el-Mürselât Sûresi tefsiri etrafında bir online ders

Hüseyin K. Ece

07 Şubat 2021

24 Cemaziyel’âhir 1442

Selâm-Dortmund

 

  • بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

اِنَّهَا تَرْم۪ي بِشَرَرٍ كَالْقَصْرِۚ ﴿32﴾ كَاَنَّهُ جِمَالَتٌ صُفْرٌۜ ﴿33﴾ وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّب۪ينَ ﴿34﴾

هٰذَا يَوْمُ لَا يَنْطِقُونَۙ ﴿35﴾ وَلَا يُؤْذَنُ لَهُمْ فَيَعْتَذِرُونَ ﴿36﴾ وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّب۪ينَ ﴿37﴾ هٰذَا يَوْمُ الْفَصْلِۚ جَمَعْنَاكُمْ وَالْاَوَّل۪ينَ ﴿38﴾ فَاِنْ كَانَ لَكُمْ كَيْدٌ فَك۪يدُونِ ﴿39﴾ وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّب۪ينَ۟ ﴿40﴾ اِنَّ الْمُتَّق۪ينَ ف۪ي ظِلَالٍ وَعُيُونٍۙ ﴿41﴾ وَفَوَاكِهَ مِمَّا يَشْتَهُونَۜ ﴿42﴾ كُلُوا وَاشْرَبُوا هَن۪ٓيـًٔا بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿43﴾ اِنَّا كَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِن۪ينَ ﴿44﴾ وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّب۪ينَ ﴿45﴾ كُلُوا وَتَمَتَّعُوا قَل۪يلًا اِنَّكُمْ مُجْرِمُونَ ﴿46﴾ وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّب۪ينَ ﴿47﴾ وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمُ ارْكَعُوا لَا يَرْكَعُونَ ﴿48﴾ وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّب۪ينَ ﴿49﴾ فَبِاَيِّ حَد۪يثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ ﴿50﴾

32-33﴿ O, kütükler kadar, koca sütunlar kadar kıvılcımlar fırlatır.

34﴿ Yalanlayanların o gün vay hâline!

35﴿ Bu öyle bir gündür ki artık konuşamazlar.

36﴿ (Zamanı geçtiği için) kendilerine izin de verilmez ki mazeret bildirsinler.

37﴿ Yalanlayanların o gün vay hâline!

38﴿ İşte bu, ayırım günüdür; sizi ve sizden öncekileri bir araya getirdik.

39﴿ Bir planınız varsa haydi bana karşı uygulayın planınızı!

40﴿ O gün yalanlayanların vay hâline!

41-42﴿ Şüphe yok ki takvâ sahipleri gölgeliklerde ve pınar başlarında canlarının istediği çeşit çeşit meyveler arasında olacaklardır.

43﴿ "Yaptıklarınızın karşılığı olarak şimdi afiyetle yiyin için."

44﴿ İşte biz iyilik yapanları böyle ödüllendiririz.

45﴿ O gün yalanlayanların vay hâline!

46﴿ Siz de (dünyada) yiyin için, biraz daha faydalanın! Şüphe yok ki suça batmış durumdasınız!

47﴿ O gün yalanlayanların vay hâline!

48﴿ Onlara, "Allah’ın huzurunda eğilin!" denildiğinde eğilmezler.

49﴿ Yalanlayanların o gün vay hâline!

50﴿ Artık bundan (Kur’an’dan) sonra hangi söze inanacaklar?

 

  • اِنْطَلِقُٓوا اِلٰى ظِلٍّ ذ۪ي ثَلٰثِ شُعَبٍۙ ﴿٣٠﴾
  • لَا ظَل۪يلٍ وَلَا يُغْن۪ي مِنَ اللَّهَبِۜ ﴿٣١﴾

 

30-31. âyetin devamı...

Gölgelendirmeyen, ateşe karşı da bir faydası dokunmayan üç bölüklü bir gölgeye doğru yol alın.

Sûrenin başından beri inkârcıların yanlış oldukları hatırlatılıyor, çeşitli örnekler verilerek ibret almaları ve iman etmeleri sağlanmak isteniyor. Kur’an zaten inkârcıları bu şekilde sürekli uyarıyor. (Okuyan, M. Kısa Sûrelerin Tefsiri, 3/462-463)

üç bölüklü bir gölgeye doğru yol alın”

Buradaki “üç parçalı gölge”nın ne olduğu konusunda farklı yorumlar var.

-Bir yoruma göre o; yukarı doğru yükselen sonra üç kola ayrılan dumandır. Büyük ateşlerin dumanı böyledir. Yükseldiktçe kollara ayrılır. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3233)   

-Bir görüşe göre, cehennem yakıtlarının çıkardığı, üçe ayrılan yoğun dumandır. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/387)

-Başka bir görüşe göre bu gölge, önce alev, sonra kıvılcım, sonra dumandır. Kızgın yanan alevli ateşin en ileri hâlleridir.

Bunun başka bir âyette geçen kara gölge olduğu da söylendi.  (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3233)

 ف۪ي سَمُومٍ وَحَم۪يمٍۙ ﴿42﴾ وَظِلٍّ مِنْ يَحْمُومٍۙ ﴿43﴾ لَا بَارِدٍ وَلَا كَر۪يمٍ ﴿44﴾

“İnsanın içine işleyen bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serinliği ve hoşluğu olmayan kara bir dumanın gölgesinde bulunurlar.” (Vâkıa 56/42-44)

“Gölgelendirmeyen, aleve karşı karşı da bir faydası dokunmayan (gölgeye)...” Bu gölge, cehennem alevinden hiç bir şeyi önleyemez.

Görüldüğü gibi ikisinin özelliği birbirine benziyor.

اِنْطَلِقُٓوا   yürüyün bakalım, Müfessirler ikincisine tekrar derler.

Ancak bunu mesajı açıklayıcı te’kid, bedel veya atf-ı beyan şeklinde anlamak daha doğru. Zira bu âyet öncekinin anlamını açıklıyor ve tehdide konu olan cehennemin niteliklerini beyan ediyor.

لَا ظَل۪يل  lâ zalîl-gölgelemez; dünyada Hakkı yalanlamanın karşılığı, yani Cehennem karanlığını ifade eder.

Bu karanlık da üç katlıdır.  “Üç katlı veya üç kola ayrılmış karanlığa doğru gidin” deniliyor.

Karanlığın boyutu üç katlı olması veya üç kola ayrılması... Maksat?

Kur’an Cehennemin tabaka tabaka olduğunu söylüyor. (Zümer 39/16) Acaba kasıt bu mu?

Azabın cehennemliklerin altlarından ve üstlerinden gelecek... Yani azap onları çepeçevre kuşatacak olması... Buna göre üç sayısal ifade yerine çokluğu ve azabın şiddetini anlatmış olur.

Ya da ey cehennemlikler insanı duygu, düşünce ve eylem olarak kuşatan üç boyutlu gölgeye gidin.  Buna göre cehennemin dumanının yakıcı, boğucu ve kör edici gölgesine dikkat çekilmiş olur. (Okuyan, M. Kısa Sûrelerin Tefsiri, 3/464-465)

Buna karşın Allah (cc) iman edenleri, özellikle yedi önemli sâlih ameli işleyenleri koruyucu hiç bir gölgenin olmadığı o günde kendi arşının gölgesinde barındıracaktır. (Buhârî, Ezân/36 no: 660, Zekât/16 no:1423, Hudûd/19 no: 6806, Rikâk/24 no: 6479. Müslim, Zekât/91 no: 1031. Tirmizî, Zühd/53 no: 2391. Nesâî, Â.Kudât/2 no: 5380. Muvatta’, Şa’r/14)

Cehennemin dumanlı gölgesi ise harareti düşürmez, cehennemliği serinletmez, bir fayda da sağlamaz.

Bazılarına göre bu ifade susuzluk manasına da gelir. Serinlik vermediği dolaysıyla susuzluğa da çare olmayacağı söyleniyor. Bu da âyetin manasına uygun. (Okuyan, M. Kısa Sûrelerin Tefsiri, 3/465)

Bu demektir ki mü’minlerin sığındığı ve rahat ettiği Arşın gölgesinde onlara yer yok. Mü’minler orada rahat ederken mücrimlere; “hadi o üç çatallı, üç bölük olan gölgeye gidin” denilir. Kafirler belki de kendilerini korur diye ona doğru gidecekler.

Bu “üç çatallı, üç kollu” tabirinden anlaşılıyor ki o gölge, ne gölgelendirir, ne de ateşten korur. Zira çatallıdır ve çatallarının arasından alevler gelir. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 8/478-479)

 

  • اِنَّهَا تَرْم۪ي بِشَرَرٍ كَالْقَصْرِۚ ﴿٣٢﴾
  • كَاَنَّهُ جِمَالَتٌ صُفْرٌۜ ﴿٣٣﴾
  • وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّب۪ينَ ﴿٣٤﴾

 

32-33﴿ O, kütükler kadar, koca sütunlar kadar kıvılcımlar fırlatır.

34﴿ O gün yalanlayanların vay hâline!

اِنَّهَا muhakkak ki o

تَرْم۪ي  atmak

شَرَر  kıvılcım, ışık hüzmeleri

كَالْقَصْرِۚ   kütük, kütük gibi

كَاَنَّهُ   sanki o

جِمَالَتٌ   halatlar, develer

 صُفْرٌۜ    sarı

 

  1. âyet cenehennem ateşinin şiddetini bir kez daha ortaya koyuyor.

Dahası o cehennem kütük gibi kıvılcımlar saçar.

Şerar, şeraretü’nün çoğuludur. Bu da kıvılcım demektir. Kıvılcım ateşten etrafa sıçrayan parçalardır.

Burada bir benzetme var: Şerar kıvılcım, ışık hüzmesi olduğuna göre kıvılcımı kütükler kadar olan bir ateşi düşünelim... 

Kasr (çoğulu kusur); saray, yüksel yapı demektir.  Bu aynı zamanda kalın odun anlamında da gelir.

İbni Abbas demiş ki: Biz üç dirsek boyu ya da az kısa boyda ahşabı (kış için) kaldırırdık. Buna da ‘kasr’ adını verirdik. (Buhârî’den) (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/388)

Demek ki ateş saçan o çatallı duman öyle kıvılcımlar fırlatır ki her biri büyük bina gibi.

Aslında burada geçen ‘kasr-köşk/yüksek bina’ ve cimaletü’surf-kelimeleri ile kıvılcımların büyüklüğünü ve dehşetini anlatmak için teşbih yapıldı. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 8/478-479)

Said b. Cübeyr’e göre  kasr, ağaçların veya büyük hurma ağaçlarının düştüğü ya da kesildiği zaman geriye kalan kökleridir. Ya da gövdesidir.

Katâde develerin boyunları diye açıklamış.

Âyet cehennem kıvılcımlarını, kasr’a, rengini de sarı develere benzetti. Bu sarı develerden kasıt siyah develerdir. Çünkü araplar siyah develere sarı develer derlerdi.  Bunun sebebi de siyahlıklarının biraz sarı ile karışık olmasıdır. (İbnu’l-Cevzî, Zâdul-Mesîr, s: 1505)

-Bazılarına göre bu açıklama isabetli değil. Kurtubî’ye göre ‘cimâlatu sufr’ sarı halatlar demektir. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3233)

Ferraya göre ‘sufr’, siyah develer demektir. Zira sarı karışımı olduğu için onun siyahlığı pek görünmez.

-Bazılarına göre ayetteki kasr; büyük saray, ağaç kökü, hurma kütüğü ya da büyük ağaçların arta kalan kök kısmı, iri ağaç demektir.

-Bazılarına göre bu kıvılcım birbirine dolanan gemi halatları, köprü kalasları veya ateşten sıçrayan metal parçaları gibidir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/389-390)

Cimâlât’ı ‘cümele’ şeklinde okuyanlar oldu. Bu durumda mana; gemi halatları olur. Bu mana bir önceki âyette geçen kütük gibi kıvılcımlar ifadesini destekliyor. Böylece cehennemin adeta sarı gemi halatları gibi kıvılcımlar saçtığı anlatılmış olur. (Okuyan, M. Kısa Sûrelerin Tefsiri, 3/465)

Cimâlatu’s-sufr’a sarı develer anlamı verenler âyeti şöyle açıklamışlar; “Cehennem, kütükler gibi kocaman kıvılcımlar fırlatır. Her bir kıvılcım birer sarı (kızgın) deve gibidir 

Şerar; ateşten sıçrar sonra yere düşer ki onda hâlâ ateşin rengi vardır. Onun bu hâli de siyah develere benzer. (Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, s: 1841)

Ya da o Cehennem alevi o çatallardan böyle her biri büyük bina gibi, hem de böyle deve sürüleri gibi sarı sarı kıvılcımlar atacak. Kıvılcımları böyle olan bir ateşin dehşeti düşünülmeli. Böyle üç çatallı gölgeye sığınmak değil, gölgelik edinme, felakettir, hüsrandır. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 8/478-479)

Bu kıvılcımları develere benzetme yerine başka varlıklara benzetme daha uygun. ‘cimâlât’a deve, ‘surf’ kelimesine de sarısı çok olduğu için kara demek zorlama bir yorumdur. (Okuyan, M. Kısa Sûrelerin Tefsiri, 3/465)

  1. Bu hakikatleri de yalan sayanlara yazıklar olsun.

 

  • هٰذَا يَوْمُ لَا يَنْطِقُونَۙ ﴿٣٥﴾
  • وَلَا يُؤْذَنُ لَهُمْ فَيَعْتَذِرُونَ ﴿٣٦﴾
  • وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّب۪ينَ ﴿٣٧﴾

35﴿ Bu onların konuşamayacakları bir gündür. 

36﴿ Onlara izin de verilmeyecek ki özür dilesinler, (ya da mazeret bildirsinler). 

37﴿ O gün yalanlayanların vay hâline!  Ya da yazıklar olsun!

هٰذَا  bu

لَا يَنْطِقُونَۙ   konuşmak, burada konuşmayacaklar

وَلَا يُؤْذَنُ izin vermek, burada izin verilmeyece

يَعْتَذِرُونَ  özür dilemek, özür diliyorlar

Benzer bir âyette şöyle deniyor:

وَوَقَعَ الْقَوْلُ عَلَيْهِمْ بِمَا ظَلَمُوا فَهُمْ لَا يَنْطِقُونَ ﴿85﴾

Yaptıkları haksızlıktan ötürü, (azaba uğrayacaklarını bildiren) o söz gerçekleşmiştir; artık onlar konuşamazlar.” (Neml 27/85. Mü’minûn 23/108)

Ya konuşmaya mecâlleri kalmaz, ya söylecek sözleri, itiraza güçleri  olmaz.

Onların Hesap günü onların konuşmalarına , bir şey demelerine gerek yok ki... O gün Allah yalanlayanların günahlarını da, -varsa- sevaplarını hatırlatacak. Zira o gün söz hakkı, iş, hüküm verme O’na aittir. (İnfitâr, 82/19)

Tefsircilere göre bu Âhiret tablolarından biridir. Kur’an bunları farklı âyetlerde anlatıyor.

Mücrimlere “huzurda çekişmeyin” (Kâf 50/28) denilecek.

Ağızlarına mühür vurulur. Onların yerine elleri, ayakları konuşur. (Yâsîn 36/61. Fussılet 41/21)

Bu âyete bakarak, insanların mahşerde hiç bir şekilde konuşmayacakları söylenemez. Orada sevinç sözleri, mutluluk dilekleri, selâmlaşmalar olacak. Pişmanlık ve suçluluk itirafları, karşılıklı suçlamalar olacak.

Bazı âyetlerde mücrimlerin Hesap öncesi veya sonrası konuşacakları, tartışacakları söyleniyor. Mesela;

ثُمَّ لَمْ تَكُنْ فِتْنَتُهُمْ اِلَّٓا اَنْ قَالُوا وَاللّٰهِ رَبِّنَا مَا كُنَّا مُشْرِك۪ينَ ﴿23﴾

Sonra, "Rabbimiz Allah'a and olsun ki bizler ortak koşanlar değildik" demekten başka çare bulamazlar.” (En‘âm 6/23)

رَبَّنَٓا اَخْرِجْنَا مِنْهَا فَاِنْ عُدْنَا فَاِنَّا ظَالِمُونَ ﴿107﴾

“Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer (tekrar günaha) dönersek şüphesiz kendimize zulmetmiş oluruz.” (Mü’minûn 23/107)

قَالُوا رَبَّنَٓا اَمَتَّنَا اثْنَتَيْنِ وَاَحْيَيْتَنَا اثْنَتَيْنِ فَاعْتَرَفْنَا بِذُنُوبِنَا فَهَلْ اِلٰى خُرُوجٍ مِنْ سَب۪يلٍ ﴿11﴾

“Onlar da şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin. Günahlarımızı kabulleniyoruz. Şimdi (bu ateşten) bir çıkış yolu var mı?” (Mü’min 40/11)

İnkârcılar; “Cehennemde gerçeği gördüklerini, dünyada iken büyüklerine uyduklarını, ama onların kendilerini saptırdığını, şimdi onlara iki kat azap ver, onlara lânet et” diyecekler. (Ahzab 33/66-68)

وَلَوْ تَرٰٓى اِذِ الْمُجْرِمُونَ نَاكِسُوا رُؤُ۫سِهِمْ عِنْدَ رَبِّهِمْۜ رَبَّنَٓا اَبْصَرْنَا وَسَمِعْنَا فَارْجِعْنَا نَعْمَلْ صَالِحًا اِنَّا مُوقِنُونَ ﴿12﴾

“Suçlular, Rablerinin huzurunda boyunlarını büküp, “Rabbimiz! (Gerçeği) gördük ve işittik. Artık şimdi bizi (dünyaya) döndür ki, salih amel işleyelim. Biz artık kesin olarak inanmaktayız” dedikleri vakit, (onları) bir görsen!” (Secde 32/12. Fâtır 35/37)

Daha pek çok âyette mahşerde insanların konuşacakları söyleniyor.

Bunda bir çelişki yok. Zira farklı sahneler var, farklı durum anlatılıyor.

Muhtemel ki bu konuşma yasağı inkârcılara yöneliktir ve mahşerin bütün aşamalarında değil, hesap sorma (yargılama) esnasında olacaktır. (Okuyan, M. Kısa Sûrelerin Tefsiri, 3/469)

Ya da mücrimlerin bazı sahnelerde konuşacak hâlleri olmaz. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/391)

Mahşer, herkesin istediğini gibi konuşabileceği bir yer değildir. (Dünyada herkes arzu ettiği gibi konuşur, hatta nutuk bile atabilir. Ama mahşer günü…) Âyette çoğul kalıbı kullanılıyor. Bu ifadeyi inkârcılara yönelik bir tehdit olarak anlamak mümkün. Zira bağlam onlarla ilgili. (Okuyan, M. Kısa Sûrelerin Tefsiri, 3/468)

Onlara izin de verilmeyecek ki özür dilesinler.

فَيَوْمَئِذٍ لَا يَنْفَعُ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مَعْذِرَتُهُمْ وَلَا هُمْ يُسْتَعْتَبُونَ ﴿57﴾

“O gün zulmedenlere mazeretleri fayda sağlamaz, Allah’ı razı edecek amelleri işleme istekleri de kabul edilmez.” (Rûm 30/57)

 

يَوْمَ لَا يَنْفَعُ الظَّالِم۪ينَ مَعْذِرَتُهُمْ وَلَهُمُ اللَّعْنَةُ وَلَهُمْ سُٓوءُ الدَّارِ ﴿52﴾

“O gün zalimlere, mazeretleri fayda vermez. Lânet de onlaradır, kötü yurt da onlaradır.” (Mü’min 40/52)

Bu demektir ki Hesap zamanı kimse kendiliğinden konuşamayacak, bir mazeret ileri süremeyecek. Ya da yaptığı hatalardan dolayı özür dilemeyecek. Allah’ın (cc) izin vereceği kişiler konuşabilecek. Ama onlar da oarada sadece doğruyu söylecekler.

يَوْمَ يَقُومُ الرُّوحُ وَالْمَلٰٓئِكَةُ صَفًّاۜ لَا يَتَكَلَّمُونَ اِلَّا مَنْ اَذِنَ لَهُ الرَّحْمٰنُ وَقَالَ صَوَابًا ﴿38﴾

“Cebrail ve meleklerin dizi dizi durdukları gün, Rahman olan Allah'ın izni olmadan kimse konuşamayacaktır. Konuştuğu zaman da doğruyu söyleyecektir.” (Nebe’ 78/38)

Mücrimler, Âhirette fayda verecek bir delil, bahâne ileri süremeyecekler. Fayda verecek şeyleri söyleyemeyen, hiç konuşmamış gibidir.

Onlara şöyle denecek: “Yıkılın içerisine! Bana da söz söylemeyin!” (Mü’minûn 23/108)

Belki de oradaki durumu gördükten sonra günahları onları susturacaktır.

Kendisine nimeti vereni inkâr eden, nankörlük yapan kimsenin ileri sürebilecek ne gibi bir mazereti olabilir ki? (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3234)

Bu âyeti; “Özür dilemeleri için kendilerine izin verilmeyecektir” şeklinde de anlamak mümkün. O gün artık mazeret günü değildir.

Bu âyetler de Mahşer günü olacak hesaba çekilme gerçeğine bir daha

işaret ediyorlar.

Bu gerçeği, hesabı, mücrimlerin ateşi hak ettiğini, onun üç çatallı dumanını  yalan sayanlara veyl olsun!

 

  • هٰذَا يَوْمُ الْفَصْلِۚ جَمَعْنَاكُمْ وَالْاَوَّل۪ينَ ﴿٣٨﴾
  • فَاِنْ كَانَ لَكُمْ كَيْدٌ فَك۪يدُونِ ﴿٣٩﴾
  • وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّب۪ينَ۟ ﴿٤٠﴾

 

38﴿ İşte bu, ayırım günüdür; sizi ve sizden öncekileri bir araya getirdik.

39﴿ Bir planınız varsa haydi bana karşı uygulayın planınızı!

40﴿ O gün yalanlayanların vay hâline!

 

يَوْمُ الْفَصْلِۚ   fasıl, hüküm, ayırdetme günü 13. ve 14. âyetlerde geçmişti.

جَمَعْنَاكُمْ    toplamak, burada sizi topladık, âyet bağlamında sizi toplayacağız. 

الْاَوَّل۪ينَ     öncekiler

فَاِنْ كَانَ    şayet varsa

لَكُمْ sizin için, sizde

كَيْدٌ hile, tuzak

فَك۪يدُونِ   hile, tuzak kurmak

İşte bu, ayırım günüdür; Yevmu’l-fasl; yani cennetlikleri ve cehennemliklerin ayırdedileceği gün... (İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, s: 1505)

O fasıl günü Allah (cc) hak ile kullarının arasını ayırır. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/392)

O hesap gününün karar, hüküm olduğu, dünyada iken kimin haklı kimin haksız olduğunun, ödülü de cezayı da hak edenlerin  belli olacağı gün olduğu, ama özür dileme, bahane ileri sürme günü olmadığı tekrar hatırlatılıyor.

Evet o gün Allah (cc) Kur’an’ın muhataplarını ve önceden kendilerine elçi gönderdiği toplulukları mahşerde toplayacak. Herkesi hesaba çekecek. (Vâkıa 56/49-50)

جَمَعْنَا  cema’nâ, geçmiş zaman kipi, ancak konu mahşerle ilgili olduğu için gelecek zaman manası verilebilir. 

“Sizi, yani son vahiy geldikten sonra onu yalanlayanları... Öncekileri, yani kendi peygamberlerini yalanlayan ve bundan dolayı helak edilen önceki kavimleri... (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/392. İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, s: 1505)

Bir görüşe göre “siz ve öncekileri” ifadesi ile, vahyi yalanlayan ilk muhataplar olan müşrikler ve önceki inkârcılar kasdedilmiş olabilir. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3234)

Âyetin özellikle uyarı amacı taşıdığı dikkate alınırsa bu yorum isabetli görülebilir. Nitekim bir sonraki âyet bu tefsiri destekliyor.

Mürselât Sûresinin büyük bir bölümü inkârcıları muhatap alıyor.  Burada da öncelikle Ahireti yalanlayan inkârcılara hitap ediliyor.

Allah (cc) böyle olan öncekileri ve sonradan gelenleri mahşerde hesap için biraraya toplayacak.

Şüphesiz mahşere herkes gelecek. Ancak burada o günü reddedenlere bir tehdit söz konusu. (Okuyan, M. Kur’an-Kerim’den Mesajlar, 29-2/260)

وَاِنْ كُلٌّ لَمَّا جَم۪يعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ۟ ﴿32﴾

“Elbette onların hepsi (kıyâmet gününde) karşımızda hazır bulunacaklar.” (Yâsîn 36/32)

قُلْ اِنَّ الْاَوَّل۪ينَ وَالْاٰخِر۪ينَۙ ﴿49﴾ لَمَجْمُوعُونَ اِلٰى م۪يقَاتِ يَوْمٍ مَعْلُومٍ ﴿50﴾

“De ki: “Şüphesiz öncekiler ve sonrakiler, mutlaka belli bir günün belli bir vaktinde toplanacaklardır.” (Vâkıa 56/49-50)

Bu ayetler ışığında öncelikle Âhireti inkâr edenler, sonra herkes yeniden düşünmeli.

Mücrimlere cehennemden kurtulmak üzere;

“Bir planınız varsa haydi bana karşı uygulayın planınızı!” (diyeceğiz). Ancak bu soru da bir çare bulmaları için değil, orada çaresiz kalacaklarını açıklamak için... (Komisyon, Kur’an Yolu (DİB), 5/453)

Ayet; İslama düşmanlık eden, müslümanlara eziyet ve kötülük eden, İslami davete karşı çeşitli tuzaklar kuran, hayatı müslümanlara dar eden azgın inkarcılara meydan okuyor: “Hadi elinizde bir tuzağınız varsa, hodri meydan”, ya da “Bu hesabı göreni atlatacak bir hileniz var mı?” dercesine... (Okuyan, M. Kur’an-Kerim’den Mesajlar, 29-2/261)

Onlara denecek ki: “Allah (cc) burada dünyada O’nu yalanladığınız için size vadettiği azabı verecek. Bu hesap gününe kavuştunuz. Hadi şimdi bu cezalandırmadan kendinizi kurtaracak bir düzeniniz, bir planınız, bir çareniz var mı? Varsa yapın bakalım.” (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/392)

  1. âyet “Eğer bir hileniz varsa, hemen o hileyi yapın” diye açıklamak mümkün. Yani helâk edilmekten bir kurtuluş çareniz varsa, hemen devreye sokun. (İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, s: 1505)

Lehinize olabilecek bu çareyi uygulayın. Ama buna imkan bulamayacaksınız. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3234)

Şöyle de anlamak mümkün: Dünyada iken hakka karşı tuzak kuruyordunuz, mücadele ediyordunuz. Haydi burada da aynı şeyi yapın bakalım...

Bu, Hûd’un (as) sözüne benziyor:

مِنْ دُونِه۪ فَك۪يدُون۪ي جَم۪يعًا ثُمَّ لَا تُنْظِرُونِ ﴿55﴾

“Artık hepiniz bana karşı tuzak (hile) kurun. Bundan sonra bana mühlet vermeyin.” (Hûd 11/55)

Allah (cc) hakka karşı tuzak kuranlara karşılık verir.

اِنَّهُمْ يَك۪يدُونَ كَيْدًاۙ ﴿15﴾ وَاَك۪يدُ كَيْدًاۚ ﴿16﴾

“O (kâfirler) tuzak kuruyorlar, Ben de onların tuzaklarına karşılık veririm.” (Târık 86/15-16)

Bu açıklanan gerçekleri “yalanlayanlara veyl olsun!”

Sûre mücrimlerin Âhiretteki durumlarını kısaca anlattıktan sonra sözü takva sahiplerine getiriyor.

  • اِنَّ الْمُتَّق۪ينَ ف۪ي ظِلَالٍ وَعُيُونٍۙ ﴿٤١﴾
  • وَفَوَاكِهَ مِمَّا يَشْتَهُونَۜ ﴿٤٢﴾

41-42﴿ Şüphe yok ki takvâ sahipleri gölgeliklerde ve pınar başlarında canlarının istediği çeşit çeşit meyveler arasında olacaklardır.

الْمُتَّق۪ينَ  takva sahipleri

ف۪ي ظِلَالٍ  gölgelerde, gölge altında, gölgeliklerde

عُيُونٍۙ    kaynaklar, pınarlar, gözeler, ayn’ın çoğulu

 فَوَاكِه    meyveler, fakihe’nin çoğulu

مِمَّا   o şey ki, ondan

 يَشْتَهُونَۜ  iştahları çekiyor, iştah duyuyorlar 

Şüphe yok ki takvâ sahipleri gölgeliklerde ve pınar başlarında... Allah’ın emrettiklerini yerine getirerek O’nun cezalandırmasından korunan muttakilerin durumu böyle değil. Onlar hesaptan sonra Cenneti ve oradaki nimetleri hak ederler. Bu nimetlerden bir kaç tanesi sayılıyor. Rahatlık ve huzur veren gölgelikler,

Cennet ağaçlarının yanından akan pınarlar ve arzu ettikleri her çeşit meyveler.

Onlar o meyvelerden iştahları çektiği kadar yiyecekler. Onların zarar vereceklerinden bir korkuları olmayacak. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/392)

Başka âyetlerde de Cennetteki bu gölgeliklerden bahsediliyor.

مَثَلُ الْجَنَّةِ الَّت۪ي وُعِدَ الْمُتَّقُونَۜ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۜ اُكُلُهَا دَٓائِمٌ وَظِلُّهَاۜ تِلْكَ عُقْبَى الَّذ۪ينَ اتَّقَوْاۗ وَعُقْبَى الْكَافِر۪ينَ النَّارُ ﴿35﴾   

“Allah’a karşı gelmekten sakınanlara va’dolunan cennetin durumu şudur: Onun içinden ırmaklar akar, yemişleri ve gölgeleri devamlıdır. İşte bu, Allah’a karşı gelmekten sakınanların sonudur. İnkâr edenlerin sonu ise ateştir.” (Ra’d 13/35)

هُمْ وَاَزْوَاجُهُمْ ف۪ي ظِلَالٍ عَلَى الْاَرَٓائِكِ مُتَّكِؤُ۫نَ ﴿56﴾ لَهُمْ ف۪يهَا فَاكِهَةٌ وَلَهُمْ مَا يَدَّعُونَۚ ﴿57﴾

“Onlar ve eşleri gölgelerde, koltuklara yaslanacaklar. Onlar için orada meyveler vardır. Onlar için diledikleri her şey vardır. (Yâsîn 36/56-57. Ayrıca bkz: Nisâ 4/57. İnsan 76/14, Vâkıa 56/30 v.d.)

Onlara sıcaklık ve aşırı soğuk gibi eza verici şeyler dokunmayacak. Yukarıda üç çatallı, üç kat duman diye tefsir edilen gölgelikten söz edilmişti. Cehennemlikleri gölgelemeyen ve ateşten korumayan...

Burada ise onların yerine huzur ve mutluluk veren Cennet gölgeleri... (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/392)

Bunun bir benzeri:

اِنَّ الْمُتَّق۪ينَ ف۪ي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍۙ ﴿15﴾ اٰخِذ۪ينَ مَٓا اٰتٰيهُمْ رَبُّهُمْۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَبْلَ ذٰلِكَ مُحْسِن۪ينَۜ ﴿16﴾

Şüphe yok ki muttakiler cennetlerde ve pınar başlarındadır.Rablerinin kendilerine verdiğini alırlar. Çünkü onlar bundan önce muhsin idiler.” (Zâriyât 51/15-16)

Şüphesiz ki Cennette ve Cehennemdeki şeyler dünyada bizim bildiğimiz şeyler gibi değildir. Ancak Kur’an onları insan idrakine, insanların tanığı nesne, figür ve işlevleriyle tanıtıyor.

Muttaki kavramının, Allah’a karşı sorumluluk bilnciyle davranıp iman edenler ve sürekli sâlih amel işleyenler olduğunu hatırlayalım.

Dikkat ediyorsa her iki âyette de takva ile ihsan arasında bağ kuruluyor. Zira her ikisinde de “Allah’ın görüyormuş gibi, Allah’ı hesaba katarak davranma” anlamı var.

Müttakiler de ‘muhsinler’ de bu bilinç ile güzel davranılar, sâlih amel işlerler, kendilerine Cenneti kazandıracak ve Allah’ın razı olacağı işler yaparlar, iyi davranırlar, iyilik ederler.

Takva sahiplerine verilecek ödül bununla bitmiyor. Onlara şöyle denecek:

  • كُلُوا وَاشْرَبُوا هَن۪ٓيـٔاً بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٤٣﴾
  • اِنَّا كَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِن۪ينَ ﴿٤٤﴾
  • وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّب۪ينَ ﴿٤٥﴾

43﴿ "Yaptıklarınızın karşılığı olarak şimdi afiyetle yiyin için."

44﴿ İşte biz muhsinleri böyle ödüllendiririz.

45﴿ O gün yalanlayanların vay hâline!

كُلُوا   yeyin (emir), burada yiyebilirsiniz

اشْرَبُوا  için (emir), burada içebilirsiniz

هَن۪ٓيـٔاً afiyetle,  bir âyette ‘henîen merîen’ هَن۪ٓيـًٔا مَر۪ٓيـًٔا (Nisâ 4/4) geçiyor. Bir kalıp ifade; ‘afiyet olsun’ demektir.

بِمَا   ...na karşılık

كُنْتُمْ   ... idiniz,

 تَعْمَلُونَ   işliyorsunuz, yapıyorsunuz, öncesiyle yapmıştınız, işlemiştiniz...

اِنَّا  muhakkak ki Biz,

كَذٰلِكَ  böylece

نَجْزِي   karşılık veririz, veriyoruz

الْمُحْسِن۪ينَ   muhsinler, ihsan, iyilik yapanlar, güzel yapanlar.

Bir önceki ayetlerde sayılan cennet meyvelerinden “bu Cennet meyvelerin yeyin, Cennet kaynaklarından için...dilediğiniz gibi... Dünya hayatında yaptığınız güzel işlerin ödülü olarak. Çünkü siz bunları hak ettiniz. Size bir keder yok. İçtiğiniz ve yediğiniz şey eksilmeyecek, sona ermeyecek” denilecek.

كُلُوا وَاشْرَبُوا هَن۪ٓيـًٔا بِمَٓا اَسْلَفْتُمْ فِي الْاَيَّامِ الْخَالِيَةِ ﴿24﴾

“(Onlara şöyle denir:) “Geçmiş günlerde yaptıklarınıza karşılık, afiyetle yiyin, için.” (Hâkka 69/24)

كُلُوا وَاشْرَبُوا هَن۪ٓيـًٔا بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَۙ ﴿19﴾

“Onlara, “Dünya’da yapmakta olduklarınızın karşılığında afiyetle yiyin için” denir.” (Tûr 52/19)

İşte, dünyada iman edip sâlih amel işlemenin karşılığı Âhirette/Cennette böyle olacaktır. Muhsinler, yani güzel iş yapanların, çok çok iyilik edenlerin, Allah’ı görüyormuş gibi ibadet edenlerin, taatiyle O’na yaklaşmak isteyenlerin ödülü budur.

Bütün bunları hak edenlere Allah verecektir. Allah kimsenin (özellikle muhsinlerin) ecrini zayi’ etmez.

  وَلَا نُض۪يعُ اَجْرَ الْمُحْسِن۪ينَ ﴿56﴾ (Yûsuf 12/56. A’raf 7/170. Kehf 18/30. Âli İmran 3/171 v.d.)

Cennetliklere de; “afiyetle yeyin için..” denilecek... Bu ne güzel bir sonuç… Ne güzel bir müjdedir...

Allah’ın muttakilere bu ve başka ödüller vereceğine inanmayanlara, yalan sayanlara veyl olsun!

Sûre bundan sonra sözü yine mücrimlere getiriyor.

  • كُلُوا وَتَمَتَّعُوا قَل۪يلاً اِنَّكُمْ مُجْرِمُونَ ﴿٤٦﴾
  • وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّب۪ينَ ﴿٤٧﴾

46﴿ Siz de (dünyada) yiyin için, biraz daha faydalanın! Şüphe yok ki suça batmış durumdasınız!

47﴿ Yalanlayanların o gün vay haline!

 تَمَتَّعُوا  faydalanın

قَل۪يلاً   az

اِنَّكُمْ   muhakkak ki siz

مُجْرِمُونَ   mücrimler, günahkarlar, günah işlemeyi kişilik haline hetirenler, mücrim’in çoğulu

Muttakileri öven ve müjdeleyen âyetlerden sonra söz tekrar mücrimlere ve Âhireti yalanlayanlara dönüyor. Hem de tehdit ve uyarı ifadesiyle...

Peşpeşe geldiği için mücrimlere bu hitabın Âhirette olduğu (olacağı) zannedilebilir.

Ancak müfessirler bunun dünyada olduğu görüşündeler. “Yani “eceliniz gelinceye kadar, ömrünüzün kalan kısmında, dünya hayatında yeyin, az bir faydalanın bunlardan.” Sonuçta siz mücrimsiniz… Cürüm işleme yönünden siz, sizden öncekilere tabi oldunuz.” (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/392. İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, s: 1505)

Yani cezayı hak ettiniz. Cennetliklerin ulaştığı nimetlere asla ulaşamazsınız.

Âdeta, “ey yalancılar, siz Âhirete, Hesaba, Cennete ve Cehenneme inanmıyorsunuz. Dünyda bir müddet kalabilirsiniz, dünya zevklerinden bir müddet tadabilirsiniz. Ama bir müddet sonra yalanladığınız hakikatle karşılaşacaksınız” deniyor.

“Çünkü siz, bile bile Âhirette size zarar verecek günahları zevkle yapıyordunuz. Uyarılara aldırmıyor, çağrılara kulak asmıyordunuz. Muttakilerin aksine sorumsuzca bir hayat yaşıyordunuz…”

Gerçekten böyle yaşamak insan için ne büyük bir kayıp, ne büyük bir hüsran..

Âyet dünya nimetleri ne kadar bol olursa olsun insan ömrü kısa, dünya ise fânidir. Ama bir gerçek var: Mücrimler cezayı hak ederler.

Bu nedenlere onlara tekrar; “O gün yalanlayanların vay hâline!” ya da “yazıklar olsun...” deniliyor. (Komisyon, Kur’an Yolu (DİB), 5/453)

 

  • وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمُ ارْكَعُوا لَا يَرْكَعُونَ ﴿٤٨﴾
  • وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّب۪ينَ ﴿٤٩﴾

 

48﴿ Onlara, "Allah’ın huzurunda eğilin!" denildiğinde eğilmezler.

49﴿ O gün yalanlayanların vay hâline! Ya da yazıklar olsun!

وَاِذَا ق۪يلَ  şayet denilirse,

لَهُمُ  onlara

ارْكَعُوا rukû’ edin (emir)

لَا يَرْكَعُونَ   rukû’ etmiyorlar, etmezler 

Bu konuda iki yorum var: Birincisi; İbni Abbas’tan gelen görüşe göre Âhirette inkârcılar ‘rukû’ edin’ denildiği zaman rukû’ yapamayacaklar. Zira onlar dünyada iken bu yapmamışlardı. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/393)

İkincisi; Âhireti inkâr edenlere, müşriklere, kafirlere; rukû’ edin, Allah’ın huzurunda saygı ile eğilin, yani namaz kılın denildiği zaman... Doğru olan görüş budur. (İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, s: 1505)

Bunu yapmazlar. Zaten iman etmiyorlar ki, imanın gereği ibadetleri yapsınlar. Âlemlerin Rabbi Allah’ı tanımıyorlar ki, O’nun makamı önünde saygı ile dursunlar...

Bu emrin dünyada verildiğini söylemek gerekir. Zira Âhirette amel yok, hesap var.

Bunu şeyle de anlamak mümkün; Mücrimler, ruku’ emrini dinlemezler. Yani onlar Allah’ın emrine ve nehyine muhalafet ederler. Emrettiklerini yerine getirmezler, nehyettiklerinden sakınmazlar. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/394)

Bu âyetle ilgili şöyle bir nüzûl sebebi anlatıldı: Hz. Peygamber onlara namazı kılmalarını söylediğinde; “Hayır, namazı kaldır, bu bizim için bir ardır” dediler.. Hz. Peygamber de “Rükûu ve secdesi olmayan dinde hayır yoktur” buyurarak onların yersiz isteklerini reddetmiştir. Ebu Davud, Ahmed b. Hanbel’den (Şevkânî, V, 417). Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3235. İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, s: 1505)

  • وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّب۪ينَ ﴿٤٩﴾

“O gün yalanlayanların vay hâline...” Korkutma ve uyarı tekrar edildi. Ama yukarıda geçtiği gibi bunu tekrar saymamak gerekir. Bir husu hatırlatılıp arkasından bunu yalan sayanlara veyl (yazıklar) olsun deniliyor.

Bir benzeri:

فَوَيْلٌ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ يَوْمِهِمُ الَّذ۪ي يُوعَدُونَ ﴿60﴾

“Uyarıldıkları günlerinden dolayı vay (veyl) o inkâr edenlerin hâline!” (Zâriyât 51/60)

  • فَبِاَيِّ حَد۪يثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ ﴿٥٠﴾

50﴿ Artık bundan (Kur’an’dan) sonra hangi söze inanacaklar?

فَبِاَيِّ   hangi

حَد۪يثٍ   söz

بَعْدَهُ  ondan sonra

يُؤْمِنُونَ   inanıyorlar, burada inanacaklar  

“Bundan sonra” zamiri Kur’an’ı gösterir.

Yani bu inkârcılar, her yönüyle mu’cize olan, Hz. Muhammed’in sadık bir elçi olduğunun delili olan, en doğru söz olan Kur’an’a inanmayacaklar da, hangi söze inanacaklar. (İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, s: 1505)

Kur’an’dan daha sağlam, daha doğru, daha hakikatli, daha rehber, başka mucize bir kitap var mıdır?

“Ey yalanlayanlar, açık delillerine, kesin isbatlarına, Allah’tan geldiği hak olduğu halde nasıl yalanlıyorsunuz da tasdik etmiyorsunuz?”

Şu âyetlerde geçen ‘hadis’ Kur’an olarak anlaşıldı. (Bkz: Mukâtil b. Süleyman, Tesir, 3/295, 286, 318. Sa’dî, Tefsir, s: 807, 820. Celâleyn Tefsiri, s:527, 537. Sa’lebî, Keşfu’l-Beyân, 5/584, 6/29, 96. Kurtubîi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2939, 2/2986)

اَفَمِنْ هٰذَا الْحَد۪يثِ تَعْجَبُونَۙ ﴿٥٩﴾

“Yoksa bu haberi mi (sözü mü) tuhaf buluyorsunuz?” (Necm 53/59)

اَفَبِهٰذَا الْحَد۪يثِ اَنْتُمْ مُدْهِنُونَۙ ﴿81﴾

“Şimdi siz, bu sözü mü (haberi mi) küçümsüyorsunuz?” (Vâkıa 56/81)

اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُۚ بَلْ لَا يُؤْمِنُونَۚ ﴿33﴾ فَلْيَأْتُوا بِحَد۪يثٍ مِثْلِه۪ٓ اِنْ كَانُوا صَادِق۪ينَۜ ﴿34﴾

“Yoksa “O Kur’an’ı kendisi uydurup söyledi” mi diyorlar? Hayır, (sırf inatlarından dolayı) iman etmiyorlar.

Eğer doğru söyleyenler iseler, haydi onun gibi bir söz getirsinler!” (Tûr 52/33-34)

 

Allah (st), bu inatçı mücrimlerin, bu haktan nasibi olmayan yalanlayanların hak kitap olan Kur’an’ı tasdik etmeyeceklerini de haber veriyor. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/394)

Şüphesiz ki iman edilecek en doğru, en aydınlatıcı, yol gösterici kitap Allahın kelamı Kur’an’dır.

وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ صِدْقًا وَعَدْلًاۜ لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِه۪ۚ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ ﴿115﴾

Rabbinin kelimesi (Kur’an) doğruluk ve adalet bakımından tamdır. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (En‘am 6/115)

“Mürselât Sûresinin genelinde inkârcıların yanlış inanç ve tutumları, bu yüzden uğrayacakları uhrevî cezalar hakkında bilgi verildikten sonra kurtuluş yolunun Kur’an’a inanıp onu izlemek olduğunu bildiren âyetle Sûre son bulmaktadır.

Son âyette her yönüyle mûcize olan Kur’an’a inanmayan inkârcıların, artık iman edecekleri herhangi bir sözün veya bir kitabın bulunmadığına işaret edilmektedir.” (Komisyon, Kur’an Yolu (DİB), 5/453)