Kâf Sûresi tefsiri etrafında bir online ders

Hüseyin K. Ece

14 Şubat 2021

02 Receb 1442

Selâm-Dortmund

 

﴿50﴾ سُورَةُ قۤ

  • بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
  • قٓ۠ وَالْقُرْاٰنِ الْمَج۪يدِۚ ﴿1﴾ بَلْ عَجِبُٓوا اَنْ جَٓاءَهُمْ مُنْذِرٌ مِنْهُمْ فَقَالَ الْكَافِرُونَ هٰذَا شَيْءٌ عَج۪يبٌ ﴿2﴾ ءَاِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًاۚ ذٰلِكَ رَجْعٌ بَع۪يدٌ ﴿3﴾ قَدْ عَلِمْنَا مَا تَنْقُصُ الْاَرْضُ مِنْهُمْۚ وَعِنْدَنَا كِتَابٌ حَف۪يظٌ ﴿4﴾ بَلْ كَذَّبُوا بِالْحَقِّ لَمَّا جَٓاءَهُمْ فَهُمْ ف۪ٓي اَمْرٍ مَر۪يجٍ ﴿5﴾ اَفَلَمْ يَنْظُرُٓوا اِلَى السَّمَٓاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِنْ فُرُوجٍ ﴿6﴾

 

1,2. Kâf. Şerefli Kur’ân’a andolsun ki kâfirler, aralarından bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve şöyle dediler: “Bu tuhaf bir şeydir!

3-“Öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı (dirilecekmişiz)? Bu, akla uzak (imkânsız) bir dönüştür!”

4-Şüphesiz biz, toprağın; onlardan neleri eksilttiğini bilmekteyiz. Yanımızda (o bilgileri) koruyan bir kitap vardır.

5-Hatta gerçek kendilerine gelince onu yalanladılar. Artık onlar kararsız bir hâldedirler.

6-Üstlerindeki göğe bakmazlar mı? Onu nasıl bina ettik, nasıl donattık! Onda hiçbir düzensizlik ve eksiklik yoktur.

 

-Nuzûl

Mürselât Sûresinden sonra ve Beled’den önce Mekke’de, bi’setin 5. yılında nâzil olduğu tahmin ediliyor.

Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yarattığı, yorulduğu için de yedinci gün dinlendiği şeklindeki yahudi inancını reddeden 38. âyetin Medine’de indiğine dair görüşler var. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/405.Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2885. İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, s: 1338)

 

-Konusu

Kâf Sûresi konu açısından bir iç bütünlüğe sahiptir denilebilir.

-Söze mukattaa harfleriyle başlayan pek çok sûre gibi Kur’an’ı överek başlıyor. Mekke döneminde iman konularına ağırlık veren diğer sûreler gibi, yeniden dirilmeyi inkâr edenlere bunun mutlaka olacağını haber veriyor. Allah’ın buna gücünün yeteceğine dair deliller getiriyor.

-Allah’ın göğü ve yeri yarattığına, gökten su indirdiğine, bununla yerde çeşitli bitkiler bitirdiğine dikkat çekiyor. Âhireti inkar edenlere ders veriyor: Bunları yapan Allah size diriltmeye kudreti yeter.

-Geçmişte vahyi (elçileri) reddeden ve azgınlık kavimlerden söz ediyor.

-Herkesin yaptıklarının kaydedildiği, kıyâmetin gerçekleşeceğini, insanların hesap verilen bununla geleceklerini, inkârcıların cehenneme atılacaklarını, takva üzere yaşayanların da Cennete konulacağını haber veriyor.

-Peygambere sabır, metanet diliyor, O’nu tesbih etmesini söylüyor ve tekrar yeniden dirilişi hatırlatıyor.

-Sûre ölümden kaçışın mümkün olmadığını, Kur’an’ın zikir olduğunu hatırlatarak sona eriyor.

 

-Fazileti

Kutbe b. Mâlik dedi ki: Rasûlüllah bize namaz kıldırdı ve Kāf Sûresinden onuncu âyete kadar okudu…” (Müslim, Salât/35(165) no: 1024)

Aynı sahabe Rasûlüllah ile sabah namazı kıldığını ve onun Kaf Sûresini onuncu âyete kadar okuduğu anlattı. (Müslim, Salât/35(166) no: 1024)

-kendilerine sabah namazı kıldırdığını ve Kaf Suresini 10. âyete kadar okuduğunu anlattı. (Müslim, Salât/35(166) no: 1025)

Ziyad b. Ilaka Rasûlüllah ile sabah namazı kılan amcasından duymuş, “o birinci rek’atte Kâf Sûresini onuncu âyete kadar okudu” demiş. (Müslim, Salât/35(167) no: 1026)

Cabir b. Semüra şöyle dedi: “Rasûlüllah sabah namazında Kaf Sûresini okurdu. Namazını kısa keserdi.” (Müslim, Salât/35(168-169) no: 1027-1029)

Hârise b. Nu’man’ın kızı Ümmü Hişam anlatmış: “Ben Kaf Sûresini Rasûlüllah’ın dilinden öğrendim. O her Cuma günü onunla hutbe verirdi. Bizim tandırımız ile Rasûlüllah’ın tandırı bir idi.” (Müslim, Cumua/13(51) no: 2014. Tirmizî ?

Ömer b. Hattab (ra) Ebû Vâkid Leysî’ye Rasûlüllah’ın Kurban ve Ramazan bayramlarında ne okuduğunu sormuş. O da şu cevabı vermis: “Kâf ve Kamer Sûrelerini okurdu.” (Müslim, S. Iydeyn/2(14-15) no: 2059-2060. Tirmizi, S. Iydeyn/33 no: 533)

 

  • بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

قٓ۠ وَالْقُرْاٰنِ الْمَج۪يدِۚ ﴿1﴾ بَلْ عَجِبُٓوا اَنْ جَٓاءَهُمْ مُنْذِرٌ مِنْهُمْ فَقَالَ الْكَافِرُونَ هٰذَا شَيْءٌ عَج۪يبٌ ﴿2﴾

1,2. Kâf. Şerefli Kur’ân’a andolsun ki kâfirler, aralarından bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve şöyle dediler: “Bu tuhaf bir şeydir!”

قٓ۠   huruf-u mukattaa’dan

الْمَج۪يدِۚ  şerefli, şanı, değeri çok yüksek

عَجِبُٓوا hayret etmek, acaip bulmak, burada hayret ettiler

اَنْ جَٓاءَهُمْ  onlara geldi diye

مُنْذِرٌ  inzâr eden, uyarıp korkutan

مِنْهُمْ  onlardan 

فَقَالَ  ... dedi

الْكَافِرُونَ kafirler, inkâr edenler

هٰذَا bu

عَج۪يبٌ  acaip, hayretâmiz, hayret edilecek şey

Kâf’ın ne olduğu konusunda tefsir kaynaklarında yer alan yorumları, tahminleri anmayı gereksiz görüyoruz. Çünkü bunlar sağlam dayanağı olmayan görüşlerdir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/405. Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2886. Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/225)     

Ayrıca huruf-u mukattaa’nın manası Allah’tan başka kimse bilemez. Bu da diğerleri gibi muhatabın dikkatini vahye, haber verilecek olanlara çekmek üzere geldi.

Bu harflerle başlayan sûrelerin çoğunda, bunlardan hemen sonra Kur’an’dan, kitaptan söz edilir.

1,2-Kâf. Şerefli Kur’ân’a andolsun ki...”

Sâd Sûresi de buna benzer ifadelerle başlıyor:

صٓ وَالْقُرْاٰنِ ذِي الذِّكْرِۜ ﴿1﴾

“Sâd. O hatırlatıcı (ya da öğüt) olan Kur’an’a andolsun (ki o, Allah sözüdür).” (Sâd 38/1-2)

“Bu Kur’an, âlemler için ancak bir öğüttür (hatırlatıcıdır).” (Sâd 38/37) âyetiyle bitiyor.

Kaf Suresi de “... O hâlde sen, benim uyarımdan korkan kimselere Kur’an ile öğüt ver” ifadesiyle bitiyor.

Sâd Sûresinde imanın esası olan Tevhide, burada ise öldükten sonra dirilmeye ve hesaba çekilmeye vurgu yapılıyor.

Allah (st) şerefli Kur’an’a yemin ediyor. Vav kasem içindir. Kur’an’da pek çok şeye yemin edildiği, pek çok sûrenin yeminle başladığını hatırlayalım. Harflerle başlayan 28 sûre var. Bunlarda 14. harf ve birleşimleri kullanıldı.

Buradaki mecîd; Kur’an’ın bir sıfatıdır. Değerinin çokluğunu ifade eder. Elbette bu çokluk sayısal bir çokluk değil.

بَلْ هُوَ قُرْاٰنٌ مَج۪يدٌۙ ﴿21﴾ ف۪ي لَوْحٍ مَحْفُوظٍ ﴿22﴾

“Bilakis o şerefli Kur’an’dır ve Levh-ı Mahfuz’dadır.” (Burûc 85/21-22)

Mecîd; mecd sahibi, kerim demektir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/405)

Yani geniş bir lütuf ile büyük şeref, şan. Kur’an-ı mecîd; şerefi kitapların hepsinden daha büyük olan, ya da anlamını bilip kendisiyle amel edeni şereflendiren şanlı Kur’an demek olur. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/226)

“Kur’an hem özünde şereflidir, hem de hayatını onunla inşa edene şeref ve değer kazandırır.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/1033)

Mecîd; Hûd 11/73de, Allahümme salli ve bârik’de (inneke hamîdün mecîd) şanı yüce anlamıyla Allah’ın ismi, Burûc 85/15de Arşın  sıfatı olarak geçiyor.

Kural gereği yemine cevap gerekir.

Yemin cevabı konusunda farklı görüşler var: Bazılarına göre bu 4. âyettir: “Şüphesiz biz, toprağın; onlardan neleri eksilttiğini bilmekteyiz.”

Bazılarına göre baştaki kaf harfidir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/405)  

Elmalılıya göre; yeminin cevabı sonraki âyetin ipucuyla hazfedilmiştir. Şöyle deniyor gibi: “Sen (ey Elçi), bir uyarıcısın, insanları uyarmak için görevlendirildin. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/226)     

Bazılarına göre bu yeminin cevabı 37. âyettir. Allah gökleri, yeri, rızıkları, kıyâmet, Cennet ve Cehennemin hâllerinden söz ettikten sonra; “Şüphesiz bunda, aklı olan yahut hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır” buyuruyor.

Bazılarına göre yeminin cevabı hemen takip eden ikinci âyettir. Bazılarına göre cevap gizlenmiştir. Burada sanki “Çok şerefli Kur’an’a yemin ederim ki siz öldükten sonra mutlaka diriltileceksiniz” deniyor gibidir. “Biz öldükten sonra sonra diriltilecek miyiz” sözü buna işaret eder. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2887)

“...kâfirler, aralarından bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve şöyle dediler: “Bu tuhaf bir şeydir!”

Ey Peygamber, âlem biliyor ki sen Elçisin. Lâkin kavmin seni yalanlıyor.  Onlar hayret ederek kendilerine bir uyarıcı gelmesini ve onları Allah’ın cezası ile uyarmasını kabullenemiyorlar. Bir meleğin yerine bir insanoğlunun yani...

Bizden, bir beşer, Allah’ın haberini getirsin... olacak şey değil, dediler. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/406)

وَقَالُوا مَا لِ‌هٰذَا الرَّسُولِ يَأْكُلُ الطَّعَامَ وَيَمْش۪ي فِي الْاَسْوَاقِۜ لَوْلَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مَلَكٌ فَيَكُونَ مَعَهُ نَذ۪يرًاۙ ﴿7﴾

“Dediler ki: “Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, çarşıda pazarda dolaşır. Ona bir melek indirilseydi de, bu onunla beraber bir uyarıcı olsaydı ya!” (Furkan 25/7)

Burada münzir-uyaran Muhammed’tir (sav). “İçlerinden” sözünden kasıt onun zamanında yaşayan müşrik veya kâfirler, ya da insanlar/beşer’dir.

Kur’an peygamberlere görevleri açısından “beşir-nezir ve münzir” diyor. İman edip sâlih amellerin sonucunun güzelliği ile müjdeleyen, inanmayıp aşırı günah işleyenleri de kötü sonuçla korkutup uyaran demektir.

Âyetteki acip kelimesi, şaşılacak şey, hayrete düşülen durum demektir. Bu fiili ile birlikte kullanılmış. Bu da hayret etme de hayran olma anlamında değil, kabul etmeme, olmayacak bir şey nazarıyla bakma manasındadır.

Kafirler bu duruma hayret ettiler. Bu Kur’an’ın değersiz oluşundan değil, inkârcıların içlerinden birinin elçiyim demesini kabul edemediklerinden dolayı... Halbuki, bazıları şaşırsa bile, insanların arasından bir elçinin seçilmesi, onun da insanları uyarması görülmemiş bir şey değildi ki...” (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/226)     

Vahyin geldiği dönemdeki müşrikler hem vahiy gerçeğine, hem de aralarından Muhammed gibi bir yetimin elçilik iddiasına,

vahyin, “öldükten sonra diriliş ve hesap var” demesine hayret ettiler, şaşıp kaldılar. 

 

ءَاِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًاۚ ذٰلِكَ رَجْعٌ بَع۪يدٌ ﴿3﴾ قَدْ عَلِمْنَا مَا تَنْقُصُ الْاَرْضُ مِنْهُمْۚ وَعِنْدَنَا كِتَابٌ حَف۪يظٌ ﴿4﴾

3-“Öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı (dirilecekmişiz)? Bu, akla uzak (imkânsız) bir dönüştür!”

4-Şüphesiz biz, toprağın; onlardan neleri eksilttiğini bilmekteyiz. Yanımızda (o bilgileri) koruyan bir kitap vardır.

ءَاِذَا soru edatı, ... mi, öyle mi?

مِتْنَا  biz öldük, öldüğümüz    

وَكُنَّا تُرَابًاۚ   toprak idik, (burada) toprak olduğumuz (hâlde)  

رَجْعٌ بَع۪يدٌ uzak bir dönüş, bu dönüşe ihtimal yok,

قَدْ عَلِمْنَا  muhakkak biz bildik.

مَا تَنْقُصُ  neleri eksiltiyor, neleri eksilttiğini  

وَعِنْدَنَا yanımızda

كِتَابٌ حَف۪يظٌ  koruyan kitap, kaydeden, muhafaza eden bir kitap

3.“Öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı (dirilecekmişiz)?”

Öldükten sonra dirilmeyi, Âhiret hayatını inkar edenler böyle derler. Yeniden dirilmeyi imkansız görürler.

Ve eklerler, “Bu, akla uzak (imkânsız) bir dönüştür!”, yani yeniden hayat bulmamamız imkansız bir şeydir. Ya da biz öldükten sonra mı diriltileceğiz dediler, demektir. Tabi hayret ederek, inanmayarak.

Yani âyet, bir toplumun davet edildikleri şeyi kabul etmeye yanaşmadıklarını haber veriyor. Âyet davet edildikleri şeyi değil, onların inkârlarını söz konusu ediyor.

Yeminin cevabı gizli. Çünkü Allah (cc) zaten bunu biliyor. Şöyle de takdir edilebilir:

 قٓ۠ وَالْقُرْاٰنِ الْمَج۪يدِۚ ﴿1﴾  arkasından, “Siz (ey insanlar) ölümden sonra mutlaka diriltileceksiniz” denmiş olur.

Buna karşın inkârcılar da: “Biz toprka olmuşken mi diriltileceğiz?” Bu, onların ba’s’ı inkar etmeleridir.  Sonra da “bu, gerçekleşecek bir dönüş değil” derler. Onlar işin aslını inkâr ediyorlar.

‘Beîd’ kelimesi aslında uzak anlamındadır ama hata yapmayı da ifade eder. Bir kimse bir konuda hata ederse ona “sen, doğruya uzak bir görüştesin” denir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/406)

Bu âyetler müşriklerin Peygamber’i dolaysıyla onun vahiyle haber verdiklerini inkâr ettiklerini haber veriyor.  Bunu da 2. âyetten anlıyoruz. Zira Peygamber onları Ahiretteki hesapla uyarıyordu. Onlar da bunu “bu şaşılacak bir şey” ya da “bu gerçekleşmeyecek bir dönüş” gibi sözlerle yalanlıyorlardı.  Bunun üzerine onlara sanki şöyle deniliyor: Ey insanlar siz Kıyamet günü elbette diriltileceksiniz ve Muhammed’i ve onun nübüvvetini inkar sebebiyle durumuzunu bileceksiniz.

“Bu dönüş uzaktır” Yani bu imkansız bir şeydir.  Biz ölümden sonra asla hayata dönmeyeceğiz” dediler. Ya da Allah bizi, çürümüş kemik, toz olduktan, toprakta kaybolduktan sonra nasıl diriltecekmiş” dediler. Böylece ba’si ve Vahyin va’dini yalanladılar. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/406-407)

Burada “ba’sü ba’del-mevt-öldükten sonra diriliş” geçmiyor. Zira Kur’an’da bundan başka yerlerde “ölümden sonraki diriliş” defalarca söz konusu ediliyor.

Hatta “içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaştılar” âyetinde bu anlam vardır diyebiliriz. Zira ‘münzir’ Âhiretteki hesap ve amellerin karşılığı ile korkutup uyarır. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2887)

وَقَالُٓوا ءَاِذَا ضَلَلْنَا فِي الْاَرْضِ ءَاِنَّا لَف۪ي خَلْقٍ جَد۪يدٍۜ بَلْ هُمْ بِلِقَٓاءِ رَبِّهِمْ كَافِرُونَ ﴿10﴾

“(Kâfirler dediler ki:) “Biz toprakta yok olduktan sonra mı, biz mi yeniden yaratılacakmışız? Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkâr etmektedirler.” (Secde 32/10)

Allah (cc) böyle düşünenlere cevap veriyor:

4.“Şüphesiz biz, toprağın; onlardan neleri eksilttiğini bilmekteyiz.”

Yani herhangi bir şey Allah’ın ilminden kaybolmaz ki, tekrar yaratmanın imkansız oluşundan söz edilebilsin? (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/.)

“Yanımızda (o bilgileri) koruyan bir kitap vardır.”

Allah (st) sanki diyor ki: “Biz yerin onların öldükten sonra cisimlerinden neler yediğini biliriz. Yanımızdaki kitapta yerin neleri yediği de, neleri eksilttiği de var. O bilgiler bizim ilmimizde kayıtlıdır.” Allah onun ‘hafîz’ olarak niteledi. Zira o bir ders sonucu elde edilen bir şey değil, o değişmez, başka bir şekle dönmez. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/407)

Sanki şöyle deniyor: “Bu şerefli Kur’an hakkı için; Biz yerin onlardandan neler eksilttiğini biliriz. Kim ölür, kim kalır, bunları da... Yanımızda doğanları ve ölenleri, olan biten her şeyi tesbit eden bir kitap var” (Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 9/14)

Yeniden dirilmeye Allah’ın gücünün yettiğini isbat amacıyla toprağın neleri eksilttiğini Biz biliriz diyor. Birileri için yeniden diriliş alışılmış bir şey değil. O yüzden bazıları inkar ediyor.

Eğer onlar ölümden sonrasında neler olup bittiğini bilseler, yeniden diriliş uzak bir ihtimal olmazdı. Halbuki bütün bunları Allah bilmektedir.

Çürüyüp yok olduğu zannedilen şeylerin, parçalarının olup olmadığını, nerede olduğunu da bilir. Allah’ın katında bütün bunların bilgisinin saklandığı bir kitap vardır. O kitap her insan ait küçük büyük her şeyi saklar.

Allah’ın ilmi bir de sağlamlaştırılmış olarak Levh-ı Mahmûz’da tecelli eder. Her şeyin bilgisi kendi katında olan Allah (cc) bildiği insanı dünyada yarattığı gibi, ona ait parçalardan veya hiç bir izi kalmasa bile, kendine ait ilimle yeniden yaratabilir. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/227)     

İnsan toprakta çürüse, parçalanıp toprağa karışsa, yakılıp külleri suya/göğe savrulsa da, Allah (cc) sonsuz kudretiyle onun parçalarını biraraya toplayıp yeniden yaratır, yeniden can verir.

بَلٰى قَادِر۪ينَ عَلٰٓى اَنْ نُسَوِّيَ بَنَانَهُ ﴿٤﴾

“Evet bizim, onun parmak uçlarını bile düzenlemeye gücümüz yeter.” (Kıyâmet 75/4)

Kur’an’ın üç ana konusu var: Tevhid, nübüvvet ve Âhiret.

Kur’an, özellikle yeniden dirilişi inkâr eden leri ikna etmek için Allahın ilmine, kudretine, ilk yaratılışa, çevrelerinde olanlara, içinde bulundukları nimetlere/rızıklara dikkat çekiyor. Bunlara bakarak, bunlar üzerinde tefekkür ederek yeniden dirilmenin olabileceğinizi düşünmeye davet ediyor.

Onların iddiaları genelde şöyle: “Çürüyüp dağılmış, başka maddelere dönüşmüş bedene can vermek nasıl mümkün olabilir?” 

Kur’an’ın cevabı şöyle: 1.Her şeyi yok iken var eden Allah yeniden var etmeye elbette kadirdir.

2.Ölen insanda neyin kaldığını, neyin eksildiğini, nelerin başka maddelere dönüştüğünü Allah eksiksiz olarak bilmektedir; bunların benzerini yaratmak ve ruhu bu bedene iade etmek O’nun için zor değildir.” (Komisyon, Kur’an Yolu (DİB, 5/57)

“Yanımızda (o bilgileri) koruyan bir kitap vardır.”

Buradaki ‘hafîz’ çok iyi tesbit eden, çok iyi muhafaza eden demektir.

“Birinci takdirde: Katımızda korunmuş bir kitap vardır.

İkinci takdirde; katımızda eşyanın ayrıntılarını içinde taşıyıp muhafaza eden bir kitap var demek olur.”  (Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 9/15)

Bunun Levh-i Mahfuz olduğu söylenmiştir. Bu levha bu ismi, şeytanlardan korunduğu, yahut her şey orada muhafaza edildiği için almıştır.

Bu ifadenin; “İnsanların amellerini, -bundan dolayı onları hesaba çekelim diye- iyice tesbit eden kitap Bizim katımızdadır” şeklinde anlaşılması mümkün. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2887)

“Öncekilerin durumu nedir?” diye soranlara Musa (as) dedi ki:

قَالَ عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪ي ف۪ي كِتَابٍۚ لَا يَضِلُّ رَبّ۪ي وَلَا يَنْسٰىۘ ﴿52﴾

“Onların bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim yanılmaz ve unutmaz.” (Tâhâ 20/52)

 

بَلْ كَذَّبُوا بِالْحَقِّ لَمَّا جَٓاءَهُمْ فَهُمْ ف۪ٓي اَمْرٍ مَر۪يجٍ ﴿5﴾

5-Bilakis, gerçek (hak) kendilerine gelince onu yalanladılar. Artık onlar kararsız bir hâldedirler.

كَذَّبُوا  yalanladılar, yalan saydılar

بِالْحَقِّ  hakkı, hakikati

لَمَّا جَٓاءَهُمْ  onlara gelince, onlara geldiği zaman

ف۪ٓي اَمْرٍ مَر۪يجٍ kararsız bir işte, kararsız bir durumda

  

“5-Hatta gerçek kendilerine gelince onu yalanladılar”

Müşriklerin “Biz toprakta yok olduktan sonra mı, biz mi yeniden yaratılacakmışız?” sözü üzerine Allah böyle diyor.

Bazılarına göre haktan maksat Kur’an’dır. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/407) Ya da İslâmdır. Yani vahiyle bildirilen hakikattir. Ya da yeniden dirilmedir.

Kur’an’ın haber verdiği Âhiret hayatı muhakkak gerçekleşecektir.

“Artık onlar kararsız bir hâldedirler.”

Ya da onlar, bu sebepten pek karışık bir iş içindedir, durumdadırlar. Ya da kararsız, tutarsız, karmakarışık bir hâldedirler.

Merîc kelimesi bozuk, karmakarışık işler hakkında kullanılır.  Bazılarına göre ise, görülmedik, sapıtma, kabullenilmeyen (münker) iş. Pek karışık durum. Bir şey böyle birbirine karışırsa o şeye artık bir sorun (müşkil) olur, ya da münker hâle gelir. Zira ma’ruf dediğimiz şey açıktır. Bir şey münker olursa o aynı zamanda dalalettir. Zira hidayet de apaçıktır ve onda bir karmakarışıklık yoktur. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/407-409)

Müşrikler, hakkı inkâr etmekle kararsızlık içine düştüler. Belki de bu inkâr vicdanlarını rahatsız ediyordu. Vahyi yalanlıyorlardı ama bir taraftan da belki de “acaba gerçekten Âhiret var mı” gibi sorular kafalarına takılıyordu. İçlerindeki bu gelgitler, kararsızlık da onları huzursuz ediyordu.

Peygamber’e de; kâhin, sihirbaz, şair, mecnun diyorlardı. (Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 9/15)

Demek ona ne diyecekleri konusunda kafaları net değildi, karmakarışıktı. Veya Hak davet konusunda ne yapacaklarını, nasıl bir karşılık vereceklerini net bilmiyorlardı.

Mekkeli müşrikler âlemi yaratan bir Yaratıcıya inanıyorlardı ama Âhireti kabul etmiyorlardı. Öldükten sonra dirilip hesap vereceklerini yalanlıyorlardı. (Duhân 44/34-36)

Onlara göre çürümüş kemikler bir daha asla dirilemezdi.

 اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ ﴿77﴾ وَضَرَبَ لَنَا مَثَلًا وَنَسِيَ خَلْقَهُۜ قَالَ مَنْ يُحْيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَم۪يمٌ ﴿78﴾

“İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki hemen apaçık bir hasım kesilir ve kendi yaratılışını unutur da; "Çürümüş kemikleri kim yaratacak" diyerek, Bize misal vermeye kalkar?” (Yâsîn 36/77-78)

Hz. Muhammed’in vahiy aldığına inanmıyorlardı. (Enbiyâ 21/3-5) İslâmî davete karşı çıkmalarının sebeplerinden biri de bu idi. 

Demek ki hak davete karşı çıkanlar aslında bir tutarsızlık içindedirler.

(Bir hadis rivâyetinde şöyle deniyor: “Ey Abdullah (b. Amr) sen ahidleri, emânetleri birbirine karışmış (mericet) ve –parmaklarını birbirine geçirerek- şöyle şöyle hâle gelinceye kadar anlaşmazlıklara düşmüş bir topluluk arasında olacağın vakit hâlin nice olacak?” (Ebû Dâvûd, 4/123., 124. İbni Mâce, 2/1307. Ahmed b. Hanbel, 2/212, 220, 221)

 

اَفَلَمْ يَنْظُرُٓوا اِلَى السَّمَٓاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِنْ فُرُوجٍ ﴿6﴾

6-Üstlerindeki göğe bakmazlar mı? Onu nasıl bina ettik, nasıl donattık! Onda hiçbir düzensizlik ve eksiklik yoktur.

اَفَلَمْ يَنْظُرُٓوا soru edatı, bakmıyorlar mı

اِلَى السَّمَٓاءِ  göğe

فَوْقَهُمْ  üzerlerindeki

كَيْفَ   nasıl  

بَنَيْنَاهَا  onu bina ettik

وَزَيَّنَّاهَا  ve onu tezyin ettik, donattık, süsledik

وَمَا لَهَا مِنْ فُرُوجٍ  onda bir yarık, düzensizlik yoktur

 

“6-Üstlerindeki göğe bakmazlar mı? Onu nasıl bina ettik?” Direksiz nasıl yaptık? Nasıl harika, mükemmel ve olağanüstü…

Bu yeniden dirilmeyi yalanlayanlar, Allah’ın kudretiyle ölümden sonra onlara tekarar can verebileceğini inkar edenler; “üstlerindeki göğe bakmazlar mı?” Onu nasıl tabaka tabaka bina etti ve onu yıldızlarla süsledi. O gökte asla bir çatlak, yarık yoktur. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/409)

“nasıl donattık!” ‘zeyyene’ fiili, süzlemeyi, donatmayı, güzelleştirmeyi ifade eder. Tezyin etmek de budur.

Sema herhalde hem dünya göğü, hem de bunun ötesi. Uzay... O zaman bu daha da dehşet verici. İnsan bugün keşfedilen uzayı, uzayın yıldızlarla, gezegenlerler, şaşırtıcı görüntüyle süslenmesini düşündüğü zaman aklı durur.

Allah (st), ilminin ve kudretinin ölüleri de diritmeye yeteceğini, kâinatın yapılmasıyla delil getiriyor. Bu göğün bir hissi bir de akli yönü vardır. Hissi yönüyle insan gözüne yansıyan boyutuna, fikir ve deliller de akli boyutuna dikkat çekiliyor. Yani akıl bunlar üzerinde düşünürse hem fikir sahibi olur, hem de arkasındaki kudreti idrak eder. Bu bir şahane resme bakıp ressamını akletmeye benzer. Kâinat resmine bakan da onun usta yapısı insanın duygularına ve gönlüne yansır. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/227)     

“Onda hiçbir düzensizlik ve eksiklik yoktur.”

Âyet öncelikle mekkeli müşriklere; bir yarığı, çaylağı, ayıp ve kusuru, düzensizliği olmayan göğe bakın, düşünün, bunu yapan, insanı yeniden diriltmeye de kadirdir, anlayın diyor.

Tekrar bakın, onda bir uyumsuzluk, sökük, yırtık var mı?

اَلَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۜ مَا تَرٰى ف۪ي خَلْقِ الرَّحْمٰنِ مِنْ تَفَاوُتٍۜ فَارْجِعِ الْبَصَرَۙ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ ﴿3﴾ ثُمَّ ارْجِعِ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنْقَلِبْ اِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِئًا وَهُوَ حَس۪يرٌ ﴿4﴾

“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?

Sonra tekrar tekrar bak; bakışların (aradığı çatlak ve düzensizliği bulamayıp) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (Mülk 67/3-4)