“Meded yâ abdelkadir kuddise sirruhu el-âlî” Paylaşan arkadaş bunun en büyük velilerden Gavs-ı Azam Abdulkadir Geylanî olduğunu söyleyerek arkasından S. Nursî’ye ait şu ifadeleri eklemiş:

"Gavs-ı Âzam gibi, memattan sonra hayat-ı Hızırîye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyâlar vardır. Gavs'ın hususî İsm-i Âzamı, "Yâ Hayy" olduğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi, gayet meşhur, Mâruf-u Kerhî denilen bir kutb-u âzam ve Şeyh Hayâtü'l-Harrânî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs'tan sonra mematları hayatları gibidir. Beyne'l-evliyâ meşhur olmuştur." (S .Nursî, Barla Lâhikası, Sözler Neşriyat, 261. Mektup, s: 456. Yirmisekizinci Mektubun Sekizinci Mes’elesinin Üçüncü Nüktesi başlığı altnda. Bizdeki nüshada bu başlık altında böyle bir ifade yok. Bkz: Barla Lâhikası, Tenvir Neşriyat, s: 300)

Günümüz Türkçesiyle şöyle demiş S. Nursî:

“Gavs-ı Azam (en büyük yardım)’dan sonra, ölümünden sonra Hızırın hayatına yakın bir hayata mazhar olan başkaları da vardır. Gavs’ın en büyük ismi de “Ya Hayy-Ey hiç ölmeyecek diri”dir. Bu sırra bağlı olarak diğer ölmüşlerden daha fazla (öldükten sonra da) hayata kavuşanlar vardır. Mesela bunlardan çok bilinen kutb-u Azam-en büyük kutub” Ma’ruf-u Kerhî, kutbu-azîm-büyük kutub” denilen Şeyh Hayatu’l-Harrânî, Hazreti Gavs’tan (yani Abdulkadir Geylanî’den sonra) ölü halleri tıpkı hayatları (yaşıyor) gibidir. Bu durum veliler arasında meşhur olmuştur.”

Yani bu merhum demek istiyor ki:

“1-Abdulkadir Geylanî Gavs-ı Azam’dır, en büyük manevi yardımdır.

2-O, tıpkı hızır gibi bir hayat sahibidir. Hızır ölmediği gibi o da ölmedi.

3-Ondan başka hızırvâri hayata başka kavuşanlar da var.

4-A. Geylanî’nin özel en büyük ismi Yâ Hayy’dır. Yani “ey hiç ölmeyen, daima diri olan Hayy”dır.

5-Onun böyle bir isim alması elbette sırdır.

6-Bir derece aşağı da olsa, evliyâ denilen zâtlardan buna mazhar olan, bu ölümsüzlüğe ulaşanlar vardır.

7-Mesela kutb-u azam-en büyük kutub denilen Maruf-u Kerhî de hızırvâri hayata kavuşan biridir. Her ne kadar A. Geylanî kadar olmasa da.

8-Kutbu azîm-büyük kutun lakaplı Şeyhu’l-Harrânî’de öldükten sonra hızırvâri yaşayanlardandır.

9-Bunların ölümleri Gavs-ı Azam’dan sonra hayatları gibidir. Yani diridirler, hızır gibi yaşıyorlar.”

Evet S. Nursî’nin iddiaları bunlar. İddia diyorum, zira bunların aklen, ilmen ve nassen (Kitap ve Sünnetle) isbatı mümkün değildir.

Bu iddialara karşılık bizim de aşağıdaki soruları sorma ve değerlendirme hakkımız var:

1-Gavs-ı azam, en büyük yardım derken neyi kasdediyor bunu kullananlar? Bunu ölmüş Abdulkadir Geylanî’ye, bugün şeyhlerine yakıştıranlar bununla ne demek istiyorlar? Bundan asırlar önce ölmüş gitmiş, kemikleri bile kalmamış bir fani nasıl büyük, hem de en büyük yardım olabilir?

Bu sözle onlar “A. Geylanî ilmiyle, fazilet ve ahlâkıyla, hizmet ve eserleriyle Allah’ın bu ümmete bir manevi, hem de azim bir yardımıdır” anlamını kasediyorlarsa, buna kimse bir şey demez. Evet, gerçek alimler bu ümmete Allah’ın büyük ikramıdır, lütfudur. Birileri de A. Geylanî için Allah'ın bu ümmete en büyük yardımlarından biri diyebilir.

Yoksa bu sözle onlar, ona en büyük yardımları yapabilen kimse mi demek istiyorlar? Eğer bunu kasdediyorlarsa, o zaman gündeme “ölülerden yardım istemek” gelir. Hiç ölüden yardım istenir mi?

İnsan mecbur kalınca dirilerden, yanında olanlardan yardım isteyebilir. Bu normaldir. Ama Allah’tan istenebilecek şeyler kullarından istenmez. Peki mezardakilerden nasıl böyle yardım istenir?

Bir kimse evet istenir diyorsa, buyursun isbat etsin, bu inancın Tevhidin neresinde olduğunu açıklasın.

(Gavs-ı Azam; Ünlü Hanbelî fakih ve Kadiriyye tasavvuf okulunun kurucusu, Şeyh Abdülkâdir Geylânî'ye verilen lakab. Tasavvuf kaynakları, A.  Geylânî’nin tasarrufunun ölümünden sonra da câri olduğunu, kaydederler. Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü)

(Latin harfleriyle “gavs” şeklinde yazılan kelime aslında “ğavs’dır (peltek se ile)”. Bu da sözlükte yardım etmek veya yardımdır. Ğays şeklinde söylenirse bu da yağmur anlamına gelir.

Bu kökten gelen “istiğâse” birinden yardım talebinde bulunmak demektir. (Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 550) Bu da tıpkı Fatiha’daki “istâne” gibidir. Her iki kelime de yardım olayını, yardım ve meded istemeyi ifade eder.

Özellikle Allah’tan yardım isteme anlamında daha çok kullanılır. Şöyle bir örnek verilebilir: “Allah falancanın yardım isteğine icabet etti.”

Nitekim Peygamber (sav) bir duasında “Allahümme, eğişnâ-Ey Allahım bize yardım eyle...” dedi. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 11/96-97)

Bir başka duasında şöyle buyurdu: “Yâ Hayyu Yâ Kayyûm, bi-rahmetike esteğîsü, fe-eslıhlî şe’ni küllehu ve lâ tekilnî ilâ nefsî tarfete ayn: Ey daima diri ve mevcut olan Allahım, merhametinle Senden yardım istiyorum. Bütün işlerimi düzelt ve bir an olsun beni nefsime bırakma.” (Tirmizî, Daavât/68 no: 3477. İbnu Mâce, Dua/2 no: 3831)

Bu kelime Kur’an’da da bir kaç yerde fiil halinde kullanılıyor.

“Hani Rabbinizden yardım istiyor, yalvarıyordunuz (testeğîsûne). O da, “Ben size ard arda bin melekle yardım ediyorum” diye cevap vermişti.” (Enfal 8/9)

“Ana ve babasına: Öf be size! Benden önce nice nesiller gelip geçmişken, beni mi tekrar dirilmekle tehdit ediyorsunuz? diyen kimseye, ana ve babası Allah'ın yardımını isteyerek (yesteğîsâni) : Yazıklar olsun sana! İman et. Allah'ın vâdi gerçektir, dedikleri halde o: Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir, der.” (Ahkaf 46/17)

Bir âyette de İsrailoğullarından birisinin kavga ettiği adama karşı hz. Musa’dan yardım istemesi (isteğâsehu) (Kasas 28/15), bir başka âyette de cehennemliklerin ateşe karşı yardım istemeleri (yesteğîsû) (Kehf 18/29) anlamında geçiyor.

“Gavs makamı, tasavvufta en yüksek manevî makamdır. Kutub, mazhar-ı hakîkat-ı Muhammediyye ve cami-i esmâ-i İlâhiyyedir. Yani ilâhî isimleri kendisinde toplayan, Hz. Muhammed (s)in hakikatine vâsıl olan kişidir. Bazılarının ifadesine göre gavs, evliya hiyerarşisinde kutubdan sonra gelir.” (Tasavvuf Terimler ve Deyimleri Sözlüğü)

“Tasavvufta kâinatın yönetiminden sorumlu olduğuna inanılan velîler örgütünün başı. Kutub ve kutbu'l-aktâb (kutublar kutbu) da denir. Manevî makamı esas alındığında daha çok kutup ya da kutbu'l-aktâb denildiği halde, özellikle kendisinden yardım istenilmesi durumunda "yardım eden" anlamında gavs ya da gavsu'l-âzam (en büyük gavs) olarak anılır. Ancak gavs ve kutub kelimeleri mücerret olarak kullanıldığında gavsu'l-âzam ve kutbu'l-aktâb anlaşılır.” (https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/gavs-gavsul-azam)

İfadeye dikkat ediniz: kendisinden yardım istenilmesi durumunda yardım eden gavs imiş. Ölmüş bir adamdan nasıl istenir? Toprağa karışmış bir fani nasıl oradan dirilip de yardım isteyenin yardımına gelir?

Namazın her rek’atında; “İyyâke na’budü ve iyyâke nes’taîn-Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz” diye okuyan, buna inanan bir müslüman nasıl olur da kendisi gibi bir insan olan ölmüşten yardım ister?

İnsanlara bu anlamda gavs-ı azam, -az boz değil-, “en büyük yardım”, “en büyük yardımcı...” nasıl denir, Allah’tan korkmadan? Tevbe estağfirullah, haşâ billah.

Allah’ın yardımı dışında yardım mı, yardım edici mi olur?

Bunu kullananlara sormak gerekir: Siz ne dediğinizin farkında mısınız?

 

2-S. Nursî’ye göre hızır ölmedi. Hayatta. Halbuki Kur’an “her nefis (canlı) ölecektir” (Ankebût 29/57. Enbiyâ 21/35)diyor. Musa’ya yoldaşlık eden ve kendisine ilim verilmiş şahıs (halkın Hızır dediği), eğer insan idiyse, bu âyetlere göre o çoktan öldü. Yok eğer melek idiyse hiç kimse meleklerin hayatlarını, iç âlemlerini, nerede ve ne yaptıklarını bilemez. Zira peygamberler dışında hiç kimseye vahiy gelmedi, gelemeyecek.

Peki S. Nursî neye dayanarak Hızırın hâlâ yaşadığını ileri sürüyor?

 

3.Ölüm herkes için mukadder mi? Evet. Hızır’ın hayatta olup olmadığı tartışması bir tarafa S. Nursî nasıl olur da m. 1165 veya 1166 yılında öldüğüğ bilinen (TDV İslâm Ansiklopedisi, 1/239) bir kimse için ölmedi, hâlâ yaşıyor, o da hızır gibi bir hayat sahibi der?

A. Geylanî’den başka da hızır gibi yaşayan, yani hâlâ ölmeyen, hayatta olan insanlar da varmış (!). Öyle iddia ediyor S. Nursî. Sormak lazım; delil/isbat/kanıt ne? Bu nasıl iddia edilebilir? Allah (st) herkes ölecek diyor ve ölüyor, o ise “hayır bazıları ölmedi, Hızır gibi aramızda dolaşıyor” diyor.

Gavs olduklarına göre yardım isteyenlerin yardımına da koşuyorlar belki de (!) Haşâ billah...

 

4-Bu gavs-ı azamın hususi ismi de Yâ Hayy imiş. Hiç bir insan/kul için Yâ Hayy denir mi? Biz biliyoruz ki bu el-Hayy ismi Allah’ın En Güzel İsimlerindendir (el-Emâu’l-Hüsnâ’dandır). Âyetu’l-Kürsî, bununla başlar. Kur’an’da Allah (cc) bunu kendisi hakkında beş yerde kullanıyor.

Yukarıdaki Peygamber duasını tekrar hatırlayalım: “Yâ Hayyu Yâ Kayyûm” diye başlıyor. Yani Yâ Hayy diye ancak âlemlerin Rabbine niyaz edilir. Mü’minler “Yâ Hayy Yâ Hayy!” diye rablerine yalvarırlar dualarında.

Bu hitap nasıl olur da bir beşerin, bir faninin en büyük ismi olur. Hem de öyle sıradan değil “en büyük ismi”. Bu büyük isme sahip olan A. Geylanî demek ki ölmemiş, hatta ölmeyecek, Hayy ismiyle yaşayacak. Yaşadığı sürece de kendisinden yardım isteyenlere imdat edecek (!)

Buna göre el-Hayy olan âlemlerin Rabbi Allah’ın yanında kendisine “Yâ Hayy” diye büyük isim takılan Geylanîler de varmış…

 

5-Bir kimsenin Allah’a yapılması gereken hitap ile adlandırılması nasıl bir sır oluyor acaba? Esrarengiz bir olay mı denmek isteniyor? Öyle ise bu tür sırlar, esrarengiz işler, tılsımlı-gizemli ifadeler müslümana ne kazandırır diye sormalı değil mi?

 

6-A. Geylanî bu hızırvâri hayatında yalnız değilmiş. Her ne kadar onun gibi değilse de velilerden bazıları da onun gibi Hızırın hayatına benzer bir hayat sahibi midir? S. Nursî, evet diyor.

Kendilerinin evliyâ dedikleri bazı zatlar da tıpkı onun gibi ölmediler, yaşamaya devam ediyorlarmış. Nerede? Nasıl? Neden ölmediler? Ölmediklerini, hâlâ hayatta olduklarını kim ileri sürüyor? N. Nursî.

Acaba kendisi onlarla karşılaşmış mı? Nerede? Onlarla biz niye karşılaşmıyoruz? Ya da onlar sadece, kendileri hakkında bu iddialarını ileri sürenlere mi gözüküyorlar?

 

7-Kutb-u azam diye nitelediği Maruf-u Kerhî’nin de Hızır gibi ölmediğini S. Nursî iddia ediyor. Sormak gerekmez mi, nereden biliyor? Allah (st) ona bunu vahiyle mi bildirdi? Buna hangi âyeti, hangi hadisi, hangi aklı başında bir âlimin ictihadını delil olarak getirilebilir?

Yine sormak lazım; kutb-u azam derken de neyi kasdediyor? Özel yaratıklar mı? İnsanüstü güçler mi? Yarı tanrılar mı? Olağanüstü güçleri olan masal kahramanları mı? Tanrılaştırılan yaratıklar mı?

Kur’an’ın vasıflarını verdiği beşer/insan/kullardan hiç biri böyle değil. Kur’anın tarif ettiği insan dünyada bir müddet kalır, imtihana çekilir, iyi veya kötü, az veya çok yaşar, sonra ölür. Ölünce de işi, fonksiyonu, tasarrufu, sorumluluğu biter.

Beşerin, yani insanın sınırı, gücü, kapasitesi haddi bellidir.

Ağır hasta olduğu zaman yüzündeki bir sineği kovmaya, bir yudum su içmeye, bir adım atmaya gücü yetmeyen bir insanın, öldükten sonra bile tasarruf ettiğine, beldeleri dolaştığına, imdat diyenlere yardım ettiğine, toplantılar yaptığına, diğer kutublarla biraraya geldiğine inanmak, şüphesiz ki temelsiz bir iddia, işe yaramaz bir hayaldir. Üstelik Tevhid inancıyla asla bağdaşmaz. 

 

8-S. Nursî tekrar iddia ediyor. Bu gibi veliler hızırvâri bir hayatın sahibidirler. Tabi kimilerinin veli-evliyâ derken neyi kasdettikleri de ayrı bir soru işareti. Kur’an’ın veli-evliyâ dediği mü’minler, takva sahibi, ihlaslı müslümanlardır ve asla olağanüstü özellikleri, tanrısal güçleri yoktur, özel sınıf değillerdir. (Yûnus 10/62)

S. Nursî’nin bu ifadelerinin yer aldığı Barla Lâhikası adlı kitap genelde onun veya talebelerinin mektuplarını toplamış. O hepsinden sonra olmasa bile pek çok mektuptan sonra “el-Bâki hüve’l-bâki-Bâki olan (ölümsüz olan) yalnızca Allah’tır” diyor. Yani mektuplarını bu cümle ile bitiriyor. Hatta yukarıda alıntıladığımız mektubunun altında da bu ifade var.

İşin garibi mektupta A. Geylanî, Maruf-u Kerhî, Şeyhu’l-Harranî’nin hızırvâri hayatları olduğunu, yani ölmediklerini iddia ettikten sonra, altına da “ölümsüz olan yalnızca O’dur” diye not düşüyor.

Bilmiyorum, bu yaman çelişki nasıl açıklanabilir?

 

Bu sorularımız acaba, âlimlere haksız eleştiri, zahirî ve selefî bakış açısı, aklî yorum diye suçlanır mı?

Ya da S. Nursî’nin bu iddiaları keşfî ve tecrübî bilgi ile açıklanır denilebilir mi? Kaldı ki tecrübî bilgi kabul görse de, keşfî bilgi iddiları sübjektiftir, ucu açıktır  ve her zaman tartışmalıdır. İlim olarak bir geçerliliği de yoktur.

Kur’an’ın insan tanımına zıt, Tevhid inancı açısından kabul edilemez bu iddialar farklı bakış açısı deyip geçiştirilmeli mi? Ya da kabul mu edilmeli?

Yo hayır. Bence bu tür iddiaların Tevhid inancına uyup uymadığı tekraren gözden geçirilmeli. Zira ibadet ve ahlâkta hatalar affedilir de, itikadî sapmalar tehlikelidir.

“Medet Ya Abdulkadir” diyen hat yazarı Sâmi Efendi’nin imdadına imdat istediği mütevaffa geldi mi, bilmem. Ama öğrendiğim bir şey var ki, Kur’an’a göre her insan ölümlüdür. Peygamber bile olsa öldükten sonra ne hareket edebilir, ne kıyâmate kadar mezarından kalkabilir, ne de yardım edebilir. Ölenin işi bitmiştir.

Bazı güzel insanların eserleri, hizmetleri, örneklikleri, bir anlamda adları yaşar. Ancak bedenleri, eylemleri, işleri, dünyadaki misafirlikleri ölümle biter. Mütevaffa olurlar, toprakta çürürler ve asla dünya işlerine karışmazlar.

Zaten buna güçleri de yok, varlıkta öyle bir hakikat de yok. Üstelik Allah kendi yarattığı varlıkları asla işine karıştırmaz. Fiil ve tasarruflarında asla ortak kabul etmez. O’nun gavs, kutub gibi yardımcılara da ihtiyacı yoktur.

es-Selâmu ala men ittebe’al-hüdâ...

S. Nursî'nin A. Geylanî hakkındaki diğer abartılı ifadeleri için bakınız: 

http://www.huseyinece.com/makalelerim/uzun-makaleler/1734-said-nursi-ve-abdulkadir-geylani

 

Hüseyin K. Ece

23.11.2019

Zaandam