمْ ذُكْرَانًا وَاِنَاثًاۚ وَيَجْعَلُ مَنْ يَشَٓاءُ عَق۪يمًاۜ اِنَّهُ عَل۪يمٌ قَد۪يرٌ ﴿50﴾

Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah’ındır. O, dilediğini yaratır. Dilediğine kız çocukları, dilediğine erkek çocukları verir.

Yahut o çocukları erkekler, dişiler olmak üzere çift verir, dilediği kimseyi de kısır yapar. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla bilendir, hakkıyla gücü yetendir.” (Şûrâ 42/49-50)

İnsanları dilediği gibi, kadın ve erkek olarak yaratan O’dur. A’raf 7/11. Teğâbun 64/3) Rahimlerdekilere şekil veren O’dur. (Âli İmran 3/6) Hiç bir güç O’nun belirlediği cinsiyete müdahele edemez.

Bilim kadınını hücrelerini XX, erkeğin hücrelerine XY ile sembolize ediyor. Buna göre çocuğun cinsiyeti erkekten gelen hücre ile belirleniyor. Kadından X erkekten de X gelirse çocuk kız, erkekten Y gelirse çocuk erkek oluyor. (Okuyan, M. Kısa Sûrelerin Tefsiri, 3/304)

Peygamber’in (sav) dediği de b u gerçeği doğruluyor. “Çocuk, meni sıvısının tamamından değil, bir parçasından yaratılır. Her sudan çocuk olmaz. Ama Allah bir canı yaratmak dilerse kimse onu engelleyemez.” (Müslim, Nikâh/B.azl)

Burada Necm 53/45-46yı tekrar hatırlayalım.

وَاَنَّهُ خَلَقَ الزَّوْجَيْنِ الذَّكَرَ وَالْاُنْثٰىۙ ﴿45﴾ مِنْ نُطْفَةٍ اِذَا تُمْنٰىۖ ﴿46﴾

Rahime atıldığı zaman nutfeden (embriyo) erkeğiyle dişisiyle iki cinsi yaratan da O’dur. (Necm 53/45-46)

İnsanları ve hayvanları, hatta bitkileri eşey (çift), zıtlar hâlinde yaratan O’dur. O dilediğini, dilediği şekilde yaratır. Canlılardaki bu kadar çeşitlilik onun sonsuz kudretinin göstergesidir.

O (cc), bütün canlıları iki zıt kutuplu, üstelik basit bir sudan yaratmaktadır.  Onların bazısı erkek, bazısı da dişidir. (Mukâtil b. Süleymen, Tefsir, 3/294) Bu, ve insanın bir nutfeden, erkekli ve dişili yaratılması akılların alamayacağı bir gerçeklik, O’nun kudretinin isbatı, böyle şeyleri tabiatın yaratamayacağının delilidir. (el-Hâzin, Tefsir, 4/214)

Bu kadar Kudreti Yaratıcının gücü insanları yeniden diriltmeye de yeter.

وَاَنَّ عَلَيْهِ النَّشْاَةَ الْاُخْرٰىۙ﴿٤٧﴾

Ve gerçekten diğer yaratma da O’nun uhdesindedir. (Necm 53/47)

“Öteki yaratma-neş’ete’l-uhra” tamlaması genelde “öldükten sonra diriltme” olarak açıklanıyor. (Mukâtil b. Süleymen, Tefsir, 3/294)

Kıyâmet Sûresi, Âhireti inkâr edenlere, kendi yaratılış evrelerini, bu harika olayı yaratan gücü hatırlattıktan sonra bir soru ile sona eriyor.

  • اَلَيْسَ ذٰلِكَ بِقَادِرٍ عَلٰٓى اَنْ يُحْيِيَ الْمَوْتٰى ﴿٤٠﴾

 

40﴿ Peki bütün bunları yapan, ölüleri diriltemez mi?

 اَلَيْسَ  soru edatıyla, değil mi, ... yapamaz mı?  

بِقَادِرٍ   gücü yeten, kâdir olan, kudreti yeten

عَلٰٓى اَنْ يُحْيِيَ   dirilmeye, yeniden hayat vermeye,

الْمَوْتٰى   ölü, ölüler

Mekkeli müşrikler ve daha niceleri Âhireti ve Hesabı inkâr ettiler, ediyorlar. Allah (cc) onlara insanın yaratılışını hatırlatarak, bu inkârdan dönmelerini sağlamak istiyor. İnsanın nasıl yaratıldığına kısa temas ettikten sonra, bu olağanüstü olayı yaratan Allah’ın ikinci hayatı da yaratmaya gücünün yeteceği vurgulanıyor. (Okuyan, M. Kısa Sûrelerin Tefsiri, 3/307)

Benzer bir soru da Yâsîn’de soruluyor:

اَوَلَيْسَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِقَادِرٍ عَلٰٓى اَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْۜ بَلٰى وَهُوَ الْخَلَّاقُ الْعَل۪يمُ ﴿81﴾

“Gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, onların benzerini yaratmaya gücü yetmez mi? Evet yeter. O, hakkıyla yaratandır, hakkıyla bilendir.” (Yâsîn 36/81)

Mü’minûn 23/112-14de insanın yaratılış merhaleleri anlatıldıktan sonra söz yeniden dirilişe getiriliyor.

ثُمَّ اِنَّكُمْ بَعْدَ ذٰلِكَ لَمَيِّتُونَۜ ﴿15﴾ ثُمَّ اِنَّكُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ تُبْعَثُونَ ﴿16﴾

“Sonra (ey insanlar) siz bunun ardından muhakkak öleceksiniz.

Sonra yine muhakkak siz, kıyâmet gününde (tekrar) diriltileceksiniz.” (Müminûn 23/15-16)

İşte adi bir suya hayat veren, yağmurla/suyla ölü toprağı ve bitkileri dirilten, ölüden diri, diriden ölü çıkaran Allah (cc) ey insan seni başka bir hayat için yaratmaya, huzurunda toplamaya ve hesap sormaya kadirdir.

Kendi aslı üzerine tefekkür eden kimse, bunların Kim tarafından yapıldığını, planlandığını anlar. Yeniden dirileceğine inanır. İnanmakla kalmaz hayatını bu bilinçle yaşar ve O Büyük Hesaba hazırlık yapar.

Bu sûre okununca Rasûlüllah (sav) “Sübhâneke, belâ veya Sübhâneke Allahümme, belâ-Seni tenzih ederim, elbette kadirsin” dermiş. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/352. Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 8/448)