1986 yılında bir fırsat buldum ve dedim ki, gideyim doğduğum köyü, akrabaları, eski arkadaşları ziyaret edeyim. Hem küçük bir tatil yapmış olurum, hem de çevremin durumunu yakından görme fırsatını yakalamış olurum.

Doğduğum köye gittim, ziyaretlerimi yaptım sonra da Bingöl'e uğradım. Orada görev yapan, ders veren, araştırma yapan, çevrelerinde hatırı sayılır, sözü ve sohbeti dinlenen arkadaşlar vardı. Bu arkadaşlar zaman zaman bir araya gelir, bazı konularda ilmî tartışmalar yaparlardı.

Ancak bu tartışmaların her zaman verimli, güncel ve içinde bulunduğumuz sorunlarla palellik arzettiği söylemek çok zordu. Bazen pratikte çok faydası olmayan, gündemin çok çok uzağında konular uzun zaman tartışılır, daha önemli konulara belki fırsat bile kal­mazdı. Aşağıda anlatacağım konu buna benzemektedir:

Arkadaşlardan birine uğradım. Masasının üzeri, çevresi, dolaplar temel kitaplarla doluydu. Bu kadar kitap meydanda dolaştığına göre, birileri bunları karıştı­rıyor, dolap gözlerinde boşu boşuna beklemiyor demekti.

Selâm ve hal hatır faslından sonra sordum: Ne yapıyorsunuz, ne işle meşgulsünüz?

Dedi ki, son günlerde , daha doğrusu uzun zamandan beri arkadaş­larla beraber önemli bir konuyu tartışıyoruz, tabii tartışmaya hazırlanmak için de kitapları karıştırıyoruz, araştırıyoruz.

Merak ettim, günlerden beri tartıştıkları bu önemli konu ne idi acaba? Hassas bir bölgede yaşıyorduk, bir taraftan terör olayları, bir taraftan amansız bir resmi gözetlemeler, askeri rejimin henüz sona ermediği, pek çok sorunun gündelik olarak yaşandığı, görüldüğü bir zamanda, ilim ehli insanlar toplanıyorlar ve önemli bir konuyu uzun zamandan beri tartışıyorlar. Bu sevindirici bir şeydi, eğer konu dediği gibi önemliyse... Sordum, nedir üzerinde tartıştığınız konu?

Arkadaş dedi ki; konu “sarığın sünnet olup olmama meselesi”.

Şaşırdım, tekrar sormak istedim, sen mi eksik söyledin, ben mi yanlış anladım? “Sarık sarmanın sünnet olup olmama konusu”.

Sarık takmanın sünnet olup olmadığını uzun zaman­dan beri tartışıyorlarmış. Bu kadar kitabın meydanda olmasının sebe­bi de buymuş. Bizin arkadaş başta olmak üzere, ilim ehli insanlar gece gündüz dememişler, ne kadar kaynak kitap varsa hepsine bakmış­lar, araştrmışlar,  bulduklarını da arkadaşlarıyla beraber gözden geçirmişler, tartışmışlar.

“Peki, bir sonuca varabildiniz mi? Şimdi sarığın size göre durumu netleşti mi? diye sordum. “Evet bir kanaate vardık. Sarık giymek peygamberimizin sünneti olduğu sonucuna ulaştık” dedi.

“İyi dedim. Bari somut bir sonuca ulaşmışsınız.” Dedi ki;  “ama iş bu noktada kalmadı, bir başka tartışma konusu açıldı.”

Merakım arttı, “nedir o?, dedim. “Sarığın sünnet olması hükmü meseleyi yeterince açıklamıyor, sarığın şekli de önemli.”

“Nasıl yani şekli?” Dedi ki; “sarığın bir ucunun arkadan salınması üzerinde de çok durduk, o konuyu da araştırdık.”  “Burada nasıl bir sonuca ulaştınız? dedim.

“Sarığın bir ucunun, kenardan aşağı doğru salınmasının da (yani sarığın kuyruklu olmasının da) sarık sünnetine dahil olduğu sonucuna vardık dedi.

Sağ olsunlar arkadaşlar, önemli bir konuyu araştırmışlar, ümmet-i muhammed'i büyük sıkıntılardan kurtaracak çok önemli bir sonuca ulaşmışlar. Eh öyle olsun, sarığın bir ucu da aşağı doğru salınsın. Yapan öyle yapsın.

Ancak bu önemli ilmi araştırma bu kadarla da kalmamış. Bu ilim adamları arasında bu sefer, peki sarığın salınan ucunun uzunlu­ğu konusunda fikir ayrılığı meydana gelmiş.

Sarığın ucunun, kıvrımların  altından birazcık salınması mı gerekiyor? Bu salınan kısmın bir karış mı, biraz daha uzun mu, bir zir'a (dirsek) boyunda mı olması lazım, yoksa daha da uzun mu olmalı?

Arkadaşlar bu konuya da eğildiler. İş bu noktaya geldikten sonra burasının karanlıkta bırakılması doğru olmazdı. Müslümanlar bu hususta da aydınlatılmalı, kaynakların  hükmü açıkça onların önüne konulmalıydı .

“Peki bir şeyler bulabildiniz mi? Ne gibi bir sonuca vardınız?” diye sordum.

Arkadaş gayet ciddi, önemli bir iş yapmış havasında, vardıkları sonucu söyledi: “Evet, sonuç itibariyle sarığın bir ucunun en az bir dirsek boyu omuzdan aşağı salınması gerektiği sonucuna vardık” dedi.

“Pekiyi, bu da güzel, hiç olmazsa bir şeyler bulmuşsunuz. Bari bu noktada bir ittifaka, söz birliğine vardınız mı?”

Arkadaş dedi ki, “nerede o söz birliği? Bu sefer de gün­deme, peki bu sarkıtılan kısım sağ taraftan mı yoksa sol taraftan, önden mi arkadan mı, kulağın yanında mı, enseden aşağı mı olmalı tartışması gündeme geldi. Biraz da onun üzerinde durduk.”

Hayretle sormaya devam ettim: “Ee, bari tartışma ve araştırmalar daha fazla uzamadan bir sonuca varsaydınız?”

“Bir kısım arkadaşlar sağ taraftan sarkıtılmasının gereği üzerin­de duruyorlar. Çünkü Peygamberimiz her olumlu şeye sağ taraf­tan başlamayı tavsiye ediyor. Bir kısmı ise sarığın ucunun sağdan, soldan veya arkaya doğru sarkıtılmasının mübah ol­dugunu iddia ediyorlar. Bugünlerde bu konu üzerinde araştırma yapı­yoruz.”

Yani ulema sarığının kuyruğunun hangi taraftan sarkıtılacağı konusunda ihtilaf etti.

“Tebrikler arkadaşlar, tebrikler.”

Evet onlar bu tartışma ile meşgul iken Bingöl kırsalında ve köylerinde insanın anlatmaktan haya edeceği, baskılar yapılıyordu, zulümler işleniyordu. Mesela;  o an köyde olmayan erkeklerin terör örgütüne katıldığı şüphesiyle köylüler sorgulanıyordu. Ama ne sorgulama. Kocasının yerini söylemeyen kadınlara askerleri sırtlarında taşıma cezası veriliyor, buna rağmen sonuç alınmazsa daha beter işkence ile tehdit ediliyorlardı.”

Bu durumda akla ister istemez Fatih’in topları İstanbul Surlarını döverken “meleklerin cinsiyetini” tartışan kardinallerin/hırıstiyan din adamlarının hali akla geliyor.

 

Hüseyin K. Ece

01.07.1998

Zaandam