Ramazan’da köyde olmak… Yani Ballıca köyünde, Edişe’de... Güzel olur muydu? Bilmiyorum... Ramazan’ı köyde geçirenler anlatsın, duyalım. Zira bizler gençliğimizden beri köyde Ramazan geçirme imkanı bulamadık.

Ama çocukluğumuzda köyde geçirdiğimiz Ramazanları hatırlayınca, eh o eski zaman geri gelse de, Ramazan’da köyde olsak diyoruz.

  

Ya da eski köy Ramazanlarını hatırlamak güzel olur. Çünkü o zamanki Ramazanların hali bir başka idi.

İlk oruç tuttuğum zaman 12 yaşlarında idim. Tam hatırlamıyorum ama sanırım Aralık sonları idi. Aslında oruç tutmamız yasaktı. Babam, “siz henüz küçüksünüz, oruç size farz değil, büyüyünce tutarsınız” derdi. Fakat biz ısrar edince bir kaç gün tutmamıza izin verirdi.

İlk sahura nasıl kalktığım aklıma gelmiyor. Ama o zamanlar sahura kalkmanın ne kadar önemli, iştahı kabartan bir şey olduğunu söylemeliyim. Öyleki sahura kalkma fırsatı bulmak önemli başarı sayılırdı arkadaşlar arasında.

Zira sahur kelimesi bize sihirli bir dünyayı hatırlatırdı. Gizemli, bilinmez, fakat çok merak edilen bir şey. Ramazan öncesi oruçtan, sahurdan, iftardan bahsedilirdi. İftarı az çok bilirdik. Çünkü aileler özellikle kış aylarında hep birlikte yapılırdı. Zira günler kısa idi ve 14 yaşından küçükler henüz yatmazlardı.

Bizden büyükler iftariyelikler hazırlarlardı. Ablalar, gelinler, arkadaşlar iftar hazırlıklarını anlatırlardı. İftara kaç saat kaldığını, falanca çocuğun iftarı beklemediğini, henüz ikindi vaktinde orucunu açtığını söylerlerdi.

Bir de Ramazan öncesi hazırlıklar. Günlerce sürerdi. Kadınlar imece usulü çalışırdı. Bir evin Ramazan ihtiyaçları hazırlandıkatn sonra diğerine gidilirdi. Ramazan için yufkalar açılır, zironlar, erişteler, mantılar yapılırdı. Zironlar sıra sıra kalburlara dizilir, erişteler bir torbaya, ya da güvece konulur, yufkalar ya bir lenger’e ya da bir tepir’e istif edilir, bir yana kaldırılırdı.

Sıra hangi evde ise orada bir kaç tekne hamur yoğrulur, ocakta veya saçayağının altında ateş yakılır, gerekli diğer malzemeler hazırlanırdı. Malzemelerin bir kısmı mutlaka komşudan alınırdı. Siniler, ıhleviler, saçayakları, tekneler, bıçaklar, tepsiler (kıylılar) ve benzerleri. Tabi bu evde iş bitince benzer malzemeler sıradaki eve taşınırdı. Herkes akrabasıyla, komşusuyla yardımlaşırdı. Tıpkı diğer işleri birlikte gördükleri gibi.

Ateşler yakılıp, hamur da kendini alınca hadi bakalım bir faaliyettir başlar. Kadınlardan birisi yufka açar, diğeri onu saç’ın üzerinde ıhlevi ile pişirir, bir diğeri katlar, bir başkası sinide onu ya ziron olarak, ya erişte olarak keser, bir başkası onu kalbura veye derin bir kaba dizerdi. Bu çalışma tam bir gün sürdüğü gibi, iki günde sürebilirdi. Zira bazı evler kalabalıktı ve fazla hazırlık gerekiyordu.

(Ancak bütün bu işleri kadınlar yaparlardı. Yani annelerimiz, gelinlerimiz ve ablalarımız/kızkardeşlerimiz. Erkekler ne mi yaparlardı? Kış gurbetine gitmeyenler, mallara bakmadan art kalan zamanlarında köy bacasında aşık oynarlardı.

Ütmecesine veya dızzıklı.)

Bazı evler ta yaz aylarında Ramazan’ı düşünerek hazırlık yaparlardı. Kimisi reçel, kimisi kuşburnu kolotu yapardı. Ya da bol bol kuşburnu kuruturdu. Elma ve armut hoşafları, soymacalar, çırtılmış fasülyeler, erik ve kaysı kuruları da yapılırdı. Katık’tan yapılan kurutları da söylemeliyim. Ziron zaten ancak kurut katığı ve tereyağı ile nefis olurdu.

Kış aylarında veya Ramazan’da bunların hepsi pratik yemeklerdi. Biraz hoşaf suyu, biraz kuşburnu suyu, bazı evlerde süzme bal, lor (minzi), yağkulahlarında dinlendirilmiş tereyağı… O zaman köyümüzün pek çok evinde mutlaka kuşburnu kuruları hazır olurdu. Herkes kendi imkanına göre göre bir şeyler yapardı.

 Bunları duyardık, görürdük ve çocuk zihnimizde bir yerlere oturtmaya çalışırdık. Ramazan demek ki mühim bir zaman dilimi, bütün köylüler ondan bahsettiğine, herkes ahzırlandığına göre önemli olmalı.

Bize göre ise oruç galiba biraz erişte, biraz ziron, biraz üzerine fazla kızartılmış soğanla tereyağı dökülen pilav, biraz iftariyelik, biraz da sahur heyecanı gibi bir şeydi.

Günler geçer, bir gün Ramazan başladı derlerdi. İlk akşam babaların camiye teravihe gittiklerini duyunca sahi gerçekten Ramazan gelmiş derdik. Ama bizim aklımıza hemen sahur gelirdi. Bakalım bu sene sahurlar bizim için nasıl geçecek diye merak ederdik.

Ramazan başlardı; anneler, babalar, ablalar sahura kalkarlardı da, sanki biz orada yokuz. Bizi ev nüfusundan saymazlardı sanki. Bizi de tam zamanında, zahmetsiz, şöyle büyükler gibi, bizim kendimizi duyurmamıza gerek kalmadan kaldırsalar ne olurdu. Ama maalesef böyle olmazdı. Sahurlar bizim için hem meraklı bir faaliyet, hem de zor geçen saatler idi.

Sahurlarda annemiz biz uyanmayalım diye her şeyi sessiz yapmaya çalışırlardı. Kış olduğu için sahur yemekleri genelde sobada pişirilirdi veya hazır yemek varsa orada ıstılırdı. Tandır evinden alınacak bir şey varsa, annemiz veya ablalarımız bunu sessizce yaparlardı. (Ki o zamanlar köylerimizde tandır evi hanenin merkezi idi. Un ambarından patates yığınına, ağartıdan küplere, su kazanlarından yataklara, kehrizden arı kovanına, yayığın ipinde tereklere, kadar her şey orada idi. Çocukların hemen hepsi evin ortasındaki sıcak tandırın etrafında uyurlardı.)

Benim yaşındaki çocukların sahur zamanı uyanma, hatta çişe gitme hakkı bile kısıtlıydı. Bu durum büyükler tarafından sezilince çoğunlakla ‘yat aşağa’ denirdi. (Bu elbette her evde böyle değildi ama genelde durum böyle idi.) Bir bahane ile uyanıp çişe gidenler bazen sahur sofrasına davet edilir, bazen de onun uyanması kimsenin umurunda olmazdı. Hatta ‘ben buradayım’ demek için zoraki öksürüklerin bile faydası olmazdı. O da mecburen, sessizce gider yatardı.

Bazen anne tandır evine bir şey almaya gelince çoktandır uyananlar yatağın içinde sağa sola dönerler, öksürürler, ağızlarını şaplatırlardı… Yani bir şekilde orada olduklarını haber verirlerdi. Eğer anne merhamete gelir de, “kalk uşağım derse”, sevinçten yerinden fırlar doğru odaya koşardı. Zira bu onun için bir zaferdi. “Yaşasın, bu gece sahura kalktım’ derdi.

Çocuk aklı, o zaman zannederdik ki sahur çok değişik. Çok daha lezzetli, çok daha farklı şeyler yeniyor. Öyle ya adı üstünde “sahur”. Sihirli, bizim için bilinmeyen, ama efsunlu bir şey. O vakitte yenilen yemekler de öyle olmalı. Tadlı, harika ve elbette çok daha lezzetli.

Hüseyin K. Ece

31-07-2009

Zaandam/Hollanda