Terim olarak; Allah’ın iradesinin, kudretinin, hikmetinin ve daha çok Güzel İsimlerinin (Esmâ-i Hüsnâ’nın) etkilerinin varlıklar ve insan üzerinde belirmesi, ortaya çıkmasıdır. Bu aynı zamanda Allah’ın varlık alemine koyduğu yasaların işlemesi, gerçekleşmesidir. Sonuçta evrende –insanların yaptıkları hariç- meydana gelen bütün olaylar bir takdire (ölçüye) ve ilahi kanuna bağlıdır.

Bu demektir ki Allah’ın iradesi ve hükmü mahlukatla ilgili ortaya çıkıyor. Buna ister Allah’ın fiillerinin tecellisi, ister Güzel İsimlerinin tecellisi diyelim; farketmez. Bu tecelli iyi insanlara mükafat, kötülere ceza olarak da ortaya çıkar. Yani Allah’ın hükmü yerie ve zamanı gelince gerçekleşir.

Kur’an’da gündüzün ortaya çıkması (Leyl 92/2) ve Hz. Mûsâ’nın rabbini görmek isteyince Rabbin dağa zuhur etmesi tecelli fiili ile anlatılıyor: Mûsâ, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca, “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım” dedi. Allah da, “Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin.” dedi. Rabbi, dağa tecelli (zuhur) edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca, “Seni eksikliklerden uzak tutarım Allah’ım! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim” dedi.” (A‘râf 7/143)

Hadislerde Peygamber’in bir güneş tutulması olayı sonrasında namaz kıldığında güneşin yeniden belirmesi (Buhârî, Nikâh/89 no: 5197 ), âhirette müminlerin görmesi için Hakk’ın kendisini âşikâr hale getirmesi (Müslim, Îmân/84 (316) no: 469) yine tecellnin fiil haliyle kelimesi ile anlatılıyor.

“Allah bir şeye tecelli edince o şey ona boyun eğer” hadisi uyarınca (Nesâî, Küsûf/16 no: 1486. İbn Mâce, İkamet/153no: 1266) tecelliye muhatap olan sürekli huşû ve boyun eğme durumunda olur. (TDV İslâm Ansiklopedisi, 40/241)

Musibet, sıkıntı, darlık, stres, hastalık, acizlik, ihtiyarlı ve benzeri durumlara kişi için tecelli eden şeyler diyelim. Bunlar ister kendi yaptıkları yüzünden olsun, ister Allah’ın (st) nasip ettiği şeyler olsun; kişinin başına geldiği, onunla birlikte ortaya çıktığı, onunla ilgili gerçekleştiği için buna da “tecelli” adını verelim.

Türkçede tecellinin bazen kader anlamında kullanıldığını hatırlayalım. “Ne yapayım, benim tecellim de bu” diyenleri duyduk.

Peki buna karşın bir mü’min ne ile ve nasıl teselli bulur? Onun akrabaları, arkadaşları/dostları, ziyeret edenler onu nasıl teselli ederler? Bütün bu zor ve dayanılmaz durum karşısında isyan mı eder, ümitsizliğe mi kapılır, yoksa “kahrın da hoş, lütfunda hoş” diyerek teselli mi olur?

Teselli nedir? İnsana avuntu veren şey anlamındaki “selvâ”dan gelen teselli (el-Isfehâni, R. el-Müfredât, s: 352); kederli, gamlı bir kimsenin acısını güzel sözle ve nasihatle ferahlandırma, avunma, avuntu, avunç. acı bir olayı unutturmaya çalışma demektir. (Doğan, M. Büyük Türkçe Sözlük, s: 1624)

Bir musibet anında Allah’ın takdirine rızâ gösterip O’na sığınarak teselli bulmak “istircâ” kelimesiyle de anlatılıyor.

Şu üç örnek zor durumda ne yapılması, nasıl teselli olmamız, neden isyan etmememiz gerektiği konusunda bize yol gösteriyor.

Birinci örnek: Peygamber’in Taif dönüşü yaptığı dua.

“İlâhi ! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çaresiz kaldığımı, halk nazarında
hor görüldüğümü, ancak sana arz eder, sana şikayet ederim!

Ey merhametlilerin en merhametlisi !

Herkesin zayıf görüp de dalına bindiği çaresizlerin Rabbi sensin.

İlâhi ! Huysuz, yüzsüz bir düşman eline beni düşürmeyecek, hatta
hayatımın dizginlerini eline verdiğin akrabadan bir dosta bile beni
bırakmayacak kadar bana merhametlisin…

İlâhi ! Eğer bana karşı azaplı değilsen, çektiğim mihnetlere, belalara
hiç aldırmam.

Fakat, senin esirgeyiciliğin bunları göstermeyecek kadar geniştir.

Sana sığınırım. Senin cemâlinin nuruna sığınırım. Bütün
karanlıkları parlatan, dünya ve âhiret işlerinin ıslahının yalnız ona bağlı
bulunduğu Nûr’a sığınırım.

İlâhi ! Sen razı olasıya dek affını diliyorum. Bütün kuvvet, her
kudret ancak senindir.” (Muhammed Ebû Şuhbe, es-Siretü'n-Nebeviyye, 1/402)

 

İkinci örnek: Ümmü Süleym hadisi

Enes İbni Mâlik şöyle dedi: Ebû Talha’nın hasta bir erkek çocuğu vardı.

Ebû Talha evde değilken çocuk öldü. Eve döndüğü zaman (karısına):

-“Oğlumun durumu nedir?” diye sordu. Çocuğun annesi Ümmü Süleym:

-O şimdi eskisinden daha rahat, dedi.

Akşam yemeğini hazırlayıp getirdi. Ebû Talha yemeğini yedi sonra da hanımıyla yattı. Daha sonra hanımı ona “Çocuğu defnediniz” dedi.

Ebû Talha sabahleyin Peygamber’e gitti ve olup biteni anlattı. Peygamber (sav):

-“Bu gece ilişkide bulundunuz mu?” diye sordu. Ebû Talha (belki utanarak):

-Evet, dedi. Peygamber (sav):

-“Allahım, bu ikisine mübârek kıl” diye dua etti.

(Zamanı gelince) Ümmü Süleym bir erkek çocuk doğurdu. Ebû Talha bana:

-“Çocuğu al, Peygamber’e götür” dedi. Ümmü Süleym de bir miktar hurma verdi, Peygamber:

-“Çocuğun yanında herhangi bir şey var mı?” diye sordu. Ben:

-Evet, bir kaç hurma var, dedim. Peygamber hurmaları ağzına alıp çiğnedi. Sonra çıkarıp çocuğun ağzına koydu ve damağını hafifçe oğdu, adını da Abdullah koydu. (Buhâri, Cenâiz/42 no: 1301, Akîka/1 no: 5470. Müslim, Edeb/5 (23) no: 5613, Fezâilü’s-Sahâbe/20 (107) no: 6322)

Eğer bu haber doğru ise, burada Ümmü Süleym’in ve kocası Ebu Talha’nın teslimiyetini, Allah’tan gelen takdire rıza göstermelerini ve bundan şikayetçi olmadıklarını görüyoruz.

İnsanın çocuğunu veya çok sevdiği birisini kaybetmesi acıdır, etkileyicidir, bazen dayanılmazdır, yürek yakıcıdır. Zira insan sadece et ve kemik değildir. İç dünyası, vicdanı, kalbi, duyguları da vardır. Ancak iman eden bir kimse böyle bir olay karşısında üzülse de, hüzünlense de, günlerce, aylarca unutmasa da, sonuçta der ki “Rabbimin takdiri, kararı, bana uygun gördüğü şey böyledir. Kalbim üzülse de, gözlerim yaşarsa da bu takdire razıyım” der.

Tıpkı hz. Muhammed’in küçük oğlu İbrahim öldüğü zamanki tavrı gibi.

Kaldı ki bir müslümana göre ölüm sonsuz bir ayrılık, kaybetme, büyük bir felaket değil, dünya (fâni) hayatından sonsuz (ebedî) hayata göçtür.

Esma Bintü Yezid (r.anha) anlatıyor: "Rasûlüllah’ın (sav) oğlu İbrahim öldüğü zaman Rasûlüllah (sav) ağladı. O'na taziye bulunan kimse -bu ya Ebu Bekr ya da Ömer (ra) olabilir-   'Ey Allah'ın Rasulü, Allah'ın hakkına saygıda en hak sahibi sen değil misin? (Buna  rağmen ağlıyor musun?) dedi. Bunun  üzerine Rasûlüllah (sav);

“Göz ağlar, kalp hüzünlenir. Biz Rabbimizin razı olmayacağı şeyi söyleyemeyiz.”   buyurdu. (Sözünü, İbrahim'e yönelerek şöyle  bitirdi.) “Eğer ölüm gerçek bir vaad ve herkesi   içerisine alan bir haber olmasaydı ve arkada kalan, önde gidene hiç kavuşa­cak olmasaydı ey   İbrahim,  biz şu anda duyduğumuzdan daha büvük bir üzüntü duyacaktık. Biz gerçekten  senin   için hüzünlüyüz." (Buharî, Cenâiz/44. Müslim, Ebu Dâvud rivâyeti. nak.Kütüb-ü Sitte, 17/l43, 15/245)

 

Üçüncü örnek: Başa gelenlerin kaynağını iyi anlamak

Başımıza gelenlerin kaynağı nedir? Ya da karşılaştığımız şeyleri sebepleri nelerdir?

Kendi yaptıklarımız mı, yoksa başkalarının bize yaptıkları mı?

Elde ettğimiz şeyler –ister ödül olsun ister ceza-, bir başkası yüzünden mi?

Nitekim pek çok insan bir musibetle, bir başarısızlıkla karşılaştığı zaman veya bir ceza gördüğü zaman; hemen bir başkasını suçlamaya başlar: ‘Onun yüzünden oldu’ der.

İnsanın başına gelenlerin kaynağı aslında üç tanedir:

Başkaları,

kendisi,

ya da Allah (cc).

 

Birincisi:

İnsanın başına gelen şeyler üçüncü şahıslar tarafından olabilir

Bunlarda ya zalimler, yaramazlar, çıkarcılar, kıskançlar, ya da şeytandır.

Kişiliğini Kur’an’ın inşa ettiği mü’min, zulmeden, hak yiyen, rahatsız ve bîzar eden, huzursuzluk çıkaran; kısaca o eşrar (şerli) ve eşkıya (bedbaht olan ve bedbahtlık veren) değildir.

Buna rağmen başkasına zarar veren, başkasının rahatsız eden, başkasının hakkını yiyenler var mı? Var, hem de çok.

Kahrolası çıkarları yüzünden savaş çıkaranlar var mı, bundan dolayı mağdur ve mazlumlar var mı? Var, hem de çok.

Başkasıyla alay eden, başkasına hakaret eden, başkalarını dışlayan veya küçümseyenler var mı? Var, hem de çok.

Buna karşı ne yapmalı? Güç yetiyorsa meşru araçlarla mücadele etmeli. Güç yetmiyorsa, Allah’a havale etmeli. İlâhi adalet, sünnetullah, eşyanın tabiatı unutmaz ve asla ihmal etmez.

Unutmamak gerekir ki eden bulur. Evet, günün birinde; eden bulur. Hiç kimsenin yaptığı yanına kâr kalmaz. 

İlâhi adalete güven burada mazlum için tesellidir.

Bu durumda mazlum alacaklıdır. Âhirete borçlu gitmek alacaklı gitmekten evlâdır.

Her ikisi de iyi değildir ama mazlum olmak ile zalim olmak arasındaki tercihte mazlum olmak zalim olmaktan yeğdir.

 

İkincisi:

Kişinin karşılaştığı iyi veya kötü şeyler kendi yaptıkları yüzündendir

Kişi iyi bir şey yapar, iyi karşılık görür. Kötü bir karşılık yapar, kötü bir karşılıkla karşı karşıya gelir.

“Ne doğrarsan çanağına, o gelir kaşığına”

“çalma elin kapısını, çalrlar kapını” gerçeği gibi.

Bu gibi iyi veya kötü kazançlarda 3. bir şahsın herhangi bir dahli yoktur. Özgür iradeyle yapılanlar ve onların karşılığıdır.

Saadet; kişinin içinde bulunduğu durumdan memnun kalması demektir.

Yani kişinin kendi yaptığı iyi, doğru ve isbaetli eylemler sonucunda kavuştuğu huzurdur.

Bunun tam tersi de şekâvettir. Bu da kişinin kendi yaptıkları yüzünden mutsuzluğa düşmesi, yaptığı hatalar yüzünden huzursuzluk yaşaması, rahatını kaybetmesi demektir.

Kişi isterse saadeti, isterse şekaveti tercih eder. Din dilinde saadete ulaşan kişilere “said”, kendi yaptığı hatalar ve işlediği günahlar, içinde bulunduğu isyanlar sebebiyle bedbaht olan, mutsuzluğa ulaşan kimselere de “şakî” denir.

وَمَٓا اَصَابَكُمْ مِنْ مُص۪يبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ اَيْد۪يكُمْ وَيَعْفُوا عَنْ كَث۪يرٍۜ ﴿30﴾

 “Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.” (Şûrâ 42/30)

ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ اَيْدِي النَّاسِ لِيُذ۪يقَهُمْ بَعْضَ الَّذ۪ي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ ﴿41﴾

“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” (Rûm 30/41)

İnsanı iyi şeyleri yapmaya da, kötülük yapmaya da kabiliyetli yaratmasının anlamı da budur.

 

Üçüncüsü:

Kişinin başına gelen Allah’tan olabilir

Biz buna fitne, belâ ve musibet, kısaca imtihan (deneme-sınama) diyelim.

İnsan bazen kendi iradesi olmadan bazıi şeylerle karşılaşır. Bazı şeylerden mahrum kalır, bazı sıkıntılara uğrayabilir. Allah (cc) kullarının nimetle denediği gibi zorluklarla da denebilir.  

Bu gerçeği bilen mü’min isyan etmez, esef etmez, ah vah etmez. Bilir ki Allah’ın kendisi için takdir ettiğinde mutlaka bir hayır vardır.

Allah (cc) kuluna bir sıkıntı, yük, musibet, zorluk, daha doğrusu kulun hoşlanmadığı bir şey verdiği zaman onu mutlaka sevap, günahlarına keffâret, daha çok sevap olarak ona geri öder.

Tabir caizse Allah kuluna borçlu kalmaz.

 

Soru şu: Bunları nasıl okuyacağız, nasıl değerlendireceğiz?

Aşağıdaki imkanlar, Allah’tan gelen ama bize göre bela ve musibet, zorluk ve dert, hastalık ve güçsüzlük gibi istenilmeyen şeyleri anlamamızı, kabul etmemizi, teselli olmamızı sağlar. Şüphesiz bunlarla teselli olabilenler bunalıma ve strese düşmezler, başlarına gelene felaket ve dünyanın sonu demezler. Başlarına gelen her şeyi lehlerine çevirmeye çalışırlar.

 

1-Hayatın bir imtihan olduğunu akıldan çıkarmamak

اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًاۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْغَفُورُۙ ﴿2﴾

“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk 67/2)

كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِۜ وَنَبْلُوكُمْ بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةًۜ وَاِلَيْنَا تُرْجَعُونَ ﴿35﴾  

“Biz sizi bir imtihan olarak hayır fitnesiyle de şer fitnesiyle de deniyoruz. Ve eninde sonunda Bize döneceksiniz.” (Enbiyâ 21/35. Ayrıca bakınız: Tâhâ 20/131.Teğabûn 64/15-16. Enfal 8/27-28. Hûd 11/7 Kehf 18/7. Mâide 5/48. En’am 6/165

 

2-“Biz Allah’tan geldik...” diyebilmek,

Musibetlere karşı böyle demek her babayiğitin harcı değildir.  

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِۜ وَبَشِّرِ الصَّابِر۪ينَۙ ﴿155﴾ اَلَّذ۪ينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُص۪يبَةٌۙ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَۜ ﴿156﴾ اُو۬لٰٓئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُهْتَدُونَ ﴿157﴾

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.

Onlar; başlarına bir musibet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler.

İşte Rablerinin nimetleri ve lütfu onlar içindir ve doğru yol üzerinde olanlar işte onlardır!” (Bekara 2/155-157)

Ümmü Seleme (r.anha) dedi ki: «Rasûlullah (asv) den işittim şöylı;: buyuruyordu: «Kendisine bir musibet dokunan herhangi bir müslüman Allah'ın emrettiği: “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi raciûn” (Bekara 2/156) “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” âyetini okur ve arkasından da: “Allahümme! U’curnî fî musîbeti ve ahlif lî hayran minhâ” “Ey Allahım, musibetimde bana ecir ihsan eyle ve benim için ondan daha hayırlısını bedel kıl» derse, Allah kendisine muhakkak ondan daha hayırlısını bedel kılar.» (Müslim, Cenâiz/2 (3-4) no: 2126-2127)

 

3-Olumlu düşünmek ve ümitvar olmak,

Hayata nasıl bakıyorsunuz?

Olumlu olumsuz mu? Optimist mi, pesimist mi?

Olaylar sizin bulunduğunuz yerden nasıl görünüyor?

 

4-Allah’ın hakkımızdaki hükmüne ve iradesine hazır olmak, ya da takdirin Allah’a ait olduğunu unutmamak

وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ اِذَا قَضَى اللّٰهُ وَرَسُولُهُٓ اَمْرًا اَنْ يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ اَمْرِهِمْۜ وَمَنْ يَعْصِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا مُب۪ينًا ﴿36﴾

Allah ve Rasûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.” (Ahzab 33/36)

5-Mülkün Allah’a ait olduğunu unutmamak

İslâm’a göre her şey Allah’ın. İnsana verilenler birer emânettir. Borçlanmak (emânet) biliyorsunuz geçicidir ve geri ödenmesi gereken şeydir.

Öyleyse Allah’tan emânet olarak alınan ve geçici olan şeylere takılıp da kafayı yemeğe, strese girmeye, başkaları ile kötü olmaya, zulüm (haksızlık yapmaya), savaşmaya değmez.

﴾ قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَٓاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَٓاءُۘ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَٓاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَٓاءُۜ بِيَدِكَ الْخَيْرُۜ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿26﴾

De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.” (Âli İmran 3/26)

 

6-Eldekine razı olmak

Mülkün Allah’a ait olduğuna, O’nun her şeyi dilediği gibi takdir edip yarattığına inanan bir kimse elinde ne var ise ona razı olur. Kendine ait olan alanda üzerine düşen görevi yapar, ama kendine ait olan alana karışmaz ve o alanı sahibine bırakıp sonuçtan razı olur.

Eldeki bir kuş daldaki yüz kuştan daha iyidir.

 

7-Her zorluktan sonra kolaylık gerçeği

  1. Muhammed’e hitaben söylenenlere bakalım.

فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًاۙ ﴿5﴾ اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًاۜ ﴿6﴾ فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْۙ ﴿7﴾ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ ﴿8﴾

“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır. Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” (İnşirah (94/5-8)

“... Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratacaktır.” (Talak 65/7)

 

7-Hastalığı, zayıflığı, engelli olmayı iyi anlamak

Herkesin imtihanı, karşılaştığı zorluklar, başına gelen musibetler, kendi kapasitesi miktarıncadır.

Şüphesiz sağlık Allah’ın insana büyük lütûflarından biridir. İnsanlar bununla mutlu olurlar, huzur bulurlar.  

Peygamber (sav) der ki: “Kim sihhatli bir şekilde sabaha ulaşırsa, evinde güvende ise, bir günlük yiyeceği ve içeceği varsa ona sanki dünya bağışlanmış gibidir.” (Tirmizi, Zühd/32 no: 2346)

Peygamber (sav) Allah’tan afiyet istenmesini tavsiye ediyor: “Allah’tan af ve afiyet isteyin. Gerçek imandan sonra kişiye afiyetten daha değerli bir nimet verilmemiştir.” (Tirmizî, Daavât/105 no: 3558) İstenmesi tavsiye edilen bu afiyete sağlık da dahildir.

“Kuvvetli mü’min zayıf mü’minden hayırlıdır. (Bununla beraber) her ikisinde de hayır vardır. Sana faydalı olan elde etmeye çalış. Allah’tan yardım iste ve acizlik gösterme. Başına bir şey gelirse “Eğer (keşke) şöyle yapsaydım, şöyle olurdu” diye hayıflanıp durma. “Allah’ın takdiri böyle, O ne dilerse yapar” de. Çünkü keşke demek şeytanın işidir.” (Müslim, Kader/8 (34) no: 6674. İbn Mâce, Mukaddime/10 no: 79, Zühd/14 no: 4168. Ahmed b. Hanbel 2/366, 370)

Fıtratta hastalanma var. Yaşlanmak, yaşlandıkca da zayıf olmak, erzelil-omr denilen hâle ulaşmak da insanın fıtratına yerleştirilmiş ilâhi bir kanundur.

Bazıları engelli doğabilir, olabilir, engelliye bakmak zorunda kalabilir.

Böyle bir durumda eyvah dememek, bunu mutluluğa çevirmek gerekir.

Mü’min elbette hasta olursa derman/şifa arayacak. Hastası, ihtiyarı olursa bakacak. Kendisi bu duruma düşerse bu ilâhi yasayı anlamalı. İntihar etmeyi değil, bu duruma intiba etmeyi deneyecek.  

Mü’min bilir ki, engellilik, hastalık varsa, bunun mutlaka bir hikmeti de var. Kendisi ve sahibi için mutlaka birden fazla faydası var.  

Peygamber (sav) her türlü hastalık için tedavi olmayı tavsiye ediyor.

Üsame b. Şerik’in rivâyetine göre bir bedevi Peygamber’e şöyle sordu: “Ey Allah’ın Elçisi, tedavi olalım mı? Buyurdu ki: “Evet, ey Allah’ın kulları tedavi olun. Zira Allah (cc) bir hastalık yaratmamıştır ki, dermanını, ya da şifâsını da yaratmamış olsun. Bir hastalık hariç.” Dediler ki: “O hangisidir, Ya Rasûlelleh?” Buyurdu ki. “İhtiyarlık”. (Tirmizî, Tıbb/2 no: 2038. Bir benzeri: İbni Mâce, Tıbb/1 no: 3436)

Ebu’d-Derda’nın rivâyetine göre Peygamber (sav) buyurdu: “Allah (cc) bir hastalık yaratmamışltır ki, dermanını yaratmamış olsun. Her hastalık için şifâ da yaratılmıştır. Yalnız haramda şifâ yaratmamıştır.” (Mâlik, Muvatta Ayn/12. Ahmed b. Hanbel 1/13, 446, 3/156, 4/278. Bir benzeri: Ebu Dâvud, Tıb/11 no:3874, 3855. İbni Mâce, Tıb/1 no: 4336. Tirmizî, Tıb/2 nr. 2038)

 

8-Ölümün ve ahiret hayatının mutlak gerçek olduğunu hiç unutmamak

Adı üzerinde fâni dünya. Yani eskiyen, devam etmeyen, bitecek, tükenecek dünya. Ama insan bazen bunu unutabilir. Bu yüzden ez-Zikra (hatırlatıcı) Kur’an insanlara ölümü sık sık hatırlatıyor

كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ وَنَبْلُوكُم بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةً وَإِلَيْنَا تُرْجَعُونَ {35} 

Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz.“ (Enbiyâ 21/35. Bir benzeri: Hadid 57/20. Lukman 31/33. Ankebût 29/57. Âli İmran 3/185)

أَيْنَمَا تَكُونُواْ يُدْرِككُّمُ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنتُمْ فِي بُرُوجٍ مُّشَيَّدَةٍ ...ً {78}

“Nerede olursanız olun, ölüm gelip sizi bulacaktır, göğe yükselen kulelerde olsanız bile...” (Nisâ 4/78)

Dünya hayatı hakkında Kur’an şu ölümsüz gerçeği de hatırlatıyor.

وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَلَلدَّارُ الآخِرَةُ خَيْرٌ لِّلَّذِينَ يَتَّقُونَ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ {32} 

“Bu dünya hayatı, bir oyundan-eğlenceden ve geçici bir zevkten başka bir şey değildir; ama âhiret hayatı Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar için çok daha güzeldir. Öyleyse aklınızı kullanmaz mısınız?” (En´am 6/32. Muhammed 47/36. Ankebût 29/64)

Hem âhiret hayatına hazırlanmak hem de bu dünya hayatını düzene koymak için ölümü unutmamak gerekir. Ölüm mutlak bir gerçek ve günün birinde herkese ulaşacaktır.

Peygamber (sav) şöyle tavsiye ediyor: “Lezzetleri kesen (dünya lezzetlerine karşı hırsı yok eden) ölümü çok hatırlayınız.” (İbni Mâce, Tirmizî, Nesâi’den Riyazü’s-Salihin, no: 580)

Bütün bunlar tecellilere karşı teselli, rıza, teslimiyet, mutmain olmak ve mutluluk imkanıdır.

   

BEKLERİM HAYIR OLANA KADAR

 

Niçin esef edeyim birader, bugünlerde

Fırtına; varsın olsun, geceler üstümüze

abansa da, karanlık olsa da gökte, yerde

Bir yardım uzanmasa da yetime, öksüze

Sabrederim, beklerim  hayır olana kadar

 

Hayat bu; yokuşu var, inişi var, bilirim

Gülün yanında diken, gündüzden sonra gece

Eylûl’ü haber verir bir nevbahar, bilirim

Hayat her gün yeniden olsa da bir bilmece

Sabrederim, beklerim  hayır olana kadar

 

Hayat bu; hem gülücük dağıtır, hem üzüntü

Bazen sen şakrak, bazen mahzun bir levha sunar

Bazen yükseliş, bazen beklenmedik çöküntü

Gün gelir elimize bir kuş teleği konar

Sabrederim, beklerim  hayır olana kadar

 

Birader, yas tutmaya gerek yok felâkete

Her belânın bir müjde olduğu bilinmeli

Sonunda her şey yolcu, gidiyor kıyâmete

Ümitsizlik; insanın aklından silinmeli

Sabrederim, beklerim  hayır olana kadar

 

Hüseyin K. Ece

26.10.2019

Zaandam

 

Kahrın da hoş lütfun da hoş

Câna cefâ kıl ya vefâ
Kahrın da hoş lutfun da hoş
Ya derd gönder yâhud devâ
Kahrın da hoş lutfun da hoş

Hoşdur bana senden gelen
Ya hil'at ü yâhud kefen
Ya tâze gül yâhud diken
Kahrın da hoş lutfun da hoş

Gelse celâlinden cefâ
Yâhud cemâlinden vefâ
İkisi de câna safâ
Kahrın da hoş lutfun da hoş

Ger bâğ u ger bostân ola
Ger bend ü ger zindân ola
Ger vasl ü ger hicrân ola
Kahrın da hoş lutfun da hoş

Ey pâdişah-ı lem yezel
Zât-ı ebed Hayy-ı ezel
Ey lutfu bol kahrı güzel
Kahrın da hoş lutfun da hoş

Ağlatırsan zâri zâri
Verirsen cennet ü hûri
Lâyık görür isen nârı
Kahrın da hoş lutfun da hoş

Gerek ağlat gerek güldür
Gerek dirilt gerek öldür
Bu Âşık hem sana kuldur
Kahrın da hoş lutfun da hoş

İbrahim Tennûrî (öl. 1482)