Bu da her kral gibi şatafatlı bir düğünle evlenmeiş, dünya evine girmiş. Mutlu bahtiyar yaşamaya, ülkesini yönetmeye devam etmiş. Tabii gözü yollarda. Gelecek olan aslan oğlunu beklemekte. Kendisine haremden (Bu padişahın zamanında harem var mıydı???) hanımın hamile olduğu haberi geldi. Bizimkinin sevincini diller, satırlar, şiirler anlatamaz. Tabi o zaman anarahmindeki ceninin cinsiyetini bilmek, tesbit etmek mümkün olmadığından nedimeler kız mı, oğlan mı diyememişler. Padişah heyecanla oğlan bekliyormuş. Hanımı veya çevresindeki nedimeler hamiledeki bazı alâmetlerden hareketle yavrunun cinsiyetini tahmin etmiş olabilirler, ama ne mümkün bunu padişaha söylemek?

Neyse günü gelmiş. Doğum gerçekleşmiş. Müjdeciler efendilerine koşmuşlar, büyük bahşişler almak için. “Müjde, müjde, müjde efendi, bir kızınız oldu.” Padişah oğlan müjdesi yerine kız haberi alınca kim bilir içi ne kadar burkulmuş, yüzü ne kadar ekşimiştir. Müjdecilere bu haliyle hediyelerini vermiş, başından savmış.

Eh olsun, yapacak bir şey yok. Gelen hoş geldi. İkincisi oğlan olur diye teselli olmuş padişah cenapları.

İkinci de geldi bir zaman sonra, ama yine kız. Yüzünü assa da, memnun olmadığını belli etse de, eh olsun. Üçüncüsü oğlan olur herhalde.

Bir zaman sonra hanım yine hamile. Padişah efendide bir sevinç, bir heyecan.

Ama yine kız. Yüzünü buruşturmuş, hanıma homurdanmaya başlamış ama kadere razı olmuş. dördüncüye umut bağlamış, bu kez mutlaka diye.

Hanım yine hamile. Padişahda yine heyecan, ama daha büyük. Bu sefer tamam. Oğlan olmalı, yeter beklediği, Üç tane kız fazlasıyla yeter. Bu sefer kader değişmeli. Mutlaka oğlan gelmeli.

Doğum gerçekleşmiş, ama yine oğlan gelmemiş. Padişah çok üzülmüş, çok düşünmüş, çok endişeye kapılmış, taht sahipsiz kalacak diye. Bu arada hanımına karşı homurdanmaların dozu artmış, ters ters bakmalar, kızmalar başlamış.

Umut beşincide. Umut altıncıda. Yok, yok, yine kız doğurmuş hanımı. Padişahın artık sabrı tükenmiş. Homurtular yerini kızmaya, kızma yerine bağırmaya, bağırma yerini tehditlere bırakmış. Altıncı çocuğunun da kız olduğunu duyunca sükûtu hayle uğramış, yıkılmış, perişan olmuş. Hanımına çıkışmış, söylenmiş, dövmeye yeltenmiş. Ama zavallı anne ne yapsın. Elinde olan bir şey değil ki. Ama korkusundan ne kendisi, ne başkaları bunu öfkeli padişaha söylemeye cesaret edemiyormuş.

Padişah üzgün. Üzgün olduğu kadar kızgın, Kızgın olduğu kadar gadaplı, yanına yaklaşılmıyormuş.

Bir gün yine bir haber aldı. Sultan hanım hamile diye. Bu sefer heyecanlanmamış. Hanımına gitmiş ve “bu sefer de oğlan gelmesin hele, eziyetlerden eziyet beğen” diyerek tehdit etmiş. İşin bu tehditlerle yola girdiğini düşündüğü için içinde hafif bir gariplik, hatta buruk bir sevinç varmış. Bu sefer tamam diye.

Padişahın öfkesini ve tehdidini sarayda herkes biliyormuş ve hanım sultana acıyorlarmış. Bu sefer oğlan doğsun diye dua ediyorlarmış. Bunu daha çok zavallı hanım sultan için yapıyorlarmış. Doğum günü gelmiş. Padişah heyecanla bekliyormuş. Dile kolay, bunca sene, bunca beklenti, bunca umut. Tam altı kız çocuğu. Hanım yaşlanmaya da başladı ama henüz bir şehzâde yok. Bu sefer olmalı diyormuş kendi kendine.

Günü , saati gelmiş, bir gece sultan hanım doğum yapmış. Kadıncağız hemen sormuş kız mı oğlan mı diye. Ebeler, “maalesef yine kız” demişler. Hanım Sultan “eyvah, şimdi mahvolduk” diye feryat etmiş. Arkasından da “çabuk, çabuk alın bu kızı, götürün. saraydan dışarı çıkarın, bir şeyler yapın. Öldü deyin, ölü doğdu deyin. Götürün, bulabilirseniz bir erkek bebekle değiştirin, haydi çabuk olun” diye inlemiş. Nedimeler bebeği alıp saraydan dışarı çıkmışlar. Etrafa bakmışlar, araştırmışlar, sarayın yakınlarında çadırlarda geçici olarak kalan, geçimlerini kalbur elek yaparak sağlayan göçerlerden birisinin erkek bebeği olduğunu öğrenmişler. Ailenin başka çocukları, kızları oğulları varmış. İşte tam aradıkları gibi. Bu gece doğmuş taze bir bebek. Durumu anlatmışlar, kendilerine yardımcı olmalarını istemişler. Anneye yalvarmışlar, babaya dil dökmüşler. Oğullarının artık sarayda büyüyeceğini, ileride padişah bile olabileceğini, gün göreceğini anlatmışlar. Bebekleri değişmezlerse kendileri bu fırsatı kaçırcaklarını, sultan hanımın hayatının tehlikeye gireceğini söylemişler. Bunun için kendilerine çok para vereceklerini de eklemişler. Sonunda aileyi ikna etmişler. Bilmem ne kadar para ödeyip, padişahın kızını vermişler, yerine göçebe çadırının oğlunu alıp hızlı bir şekilde, kimseye olayı duyurmadan saraya gelmişler. Sabaha doğru padişaha müjdeyi ulaştırmışlar. “Padişahım bir oğlun oldu”. Padişah sevinmez mi? Sevincinden uçtu diyebilirsiniz. Nihayet yıllardan beri beklediği haber gelmişti. Müjdecilere, harem görevlilerine, saray memurlarına bahşişler, hediyeler vermis. Hanımına olan kızgınlığı geçmiş. Artık yüzüne bakmaya başlamış.

Emir vermis. Ülkede on gün on gece mi, yirmi gün yirmi gece mi, kırk kırk gece mi şenkliller yapılmış. Ülkede bayram havası esmiş. 

Çadırdan alınan bebek büyümeye, çocuk olmaya başlamış. Padişah oğlunun iyi yetiştirilmesini istiyormuş. İyi eğitimciler, lalalar görevlendirmiş. Kendisi de bizzat ilgileniyormuş.  Ama ortada bir tuhaflık varmış. Şehzâde verilen derslere kulak asmıyor, öğretilenleri bir türlü almıyor, kabullenmiyormuş. Kırık dökük şeylerle, eski kaplarla, kumaşlarla, tahtalarla oynuyormuş. Yaşı ilerleyince kendisine yönetimle, ülke ile, insanlarla ilgili bilgiler verilmeye çalışılmış. Öyle ya padişah olacaktı. Bir ülkeyi yönetecekti. Bununla ilgili bilgileri alması gerekiyordu. İyi yetişmesi gerekiyordu.

Padişahın gördüğü kadar, hocalarından aldığı raporlara göre işler iyi gitmiyormuş. Şehzâde bilgiye, ders yapmaya yönetim işlerine heves etmiyor, ilgilenmiyor, öğretilenleri almıyor. Ama çaput, kap kaçak, tahta, ip, deri, kasnak ve benzeri şeylere ilgi gösteriyormuş.

Padişah çok üzülüyormuş. Bir taraftan da şaşırıyormuş. Ne var bu çocukta diye? Niçin yönetim işlerine ilgisi yok. Neden öğrenmeye hevesi yok? Neden bilgiden, dersten, okuyup yazmaktan kaçıyor? Düşünüyormuş, kendi kendine soruyormuş ama bir cevap bulamıyormuş. Kendisi ölünce yerine bu adam geçecek. Bu haliyle mi? Bu haliyle o değil bir ülkeyi yönetmek, bir aileye bile reis olamazdı.

Bir gün ava gitmişler. Atlarıyla, maiyyetiyle. Yolları üzerinde bir ormana rast gelmişler. (Çakma) şehzâde çam ağacını görünce iştahla bakmış ve gayri ihtiyari “Şundan ne güzel kasnak olur” demiş. Bunu duyan padişah bir şey dememiş.

Saraya gelince hemen sultan hanımı çağırmış ve sormuş: “Bana bu çocukla ilgili doğruyu söyle” demiş. Sultan hanım her ne kadar “ne doğrusu” dediyse de padişah; “hayır hayır bu işde bir gariplik var. Bu oğlan sanki bizim soydan değil. Bu bambaşka dünyaların adamı” Hanım sultan; kızmazsa ve ceza vermezse doğruyu söyleyeceğini ifade etmiş. Zaten kendisi de bu işden memnun değilmiş, hata yaptığını anlamış. Padişah kızmayacağına söz verince hanım sultan gerçeği anlatmış.

Yedinci çocuk da kız olunca gazabından kurtulmak için doğum gecesi nedimelerle bu planı yaptıklarını, hemen o gece sarayın yakınında bir çadırda yeni doğmuş bir bebekle kızını  değiştirdiklerini anlatmış.

Padişah; “şimdi anlaşıldı mesele. Niçin bu oğlanın saray eğitiminden, bir şehzâdeye, bir padişah soyuna yakışan tavırlardan, yönetim ile ilgili konulardan uzak olduğu; çanak, çömlek, kasnak, ip, sırım gibi şeylere ilgi duyduğu” anlaşılıyor demiş.

Emir vermis, “bulun” o göçebeleri diye. Görevliler aramışlar ve bir yerlerde göçebe aileyi bulmuşlar. Durumu anlatıp padişahın kızını almaya geldiklerini söylemişler. Al gülüm ver gülüm olmuş. Çadırlarda göçebe kültürüyle yetişen kız saraya, saray kültürüyle yetiştirilmeye çalışılan oğlan da çadıra teslim edilmiş. Böylece delikanlı saray zindanından kurtulmuş ve kasnak dünyasına kavuşmuş, padişahın kızı da kasnak dünyasından kurtulmuş.

Padişah kızından öğrenmiş ki, o da çadırdaki hayata da, âdetlere de alışamamış, onların yaptıklarını öğrenmekte ve yapmakta çok zorluk çekmiş. Kasnak yapmayı da, sırım çekmeyi de, fal bakmayı da bir türlü becerememiş.

 

Hüseyin K. Ece

19.10.2017

Zaandam