Aile iyi yöneltilmezse, aile doğru karar almazsa, o ailede huzur olmaz. Aile bireyleri arasında barış ve güzel ilişki olmaz. Aile ile amaçlanan hedeflere ulaşılmaz. –Varsa- çocuklar ebeveynin istediği gibi eğitilmez.

En küçük bir topluluk olan aile bile düzene, kurallara ve yönetime muhtaçsa; ülkelerin de düzene, kurallara/kanunlara, yönetime ve yöneticilere ihtiyacı vardır. Ülke ve toplum için her açıdan en doğru ve isabetli, insanların ihtiyaçlarını karşılayan, haklarına daha rahat kavuşmalarını sağlayan kararların alınması gerekir. Başsız sürü dağılır, gideceği yere gidemez. Kuralsız toplum hayatı olmaz. Başıboşluk kaos, fitne, kavga ve anlaşmazlık doğurur. Bu önlemenin yolu toplumu yönetmektir. Ama iyi yönetmek.

Ancak soru şu: Toplumu kim yönetecek? Yönetenler bu yetkiyi kimden ve nasıl alacak? Ya da kendisinden memnun olunmayan yetkiliden o yekti nasıl alınıp, daha iyi yönetene verilecek?

Bu beni ilgilendirmez. Ben müslümanım. Burada dinimin getirdiği ilkeler (hükümler) geçerli değil. O yüzden onların kanunları da, nasıl yönettikleri de, aldıkları kararlar da beni ilgilendirmiyor demek, hem çıkar yol değil, hem de pasifliktir, teslim olmuşluktur. Yani birileri benimle, geleceğimle, çocuklarım veya torunlarımla ilgili karar alacak, ben de kenarda seyredeceğim. Alınan kararların daha sağlıklı olması için hiç bir şey yapmayacağım, ağzımı açmayacağım, varsa isabetli bir görüş açıklamayacağım; sonra da başkalarının kararları ve yaptıkları karşısında mızmızlanacağım, durmadan şikayet edeceğim. Bu olacak bir şey değildir. Bu akıllıca bir davranış değildir. Kişinin; şurada, yanıbaşında (Den Haag’ta, belediyelerde) birileri kendisi ile ilgili önemli kararlar alırken, bu beni ilgilendirmez demesi ne kadar makntıklıdır? Üstelik kendisine, kendisi ile ilgili kararlarda söz hakkı verildiği halde.

“Seçimlerde istediğimize oy vermekle ne değişiyor ki? Oy versen de, vermesen de, sandık başına gitsen de gitmesen de değişen bir şey yok. İmam, yani buradaki geçerli düzen bildiğini okuyor” demek de doğru değil. Bunu diyenler iasabetli düşünmüyorlar. Kişi bulunduğu yerde, elindeki imkaalarla, meşru araçlarla, hem kendisini ilgilendiren konularda, hem aleyhine olduğunu düşündüğü gelişmelere karşı mücadele etmeli. Olumsuz şartlara teslim olmamalı. M. Akif’in dediği “Biri ecdadıma küfetti mi boğarım, Boğmazsın ki, hiç olmazsa yanımdam kovarım” demeli. Hiç olmazsa safımız belli olmalı.

Eninde sonunda bu ülkeyi Başkantte ve mahallii yönetimlerde birileri yönetecek. Bazıları isterse oy vermeye boykot etsin. En âdil, en becerikli, en dürüst, en akıllı, en merhametli kimselerin yönetmesini sağlamak daha akıllıca bir tercih değil mi? “Nerdeee böyle yöneticiler” denirse, o zaman daha az kötü, daha az beceriksiz, daha az yabancı düşmanı ve islâm karşıtı, daha az hırsızların yönetmesi daha iyi değil mi. Yani insan iyinin asla olmadığı yerde iki kötü arasında tercih yapmaya mecbur kalırsa daha az kötüyü seçmesi gerekmez mi?

Mart seçimlerinde oy vermeyi bir de bu açıdan düşünelim.

Hollanda’da kendimiz ve ülkeyi ilgilendiren kararlara etki etmenin başka yolu yok. Benim desteklediğim aday veya parti ne yapabilir ki, sorusu lüzumsuzdur. Hollanda’da sesi duyurmanın, görüş beyan etmenin, yanlışlara işaret etmenin, derdi anlatmanın bir yolu da bu. Medya, sivil toplum kuruluşları, siyasi oluşumlar, lobiler de başka yollar. Ancak Hollanda’da yaşayan müslümanlar olarak bu imkanları yeterince kullandığımız söylenemez.  Sahip olduğumuz medya araçları ve kuruluşlar yeterli değil. Hollanda kamuyouna ve siyasetine etki edecek kaç tane sivil toplum kuruşumuz var? Lobimiz var mı, varsa nerede faaliyet gösteriyor? Halbuki günümüz şartlarında hak mücadelesi, ülkeyi ilgilendiren kararların alınması, gelecek için öneriler, olumsuzlukları eleştirmek bu yollarla yapıulmakta. Bunları iyi kullanan kesimler daha çok dinleniyor, daha çok söz sahibi oluyor, kararlara çok etki edebiliyorlar.

Seçimlerde oy kullanmak dinen caiz mi, caiz değil mi diye bazılarının ısrarla ileri sürdükleri tartışmanın hiç bir faydası yok. Kaldı ki birinin caiz dediği şeye bir diğeri haram diyebiliyor. Birinin farz dediğine de ötekisi müstehap diyebiliyor. Öyleyse bazılarının önemseyip tartıştığı konular burada yaşayan müslümanlar için bağlayıcı değil. Müslümanlar biraz da akidelerine (imanlarına) aykırı olmayan maslahatı, yani kendilerine dünya ve âhirette fayda sağlayacak meşru gelişmelere bakar. Bir şey, bir gelişme, bir karar, bir faaliyet müslümanın maslahatına uygunsa, faydalı ise, dinin ölçülerine de doğrudan aykırı değilse; müslüman olu alır, destekler veya kullanır.

Bu ülkede geçerli bir nizam (sistem/düzen) var, her ülkede olduğu gibi. Burada farklı etnik kökenden ve farklı inanç guruplarından insanlar var. Bunların birarada, barış içinde, herkesin hakkını kulklanarak yaşaması esastır. Sosyal ahenk (sosial choice) herkes için gereklidir. Ülkedeki kaos, ekonomik arızalar, fitneler, kesimler arasındaki nefret ve sürtüşmeler herkesi rahatsız eder. Öyleyse daha huzurlu bir toplumda, barış içinde, insanî haklarını kullanarak yaşamak isteyen buna katkı sağlamalı. Bu huzuru bozacak faaliyetlerden uzak kalmalı. Daha doğrusu huzursuzluk çıkarma hakkının ve görevinin olmadığını bilmeli.

Bir müslüman olarak hz. Muhammed’in peygamber olmadan önce, henüz yirmi yaşlarında iken katıldığı Hılfu’l-Fudûl faaliyeti güzel bir örnektir. O zamanki cahiliyye toplumuunda oturmuş bir siyasi sistem olmadığı gibi, herkesi bağlayan ortak kurallar, haksızlıklara engel olacak dini anlayış da yoktu. O yüzen toplumda savaşlar, haksızlıklar, zulümler sürüp gidiyordu. Bu durumun acısını içinde hisseden Mekkedeki bazı vicdan sahibi kişiler bir araya gelip, bu gibi kötülüklerle ve kötülerle mücadele etmek üzere çalışamaya karar verdiler. Bu birliğin veya çalışmanın adını da Hılfu’l-Fudul koydular. Bu Türkçe’ye genelde “Faziletliler Teşkilâtı” çevirirler. Ancak asıl anlamı “faziletler yemini” demektir. Bu ekip “ölünceye, Hira dağı dikili duruncaya kadar” fazilet (erdem) için, zayıfın ve mazlumun hakkını alıncaya kadar mücadeleye yemin ettiler. Hz. Muhammed de genç olmasına rağmen bu ekibe katıldı ve onlarla birlikte uzun yıllar çalıştı. O daha sonradan bu çalışmasından övgüyle söz eder ve bu şerefi “kızıl tüylü deve sürüsüyle bile değişmeyeceğini, şu anda çağrılsa bile hemen koşup gidebileceğini” söylerdi. (İbni Hişam’dan nak. M. Hamidullah, İslâm Peygamberi (Tür.), 1/53)

Bir müslüman da dünyanın neresinde olursa olsun iyilik, maslahat, adalet ve barış uğruna, kötülükleri, yanlışları, haksızlıkları azaltmak için yapılan çalışmalara –iman ettiği Peygamber’i örnek edinerek- katılmalı, desteklemeli; hayırlı işlerin, iyiliklerin ve iyilerin safında, kötülüklerin, kötülerin, haksızlıkların karşısında yer almalıdır.

Hüseyin K. Ece

24.01.2017

Zaandam