Akleden bir kalb (ulu'l-elbab) hakkında bir online ders

Hüseyin K. Ece

13 Şubat 2021 - 01 Receb 1442

3.Ders

Zaandam-Hollanda

 

AKLEDEN BİR KALBE SAHİP OLMAK: Ulu’l-elbâb 2

 

-Sözlükte akıl

“Akl kelimesi “aklu’l-ba’îr-devenin bağı tabirinden türemiştir. Devenin bağlandığı ipe “akl” denilmesi, yürümesine engel olmasından dolayıdır.”   (Abduh, M-Rıza, R. el-Menâr Tefsiri (Çev.), 10/3729)

Bunun fiili olan ‘a-ke-le’ sözlükte; engellemek, alıkoymak, bağlamak, tutmak veya tutmaya gayret etmektir.

‘Akl’ isim olarak; akıl, idrak, muhakeme yeteneği, kavrayış, zekâ, gerçeği idrake götüren manevî kuvvet demektir. (Ece, H. K. İslâmın Temel Kavramları, s: 34)

 

-Kavram olarak akıl

Akıl, düşünme, anlama, kavrama gücü ve bilgiye ulaşma yeteneğidir.

Ikal/bağ anlamıyla şeyler arasındaki ilişkiyi/bağı çözer ve bağlantı kurar.

Bu anlamda aklın yeri kalbtir. (Bir önceki derste geçtiği gibi bazı âlimler kalb ile akıl aynı şey, bazıları da aklı kalbin bir faaliyeti sayarlar.)

Kişi bununla bir şey hakkında bilgiye ulaşır, o şeyle ilgili özellikleri korur, elde ettiği bilgileri inceler, yerine göre hatırlar.

Akıl bir takım emâre ve işaretlerden hareketle var olanı, bilgiyi algılar.

Engel olma anlamından hareketle akla; “insanı bilgi ile himaye eden,  onu tehlikeye sürüklenmekten koruyan yetenektir” demişler.

Kelâmcılarına göre bilgi kaynağı doğru haber ve duyulardır. Akıl onların verdiği bilgileri anlama ve yorumlama aracıdır. Onlara göre;

“Akıl, insanların kendisi vasıtasıyla iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırdıkları, birleşmesi gerekeni birleştirip, ayrılması gerekenleri ayırdıkları bir araçtır.” (Keskin, H. İslâm Düşüncesinde Bilgi Teorisi, s: 88)

 

-Kur’an’da akıl

Kur’an’da ‘akıl’ kelimesi isim olarak geçmez. “Akletme, aklını kullanma, düşünüp taşınma” anlamında fiil olarak 49 âyette yer alıyor.

Buna, içinde akletmek, anlamak, ibret almak, düşünmek, fıkhetmek, bakmak geçen âyetleri katarsak yüzlerce âyette akletmekten ve tefekkürden bahsedildiğini söyleyebiliriz. Demek ki o insan için, hayat için çok önemli.

Kur'an’ın onu isim olarak değil de, fiil olarak kullanması; hem düşünmenin önemine dikkat çekmek, hem de akletmenin aktif bir faaliyet ve sürekli olduğunu vurgulamak içindir.

Kur’an’a göre insanı insan yapan, onun fiillerine anlam kazandıran, sorumluluk yükleyen akıldır. (Bolay, S. H. TDV İslâm Ansiklopedisi, 2/239)

İnsan ile hayvanlar arasında biyolojik açıdan fazla bir fark yoktur. İnsanı onlardan farklı kılan şey onun akıllı ve iradeli bir varlık oluşudur.

Kur’an’a göre ‘akıl’, bilgi edinmeye yarayan güçtür. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 511)

Bununla beraber akıl var olanla Var Eden arasında bağ kurmayı sağlar.

Bu sebeple Kur’an’da aklını doğru bir şekilde kullanmayanlar kınanır, inkârcılar “aklını işletmeyenler”, sağır ve dilsizler (Bakara 2/171) olarak nitelenir. Böyleleri azabı hak ederler. (Yûnus 10/100)

Kur’an, aklını yeterince kullanma konusunda ilginç bir sahne anlatıyor. Cehennemliklere görevli melekler; “size uyarıcı (elçi) gelmedi mi?” diye sorunca onlar, “tabi geldi, ama biz onlara yalancı dedik”, sonra da “Eğer kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli ateşe girenlerden olmazdık.” (Mülk 67/8-10) derler.

Aklını gereği gibi kullanmayanlar...

اِنَّ شَرَّ الدَّوَٓابِّ عِنْدَ اللّٰهِ الصُّمُّ الْبُكْمُ الَّذ۪ينَ لَا يَعْقِلُونَ ﴿22﴾

“Şüphesiz, yeryüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, akıllarını kullanmayan sağırlar, dilsizlerdir.” (Enfâl 8/22. Bekara 2/171)

Gerçeği duymazlar, dilleriyle ikrar etmezler, gözleriyle görüp anlamazlar. Onların akılları bu noktada hiç bir işe yaramamaktadır.

Onların durumu hayvanlardan aşağı olmaktır. (A’râf  7/179) Zira hayvanlar kendilerine zarar verecek şeylerden kaçınır, faydalı şeylere yönelirler. Yaratılış amacını gerçekleştirirler.

Allah vahiyle âyetlerini farklı şekillerde açıklar. Sebep?

كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ۟ ﴿242﴾

“Akledesiniz diye Allah size âyetlerini böyle açıklamaktadır.” (Bekara 2/242. Âli İmran 3/118)

Gemilerin denizde yüzmesinde, yağmurun yağmasında, canlıların üreyip çoğalmasında, bulutların hareketlerinde aklını kullananlar için âyetler (belgeler, izler) vardır. (Bekara 2/164)  

 

-Akıl potansiyel bir güçtür

Allah (cc) hayatın devamını sağlamak, yaratılış sebebi olan denemeyi kazanmak ve hayatı güzelleştirmek için insana pek çok imkanlar, kabiliyetler veya güç verdi, veriyor.

Bunları dengeli ve yerinde, yani ifrata ve tefrite düşmeden kullanmak insana fayda, yanlış ve aşırı kullanmak zarar verir.

Bunlardan en önemli üç tane: ‘kuvve-i aklıyla, kuvve-i şeheviyye, kuvve-i gadabiyye’ dir.  

 

-Şehvet (iştah) kuvveti

Kuvve-i şeheviyye, insanın içindeki isteme gücüdür. Nefsin arzuları, her şeye karşı duyulan meyil, istek ve emellerdir, iştahtır.  

Kişinin yemek istemesi şehvet (iştah) olduğu gibi, mal, mesken, elbise, lezzetler, oyun ve eğlence, başka şeyler istemesi de şehvettir.

Şehvet kuvveti esasen olumsuz bir şey olmadığı gibi, insan için bir felaket de değildir. Tam tersine hem hayatın devamı, hem ihtiyaçları gidermek, hem de üretken olmak için gereklidir. İnsanda arzu, istek, hırs olmazsa, hem üretemez, hem de en zaruri ihtiyaçlarını karşılayamaz.

Ama insan bunu yerinde, ihtiyacı karşılayacak kadar kullanmazsa, şehvetinin, isteklerini, nefsin hevâsının esiri olursa; sapıtır, hatalar yapar.

 

-Gadap (öfke) kuvveti

Kuvvet-i gadabiyye; öfke refleksi, savunma iç güdüsü, hamiyyet duygusudur. Korkak, pısırık, cesaretsiz olmamaktır. Ya da bir şeyi yapmak üzere ortaya konan çabadır.

Kişi bu savunma gücü sayesinde kendini tehlikelere karşı korur. İffet ve şerefine sahip olur. Kızılacak yerde kızar. Zalimlere ve kötülere karşı mücadele verir. Düşmana karşı dinini, malını ve toprağını savunur.

Yalnız bunun da dengeli kullanılması esastır. Hiç kızmayan, öfkelenmeyen birisi de, yerli yersiz her şeye kızan birisi de işe yaramaz.

Gadap gücünü yerinde kullanmayan değerlerine yapılan saldırılara  aldırmazlar. Zalimlerin eziyetlerine katla­nır, her türlü rezalet ve kepazeliklere boyun bükerler.

Bunun tersi gereksiz yerde kızmak, ya da öfkeye hakim olamamaktır. Akılla, düşünceyle, adalet ve teenni ile hareket etmek yerine nefsin esiri olup zararlı işler yapmaktır.

“Öfke ile kalkan zararla oturur” öfkesine sahip olamayanlar için söylenmiştir. Haksız yere kızan veya öfkesine mağlup olan nicelerinin kendilerine ve çevrelerine aşırı zarar verdikleri bilinen bir gerçektir. 

 

-Akıl kuvveti

Akıl gücü insana doğuştan herkese verilen bir yetenektir. Ancak bu güç herkeste farklı farklıdır. Kişi ergenlik çağına ulaşıncaya kadar bu güç olgunlaşır, gelişir.

Akıl da diğer manevi kuvvetler gibidir. İyiye de, kötüye de kullanılabilir.

İnsana emânet edilen her üç dinamiğin en önemlisi akıldır. Bu aklın da selîm olması gerekir. Diğer iki tanesi bu selîm akla tabi olurlarsa yerinde ve dengeli kullanılabilir.

Bu üç dinamiği insana veren Allah (cc) onların nasıl kullanacağını, inanç ve değerler dünyasını nasıl inşa edeceğini öğretmek için iki imkan verdi:

Akıl ve vahiy.

Bunlar Allah’ın kullarına gönderdiği iki elçidir. Biri içimizdeki elçidir ki, bu akıldır. Diğeri de dışımızdaki elçidir ki, bu da peygamberdir.

Hiç kimse, içindeki elçiden faydalanma işini öne almadıkça dışındaki elçiden yararlanamaz. Akıl iman eden kimseye peygamberin tebliğinin doğruluğunu öğretir.

Bu durumda akıl yönetici, din yol göstericidir. İnsanlara elçiler aracılığı ile vahiy gönderilmesinin bir amacı da akla rehberlik etmektir.

Eğer aklın beslendiği kaynak vahiy, vahyin uygulaması Sünnet, hikmet ve âyetler ise; yani “akleden bir kalb” olursa isabetli karar verir, yanlıştan o kadar uzak olur.

İnsanda var olan kuruntu, hisler, hevâ sebebiyle akıl her zaman isabet etmeyebilir. Bundan dolayı sağlam bir dayanağa muhtaçtır.

Bu da Kur’an’a göre vahiydir. 

Akıl olmazsa din insan bünyesinde varlığını koruyamaz, din olmayınca da akıl yolunu şaşırır. (R. el-Isfehânî’den Komisyon, Kur’an Yolu, 2/495)

Kur’an nazarında vahiy ve akıl, birbiyle rekabet eden iki ayrı güç değil, birbirini tamamlayan bir ilişki içindedirler. (Bilgiz, M. Kur’an Açısından Vicdan ve Değeri, s: 65)

Aklın kılavuzu, dayanağı; nefsin hevâsı, hisler ve bencillik ise yanlış sonuçlara varır, yanlış kararlar verir, hikmete ve hidâyete ulaşamaz.

Nitekim Firavunun aklı da akıldı, Hz. Musa’nınki de.

Tarihten beri kişileri ve kitleleri felâkete, acıya sürükleyen nicelerinin akılsız oldukları söylenemez.

Tenha yerlerde bile Allah korkusundan kimsenin hakkına el uzatmayan dürüst adamınki de akıl, çıkarı için kitleleri bile imha etmekten çekinmeyeninki da akıl.

Zayıf birine attığı tokattan dolayı bir ömür pişman olan da akıl, atom bombasını icat eden de akıl.

Başkasının hakkını çalmak için cin gibi çalışan da akıl, devletin mumunu kendi şahsi işinde kullanmaktan korkan da akıl.

Aklını devre dışına çıkarıp çekinmeden cinayet işleyen de var, bütün bir ömrünü insanların saadeti için harcayanlar da var.

Zulmedenlerde de akıl var, kendini taşlayıp ayaklarını kan revan içinde bırakanlar için ellerini açıp “Yarabbi onları bağışla, bilmiyorlar” diyende de.

İnsanın İslâmın fazilet dediği ahlâki erdemlere ulaşabilmesi için gadap ve şehvet gücünün akılla kontrol edilmesi, vahiyle terbiye edilmesi gerekir.

Vahye uyan “akıl selîm akıldır, ya da akleden ve fıkheden kalb”tir.

Kur’an bütün insanları akletmeye, aklı gereği gibi ve yerinde kullanmaya davet ediyor.

 

-İşlevsel akıl

Kur’an’da aklın açık bir tanımı yok. Ama ilgili âyetlere bakılırsa onun işlevsel olduğu anlaşılır. Zaten onun fiil olarak kullanılması da işlevsel olduğunu gösterir. Onun işlevi ile ilgili bir kaç örnek:

Akıl duyu organları aracılığı ile kendisine ulaşan bilgileri değerlendirir. Buna bağlı olarak hakla bâtılı birbirinden ayırabilir. (Nahl 16/78)

Fikirler ve kavramlar arasında mukayese yapabilir. (A’raf 191-195. 16/76. 27/59-64. 30/28. Naziât 79/27)

Varlıkları yaratılış, amaç, anlam ve imkan açısından inceleyip onlar hakkında bazı sonuçlara, bilgilere ulaşabilir. Pek çok âyete göre akıl varlığı bütünüyle kuşatamaz.

Duyu organlarımzla mahsusûtı (duyumsanan şeyleri) gözleyip algılarken, aklımızla da ma’kulâtı (akla uygun şeyleri) idrak ederiz.

Kur’an aklın işlevselliğini (fonksiyonunu); taakkul (akletme), tefekkür (düşünme), tezekkür (zikretme-hatırlama) ve tefakkuh (anlama), tedebbür (tedbirli olma) fiilleri ile de anlatıyor.

Tezekkür, yönü geçmişi gösteren düşüncedir, hafızaya tekabül eder.

tedebbür, yönü gelecek olana doğru olan ve tedbir üretmeyi hedefleyen düşüncedir.

taakkul, bu ikisi arasında bağ kurmaktır.

tefekkuh, derin anlama olarak bu üçünden elde edileni şimdi ve buraya taşımaktır.

tefekkür ise bu süreçlerin tümünü kapsar.

Bunların hepsi de olumlu düşünmeyi içerir ve (çabayı, gayreti, emek sarfetmeyi ifade eden) tefe’ul  kalıbından gelir.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an 1/262)

Aklın elbette bir çok görevi vardır. Bunlardan biri de doğru düşünme ve dış dünyayı tasavvur ederek algılama anlamına gelen “ta’akkul”dur.

Buna “temyiz edebilen akıl”, “akleden bir kalb”, ya da “akl-ı selîm”,  denilir.

Araştırmayan, düşünmeyen akıl, işlevini yerine getirmemiş demektir.

Eğer akıl sadece maddi ihtiyaçları karşılamayı beceriyorsa; bunu diğer varlıklar da yapıyor.

İnsanın farklılığı âyetleri düşünmesi, onlardaki hikmeti sezebilmesi, onları kavrayıp yeniden yorumlaması, bir şeyler üretebilmesi. Yaratılışı, varlığı ve görevini anlamasıdır.

Bir gerçeğe varabilmek için âyetler, işaretler, deneyler ve eserler (izler) aklın üzerinde yürüdüğü yoldur. Akıl bunlardan geçerek, bunların ifade ettiği gerçeğe ulaşır.

Çevredeki varlıklardan ve onlara ait özelliklerden hareketle bir Yaratıcının varlığına ulaşmak gibi.

İslâm akla bu kadar önem verirken, onu hiç bir zaman son karar yeri, bilginin, fayda-zararın son hakemi yapmamıştır. “Akıl çoğu İslâm düşünürüne göre tek başına hakkı bulamaz, hidâyete eremez. Eğer gerçek bilgiden yoksun olursa zanna veya hevâya tabi olur. (bkz: Yûnus 10/35, 36, 66) (Beşer, F. Bilgi Fıkıh İctihat, s: 34)

Bir şeyin iyi mi kötü mü olduğuna akıl bir noktaya kadar cevap verebilir. Ama mutlak doğruyu, mutlak faydayı ve eşyadaki nihâi amacı akıl bilemez.

İslâm, aklı son hakem sayan bütün rasyonalist, pozitivist düşünceleri ve felsefeleri reddeder.

Şunu da eklemek gerekir:

“Kur’an, aklı tüm faaliyetlerinde serbest bırakmış, hatta teşvik etmiştir. Kişinin bilgiyi nereden aldığı ile değil, onun hakikate uyup uymadığıyla ilgilenir. İşte bu da İslâmdaki fikir özgürlüğüdür.

Bilindiği gibi insanın değeri akıllı ve iradeli varlık oluşudur. Aklı olduğu için kullukla görevlidir, mükelleftir ve sorumludur. 

Allah’ın teklifleri (dinin emir ve yasakları) akılla idrak edilir. Akıl, bu tekliflerin sebebini, hikmetini, yerine getirildiği zaman faydasını, yerine getirilmediği zaman zararını anlayabilir.

 

-Akla benzeyenler

Kur’an akılla birlikte ona yakın anlamda bir kaç kavram daha kullanıyor. Hıcr, mütevessim, ulu’l-ebsâr, ulu’n-nühâ, ulul-elbâb gibi.  

Kur’an’da akla yakın anlamda birden çok kelime kullanıldığına göre bu kadar farklı akletmeler olmalı. Ya da aklın bu kadar farklı fonsiyonları var. (Beşer, F. Bilgi Fıkıh İctihat, s: 33)

 

1-Hicr

‘Hıcr’ katı, sert, cevher; bir çeşit taş demektir. Bunun fiil hâli bir şeyi engellemek, men etmek demektir. (Aklın da sözlükte engellemek anlamına geldiğini hatırlayalım) 

Hıcr, men etmek, alıkoymak anlamından hareketle akıl, fikir sahibi  demektir. Zira o da ayırdetme gücüne sahiptir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 4/40-42. en-Ne’âl, M. F. Mevsu’atu’l-Elfâzı’l-Kur’aniyye, s: 240)

Akla, sahibini kötülükten engellemesi yönüyle ‘nühâ’,

dengesizlikten alıkoyması sebebiyle de ‘hıcr’ ismi verilir.

Dolaysıyla Fecr 89/5. âyette geçen zi-hıcr’ tam akıl demek olur. (Beğavî, H. b. Mes’ud. Tefsir, 4/482. Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 9/190)

Bir kimse nefsine hâkim olabiliyor, onun zapturap altına alabiliyorsa ona ‘zî-hıcr’-akıl sahibi denilir.

 

2-Vesm/mütesevvim

Kur’an’da bir âyette geçen ‘mütevessimin’in aslı olan ‘vesm’; etki, iz ve belirti, ya da iz bırakma demektir.

Bunun masdarı olan ‘tevessüm’ zeki olmak, ferâset, anlayışlı olmak, bir şeyi özellikleriyle tanımaktır.

Buna göre ‘mütevessim’; kıyas yapabilen, ârif, öğüt tutan; sanki en ufak izleri bile okuyabilen, anlayabilen marifetli kimsedir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab,15/214. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 821)

“Bir şeyin dış görünüşünden, haricî özelliklerinden yola çıkarak, o şeyin hakikatini, özünü, iç yüzünü anlamak için gereken dikkat ve duyarlığı gösteren” (Zemahşerî Ve Râzî’den Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/524), ibret nazarıyla bakan kimsedir.

Bir âyette geçiyor. Allah (st) azgın bir kavmin üstüne pişirilmiş taşlar yağdırdı. “... Şüphesiz yok ki bunda, işaretleri okumasını bilen kimselerin (mütesevvimîn’in) alacağı nice mesajlar vardır.” (Hıcr 15/74-75)

 

3-Ulu’n-nühâ,

Ulu’; sahip olmayı ifade eder.

hâ’; Kur’an’da insanın akletme yeteneği ile ilgili kullanılan kelimelerden biridir.

‘Nühâ’ ‘nühiye’nin çoğuludur. Bu da ‘iyiyi kötüden ayırdıktan sonra kötü olandan yasaklayan, engelleyen akıl demektir. Çünkü o sahibini çirkin işleri yapmaktan alıkoyar. (en-Ne’al, M. F. Mevsûatu’l-Elfâzi’l-Kur’aniyye, s: 793. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 773)

İki âyette yer alan ‘ulu’n-nühâ’ da; derin kavrayış, anlayış, iz’an sahibi demektir.

Şüphesiz Allah’ın insanlar için yarattıklarında “akıl sahipleri (ulu’n-nühâ) için (Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren) deliller vardır.” (Tâhâ 20/53-54)

Kur’an burada akleden kalbe sahip olanları “ulu’n-nühâ” olarak da nitelendiriyor.

Ulu’n-nühâ, Allah’ın yarattığı bu muazzam kâinat düzenindeki sayısız deliller, belgeler (âyetler) üzerinde düşünürler. Bunların işaretiyle Hakka giden bir yolu bulurlar. Kendilerini sapıklığa, günaha, hataya, kötülüklere sürükleyen inanç ve fikirlerden uzaklaşırlar. (Tâhâ 20/128)

Isfehânî’ye göre Kur’an “ulu’n-nühâ” (Tâhâ 20/54, 128) ifadesiyle kalp sahiplerine hitap ediyor. (el-İsfahânî, R. el-Müfredât)  

“Yurtlarında dolaşıp durdukları, kendilerinden önceki nice nesilleri helâk etmiş olmamız, onları doğru yola iletmedi mi? Şüphesiz bunda akıl sahipleri (ulu’n-nühâ) için ibretler vardır.” (Tâhâ 20/128)

Zalimlik ve azgınlık yaptıkları için cezalandırılan toplumların hikâyesini duyduğu veya bildiği halde bundan ibret almayanlar akletmiyor demektir.

 

Şu notu ekleyelim:

Fuâd, hikmet, rüşd, şuur, furkan, hilm, nazar, fehm, dirase/ders, ma’rifet/irfan gibi kelimeler doğrudan aklı anlamında olmasalar da aklın sahasına girdiğini söylemeliyiz.

Sıra geldi akleden bir kalbe sahip olma başlığına...

 

4-Ulu’l-elbâb: Akleden bir kalb

Elbâb’, ‘lübb’in çoğuludur. ‘Lübb’; sözlükte her şeyin katışıksız özü, cevheri ve hakikatidir. 

Allah (cc), ancak günah kirlerinden arınmış akılların idrak edebileceği hükümleri “ulu’l-elbab” ile ilişkilendirmiştir. (Bekara 2/269) 

 ‘lebbe’ fiili hem ‘gerekli ve sabit olana’, hem de ‘bir şeyin en kaliteli haline ve en değerli yanına’ delâlet eder.

“Lebbe fülânün”; yani falanca kişi kirlerden, lekelerden uzak bir akıl sahib haline geldi denilir. (el-İsfehânî, R. el-Müfredât, s: 673)

Buna aklın zekâsı da denilmiştir.

Her ‘lübb’ün aklı vardır ama her aklın ‘lübb’ü olmayabilir. Yani her derin kavrayış ancak akılla mümkündür. Ama bazı akıllılar derin kavrayış sahibi olmayabilirler.

Bu nedenle Kur’an, Allah (cc) indirdiği hükümleri ancak ‘lübb sahibi-ulu’l-elbâb’ kimselerin hakkıyla anlayabileceklerini söylüyor.

“Sezme, anlama ve bir şeyin mahiyetini kavrama gücü” anlamına gelen bu kelime, daha çok insanın derunî, vicdanî âlemine ve gönül dünyasına hitap etmek maksadıyla kullanılır.

Kaf 50/46. âyette geçen kalb bir çok müfessir tarafından lübb (derin anlayış sahibi yürek) veya canlı, aktif akıl diye anlaşılmış. (Mesela; Mukatil b. Süleyman, Tefsir, 3/273. el-Ferrâ, Y. b. Z. Meâni’l-Kur’an, 3/80. Taberî, İbni Cerir, Câmiu’l-Beyan, 11/432. el-Cevzi, A b. M. Zâdu’l-Mesir, s: 1344. İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 3/378. Kurtubî, M. b. A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2895)

Nitekim pek çok meal de bunu Türkçe’ye ‘akıl’ olarak aktardılar.

 

Kalıp olarak ‘ulu’l-elbâb’;

lübb sahibi, yani derin kavrayış, basiret, iz’an veya akleden kalbe sahip olmak demektir. 

Kur’an’da bunun çoğul olarak gelmesi sadece akla değil, başta akletme yeteneğinin çıkış noktası olan tasavvur olmak üzere akletme sürecinin tamamını ve bu sürece dahil olan yetileri (melekeleri) ifade etse gerektir.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/915)

‘Lübb’ kelimesi akıl anlamında olmakla birlikte o sıradan bir akıl değil, akletmeyi bozacak etkenlerden/şaibelerden, kirlerden arınan öz ve salt, kaliteli akıldır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 673)

 

-Kur’an’da ulu’l-elbâb

Bu konuya uyarıcı bir âyet meali ile başlayalım:

“... Bilin ki azığın en hayırlısı takvadır. Ey ulu’l-elbâb (akleden kalb sahipleri), Allah’tan korkup-sakının (O’nu hesaba katarak davranın).” (Bekara 2/197)

Ulu’l-elbâb olmak, düşünen ve hakikate şâhit olan bir vicdan sahibi olmayı da anlatır. Hakka teslim olanlar işte bu düşünen vicdanın sesini dinleyenlerdir.

Kur’an’da ‘lübb’ kelimesi geçmez. Ulu’l-elbâb ise onaltı âyette geçiyor.

Lübb sahipleri (ulu’l-elbâb), bir âyette dinî emirleri yerine getirenlerin sıfatı olarak yer alıyor. (Ra’d 13/19-24)

Bu da ‘lübb’ün ne tür bir akıl olduğu konusunda bize bir fikir verir.

Akıl öncelikle bir ilişki kurma eylemidir. Akletme bu sürecin sonucunda sanki ‘lübb’ noktasına ulaşmaktadır.” (Beşer, F. Bilgi Fıkıh İctihat, s: 33-34)

Kur’an bazen akleden bir kalbe sahip olanlara (ulu’l-elbâb’a) hitap eder.

Zira ancak onlar hak ile bâtıl arasını hakkıyla ayırdedebilirler. Eşyanın hakikati hakkında marifet sahibi olurlar, konuyu anlarlar.

Bu demektir ki âyetler üzerinde düşünüp, onların ötesindeki gerçeği ancak ilim, basiret (ulu’l-ebsâr), ulu’l-elbâb, ulu’n-nühâ, iz’an sahibi olanlar anlayabilir.

“Bu örnekleri biz insanlar için vermekteyiz. Ancak âlimlerden başkası akletmez.” (Ankebût, 29/43)  

Ulu’l-elbâb’ın Kur’an’da hangi bağlamda kullanıldığına bir kaç örnek:

Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün peşpeşe gelişinde (Âli İmran 3/190-191. Zümer 39/21. Bekara 2/164) ulu’l-elbâb için ibretler, dersler vardır. Bu âyetlere bakan akıllı insanlar, onları yaratan Yüce Kuvvet’i idrak ederler.

Kısasta hayat olduğunu ancak ulu’l-elbâb (akleden bir kalbe) sahip olanlar anlarlar. (Bekara 2/179)

Kurtuluşun yolu aklı kullanmaktır. Kur’an bunu şöyle ifade ediyor:

“... Allah’tan hakkıyla korkup çekinin (ya da sorumluluk bilinciyle davranın)  ey akıl sahipleri (ulu’l-elbâb), belki felaha erersiniz.” (Mâide 5/100)

Bundan önce geçmiş toplumların ve peygamberlerin kıssalarında akıl sahipleri (ulu’l-elbâb) için ciddi ibretler vardır. (Yûsuf 12/111)

Kur’an, ulu’l-elbâb sahipleri öğüt alsınlar, üzerinde düşünsünler diye gönderildi. (İbrahim 14/52)

Eyyûb’a (as) şifa ve çok nimet verilmesinin bir sebebi de akıl sahiplerinin ibret alması, ders çıkarması içindir. (Sâd 38/43)

Tevrat da akıl sahipleri (ulu’l-elbâb) için bir öğüt ve doğruluk rehberidir. (Mü’min 40/54)

Allah (cc) ulu’l-elbâb’a kendisinden hakkıyla korkup çekinmelerini emrediyor. (Talak 65/10)

Ulu’l-elbâb Kur’an’da övülen ve müjdelenen kimselerdir.

“Tâğut'a kulluk etmekten kaçınıp, Allah'a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele.

İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri (ulu’l-elbâb) de onlardır.” (Zümer 39/17-18.  Ayrıca bkz: Ra’d 13/20-22)

Dört âyette ulu’l-elbâb, tezekkür fiili ile birlikte kullanılıyor:

Kur’an’da verilen örnekler üzerinde ancak ulu’l-elbâb sahipleri tezekkür eder. Buna göre tezekkür (derinlemesine düşünme veya hatırlama), vicdan sahibi, derin kavrayışa ve akla sahip olan, basiretli kimselerin işidir.

“... Ancak akıl sahipleri (ulu’l-elbâb) düşünüp ibret alırlar (tezekkür ederler).” (Bekara 2/269. Ayrıca bkz: Ra’d 13/19)

Bilenlerle bilmeyenlerin aynı olmadığını da doğrusu ancak akıl sahipleri (ulu’l-elbab) hakkıyla tezekkür eder. (Zümer 39/9)

Kur’an’da muhkem ve müteşabih âyetlerin yer almasının hikmetini veya Allah’ın âyetleri üzerinde ancak ‘ulu’l-elbâb’ sahipleri tezekkür ederler (düşünürler). (Âli İmran 3/7)

Bir âyette de ulu’l-elbâb, tezekkür ve tedebbür fiilleri birlikte geliyor:

“Bu mübarek bir kitaptır. Onu sana indiriyoruz ki âyetleri üzerinde düşünsünler (tedebbür etsinler) ve akleden kalbe sahip olanlar (ulu’l-elbâb) düşünüp ders çıkarsınlar (tezekkür etsinler)!” (Sâd 38/29)

Bu demektir ki ulu’l-elbâb, tezekkür ve tedebbür arasında bağ vardır ve bunlar ulu’l-elbâb’ın akleden bir kalbin faaliyetidir.

Şu âyette ibret almak kalbe bisbet ediliyor:

“Biz onlardan önce, kendilerinden daha zorlu nice nesilleri helâk ettik de ülke ülke dolaşıp kaçacak delik aradılar. Kaçacak bir yer mi var?

Bunda şüphesiz kalbi olanlar, şâhit olup kulak verenler için bir uyarı (ya da bir öğüt) vardır.” (Kâf 50/36-37)

Âyette lafzen “kalbi olanlar için” deniliyor. Söylemeya gerek yok ki, herkeste onun yaşamasını sağlayan yürek vardır. Buradaki o değil.  

Düşünen, anlayan, idrak eden, ibret ve öğüt alan, yapılan uyarılara kulak veren bir kalb. Bu âyette söz konusu edilen kalb ile Hacc 46. âyette geçen akleden kalb aynı olsa gerektir.

Akleden bir kalbe sahip olanlar, varlığın anlamını, hikmetini, sebebini ve bunun karşısında insanın konumunu anlamaya çalışırlar. Sonra varlığın boşuna yaratılmadığını anlayıp Var Eden’e teslim olurlar.

 Ama kalbleri katılaşanlar (Bekara  2/74. Zümer 39/22) ve hakikate kapalı (Muhammed 47/24. Bekara 2/7) olanlar, bu örnekler ve âyetler karşısında duyarsız kalırlar. Bir anlamda akıllarını işletmezler, derinlemesine düşünmezler.

 

-Akleden kalbi anlatan diğer kavramlar

1-Fıkheden bir kalb

Fıkıh masdarının fiili ‘fe-ka-ha’; bir şeyi bilmek, konuşanın sözünden maksadını iyice anlamak, kendisine hükmün iliştiği gizli manaya vâkıf olmak, bir şeyi derinlemesine bilmek gibi manalara gelir. (el-Curcânî, M. b. A. et-Ta’rifât, s: 170)

Fıkhetmek, bir şeyi idrak etmeye ve bilmeye delâlet eder. (İbni Fâris, Mekâyîsu’l-Lüğa, s: 717) Ya da bir şey derinlemesine bilmektir.

Fıkıh, elde olan bir bilgi aracılığıyla hazırda olmayan bir bilgiye ulaşma demektir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât; s: 577. İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 11/210)

‘Fıkıh’; Kur'an'da fiil olarak bir şeyi tam ve iyi anlamak, kavramak, bir şeyin hakikatini bilmek ve akletmek manasında kullanılmaktadır.

O halde fıkıh, söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde derin ve keskin anlayış, yapıcı akıl, kıvrak zekâ demektir.

Fıkıh, bilmek, anlamak gibi anlamlara gelen ‘ilm ve ‘fehm’ gibi kelimelerden biraz daha özel bir anlam taşır.

Fıkıh sahiplerine, fıkhedenlere fâkih veya fakîh denir.

Mekke müşrikleri Allah tekliflerine vakıf olmaya çalışmadıkları için fıkıhsızlıkla nitelendirildiler. (Nisâ 4/78)

Bir âyette "fıkh fi’d dîn’-dinde anlayış sahibi" şeklinde geçmektedir. (Tevbe 9/122)

Yine Kur’an, Allah’ı tesbih eden (O’nu noksan sıfatlardan uzak tutarak zikreden) yerlerin ve göklerin ve içlerinde yer alan her şeyin tesbihini insanların anlayamayacaklarını (fıkh edemeyeceklerini) söylüyor. (İsrâ 17/44)

Din’de derin kavrayış sahibi olmak biraz özel bir anlamdır. Din’in hükümlerini, bunların inceliklerini, dayandığı temelleri ve amaçlarını, fayda ve hikmetlerini derin anlayışı, geniş kavrayışı olanlar (fıkhedenler) daha iyi bilirler.

Bir hadiste şöyle deniyor: “Allah (cc), kimin için hayr dilerse, onu dinde fıkh sahibi (dînî hükümlerin inceliğini kavrayan) kılar.” (Darimî, Mukaddime/24 no: 231. Buharî, İlim/10)

Kavram olarak ‘fıkıh’ sözlük anlamına yakın; şer’î (veya amelle ilgili) hükümleri ayrı ayrı delillere dayanarak bilmektir. Ebu Hanife (ra) fıkh’ı şöyle tanımlıyor: “Kişinin lehinde ve aleyhinde olan hükümleri bilmesidir.”

Kur’an’a göre fıkhetmenin de gerçekleştiği yer kalbtir.

Bir çok âyette kendi özgür iradeleriyle kalblerini hakikate örten ve kulaklarını duymaktan alıkoymak sûretiyle kendilerini vahiyden, hidâyetten mahrum edenler hakkında “fıkıh/fıkhetmeme” kelimesi kullanılır.

Kur’an’da “kalb-fıkıh” ilişkisinin fonksiyonel anlamda birlikte kullanılması oldukça anlamlıdır. Zira kalb var ama, fıkhetme yoksa işte o zaman insan hakikati anlamada zorluk çeker.

Fıkıh, hakikate doğru işlevsel aklın anlam alanıyla ilişkilidir.

Fıkheden kalb bir âyette geçiyor.

Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan (fıkhetmeyen),

gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik.

İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.” (A’raf 7/179)

Bu âyette kalb, fıkıh kelimesinin şimdi zaman kalıbıyla ve olumsuz olarak (lâ yefkahûne şeklinde) kullanıldı.

Dikkat edilirse Kur’an burada da anlama faaliyetini kalbe bağlıyor.

Bir âyette ise inkârcılara ve münafıklara hitaben:

“…Fakat, ne oluyor ki, bu topluluğa, hiç bir sözü anlamaya (fıkhetmeye) yanaşmıyorlar?” deniyor. (Nisâ 4/78)

İnkârcıların kalpleri vardır, ancak onunla kötülükleri (münkerleri) bırakmanın, sâlih ameller işlemenin, faziletlere sarılmanın dünya mutluluğunun kaynağı olduğunu kavramazlar. İmanla birklikte Âhiret mutluluğunun da bunlarla kazanılacağını idrak edemezler. Bu gibi güzellikleri Allah’ın dinine sarılmakla elde edileceğini anlamazlar.

Çünkü böyleleri; “... dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Onlar, Âhiretten temanen gafildirler.” (Rûm 30/7)

Bazıları fıtrat üzere yaratılmalarına ve kalbe sahip olmalarına rağmen, bu kalb ile fıkhetmezler, yani işi derinden derine anlamazlar.

İman etmek veya inkârcı olmak, itaat eden olmak veya âsi olmak bir kader (alınyazısı) değildir.

Allah (st) herkese akıl, irade ve –âyette geçtiği gibi- düşünebilecek kalbler verdi. Herkes kendi özgür iradesiyle -sonucuna katlanmak şartıyla- dilediği yolu seçebilir.

Nitekim yukarıdaki âyet bunu açıkça ortaya koyuyor ve kalb gibi bir imkana sahip olduğu halde bunu hayır yolunda kullanmayanları kınıyor.

Cehennemi hak edecek olanlar, akılları varken düşünmeyenler, gözleri varken görmeyenler, kulakları varken bir türlü Hakikatin sesini işitmeyen gafillerdir.

Kur’an, insanların Allah’ın verdiği yetenekler ile âyetler üzerinde kafa yormalarını, anlamalarını, gereğini yapmalarını tavsiye ediyor.

 

2-Ulu’l-ebsâr

Basiret sahipleri demektir.

“Ba-sa-ra-görmek” fiilinin masdarı olan “basîret (çoğulu ‘besâir)”; sözlükte, görme, doğru ve ölçülü bakış, uzağı görebilme, kavrayıştır.

‘Basar’ (çoğulu ebsâr) ise göz, yani görme organı veya görme kabiliyetidir. (İbni Manzur, M. b. M. Lisânu’l-Arab, 2/93. el-Cevherî, İsmail b. H. es-Sıhah, 2/227. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 63-64)

Aynı kökten gelen ‘mubsır’; aydınlatıcı (ziyâdâr), görünür kılan, aydınlık, göz açıcı demektir. (Yûnus 10/67. Neml 27/86. Mü’min 40/61)

Mubsır’ın çoğulu olan “mübsirûn’; gerçeği görenler, olup biteni kavrayanlar, gözlerini açanlar, kısaca basîretle davrananlar demektir.

Tıpkı ulu’l-ebsâr’a benzer. Bir âyette geçiyor:

“Takvaya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler (mübsırûn).” (A’raf 7/201)

“Basîr/basîret”; kuvvetli idrak, derin anlayış, işlerdeki kapalılıklara nüfuz edebilmedir.

Kavram olarak basîret; duyular üstü bir görmedir, idraktir, derin anlayıştır. Bu bir yönden kalbin görmesi, bir şeyin aslını ve gerçeğini idrak edebilme, bir şeyin iç yüzünü anlayabilmedir, ferasettir, işlerdeki kapalılıklara nüfuz edebilmedir. Galiba kalb ile görme buna denir.

Manevî körlük bunun karşıtıdır.

Bedendeki göz insanlarla hayvanlar arasında biyoljik olarak ortaktır. Kafa gözüyle bakan, baktığı şeyi dış görünüşü ile tanır. Işık, cisim, mesafe varsa eşyayı görür. Basîret sahibi ise, gördüğü şeyin gerçeğine ulaşır, duyuların ve hayâllerin ötesini idrak eder. 

Bundan dolayı her ‘basar-görme’ sahibi, ‘basîret’ sahibi değildir diyoruz.

Şu âyetin verdiği örnek oldukça dikkat çekicidir:

“... Görürsün, sana bakıyorlar (nazar ediyorlar), oysa onlar görmüyorlar (basarları, basiretleri yok).” (A’raf 7/198).

Peygamberi cisim olarak görüyorlar, ona bakıyorlar ama onu, onun davetini, onun görevini anlamıyorlar.

Kalbin dışarıya açılan iki penceresi vardır. Bu pencerenin biri, ‘duymak (semi’), diğeri ise ‘görmek (basar/basîret)tir’.

İlginçtir, Kur’an’da her iki fiil de kalbin bir faaliyeti olarak kullanıyor.

Sesleri duyan kimseye sağır denmez. Fakat Kur’an, Hakk’ı, âyetleri duydukları halde anlamayanlara, idrak etmeyenlere ‘sağır’, görmeyenlere ‘kör’ demektedir. (Enbiyâ 21/145. Hacc 22/46. Enfal 8/21)

Kalbin duyması; kulağın duyduğu şeyi anlaması, kavramasıdır.

İşte Kur’an’da üç âyette geçen “ulu’l-ebsâr” bu basîret gibidir. (Âli İmran 3/13. Nûr 24/44. Haşr 59/2)

Kur’an, yerde ve gökteki her şeyin Allah’ı tesbîh ettiğini, İslâm’a kötülük yapanları sağlam kalelerinin bile koruyamadığını, cezanın ummadıkları yerden geldiğini, korku içine düştüklerini haber verdikten sonra;

“...Ey basîret (derin kavrayış) sahipleri (ulu’l-ebsâr), ibret alın” (Haşr 59/1-2) diyor.

Birisi hak için, birisi bâtıl için karşıya gelmiş iki grubun durumunda basîret sahipleri (ulu’l-ebsâr) için büyük bir ibret vardır. (Âli İmran 3/13)

“Allah, geceyi ve gündüzü döndürüp duruyor. Şüphesiz bunda basîret sahibi (ulu’l-ebsâr) olanlar için bir ibret vardır.” (Nûr 24/44)

Görmesini, idrak etmesini, akletmesini bilen kalbler (ulu’l-ebsâr) kâinattaki kevnî (oluş) âyetlere bakar, ibret alır. Bunun hikmetini ve boşu boşuna yaratılmadığını düşünür.

Kur’an bu örneklerle insanın gönlüne hitap ederek uyuşan duyarlılığı ve duyguları uyandırmak, vicdanları harekete geçirmek istiyor.

Basîret sahipleri (ulu’l-ebsâr) gören, anlayan; basîreti olmayanlar ise kör (âmâ) kimselerdir. (Yûnus 10:43)

Onların bu körlüğü karanlık gibidir. Tıpkı görmenin, yani basîret sahibi olmanın nûr (aydınlık) olduğu gibi. (Fâtır 35/19)

Asıl körlük hakkında dikkat çeken bir âyet:

اَفَلَمْ يَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَٓا اَوْ اٰذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَاۚ فَاِنَّهَا لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّت۪ي فِي الصُّدُورِ ﴿46﴾

“(Seni yalanlayanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette akledecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (Hacc 22/46 vd.)

Âyette, kalbin akledici oluşundan bahsediliyor. Gerçek körlüğün göz körlüğü değil; gönül, basiret, vicdan körlüğü olduğu açıklanıyor.

“Kalpler kör olur...” sözleri mecazî anlamda gelmiş. Zira bilinen bir gerçek ki kalbin biyolojik olarak göz gibi kör olması söz konusu değildir.

Ulu’l-ebsar sahibi, yani basîretli olmak, imanla dolu, akleden bir kalbin ulaştığı yüce bir idrak ve kavrama yeteneğidir.  

Basîret aslında ilâhî bir nûr’dur. Allah’ın ‘el-Basîr’ isminin mü’minlerde bir yansımasıdır.

Sürekli sâlih amel işleyen mü’minlerin kalpleri tertemiz olduğu için basîretleri etkin haldedir.

İnsanların gerçekleri görmelerine ışık tuttuğu için Kur’an âyetlerine de besâir (basîretler) denilmiştir. (A‘râf 7/203. Kasas 28/43)

Basiret sahibi mü’minler kendi nefsilerine zulmettikleri zaman, hemen hatalarını anlarlar, kusurlarını ve eksikliklerini görürler ve düzeltme yoluna giderler. Günahta ısrar etmezler (Âli İmran 3/135)

 

-Sonuç yerine

Kalb odur ki; selim olsun, münîb olsun, mutmain olsun!

Kalb odur ki; akleden, fıkheden, fehmeden, müslim olsun! Ulu’l-elbâb olsun!

Akıl odur ki; selîm olsun, nûr olsun! Ulu’nühâ olsun! Sahibinin yolunu hidâyete, hayra, ihsana, ma’rufa, Cennete doğru aydınlatsın!

Göz odur ki; basiretli olsun, yürek ulu’l ebsâr olsun!

Akıl odur ki; hevâyı, İblisi, bâtılı değil, hakikati, vahyi rehber eylesin.

Bir film kahramanının dediği gibi; “Sahibini ateşten kurtaramayan aklı ve yüreği ben ne yapayım?”