(Bir önceki sayıda izin için yaptığımız hazırlıklardan, telaşlardan, izin öncesi yaşadığımız streslerden bahsetmiştik. Şimdi kaldığımız yerden devam ediyoruz.)

Bir de geçen izinlerdeki tecrübelerin aklına. Yaşadıkların, gördüklerin, çektiğin çileler. Hepsi tek tek filim şeridi gibi gözünün önüne gelirler. İçinden bir ses ‘gel izine gitme, ne bu? Her sene/her sefer çile, yorgunluk, bitkinlik. Mecbur muyum bunları çekmeye’ dersin.

 

Biraz düşünür vazgeçersin böyle düşünmekten. ‘Olsun, çile de olsa izine gitmek gerekir. Memleketi ve yakınları görüp ziyaret etmek gerekir. Sılay-ı rahim yapmak boynumuzun borcu. Ne yapalım, zor da, masraflı da olsa gideceğiz’ dersin.

Sonunda izin günü gelir çatar. Yol görünür. Arabayı ya bir akşam, ya bir sabah tıka basa yüklersin. Her bir şeyi gözden geçirirsin. Hatta sana göre bir liste vardır, o listeye göre her şeyi kontrol edersin. Aman bir şey eksik kalmasın. Yolda ne olur ne olmaz diye.

Ya bir sabah, ya bir öğle saatinde, ya akşama doğru yola koyulursun. Hadi babam, git git, ne yolun biteceği var, ne de sılanın yakına geleceği. Yollar o kadar uzundur ki, her virajı döndükçe, her dağı aştıkça, sanki gideceğin yer sana gelecekmiş gibi olur. Ama heyhat, menzil öyle kolay kolay yakına gelmez.

Almanya’yı kolay geçersiniz. Yolda kuyruk yoksa daha da iyi olur. Almanya’da her nasılsa içinde bir güven hissi olur. Parklarda yatarsan için rahattır. Benzincide aldatılmadığını düşünürsün. Ya da aklına asla benzine su katmışlardır düşüncesi gelmez. Ya da polis haksız yere durdurup rüşvet isteyecek, hak etmediğim cezayı yazacak diye endişeye kapılmazsın. Yolda araban bozulsa sanki kolaylıkla yardım geleceğini, yolda kalmayacağından eminsin gibi.

Hatta Avusturya’yı aynı duygular içinde geçersin. Tabii Graz’a yakın uzun tünel çıkışında yaptığın ödemenin sebebini sormaya kalkmazsan... Yoksa orada asık suratlı bir kokana bağırarak: “Sana 10 euro ver dedim” ihtarını duyarsın. Sanki “parayı ver ve defol” dercesine. Sen ister istemez yaşadığın ülkedeki yabancı düşmanlığını düşünürsün. İster istemez belki de oradaki görevlinin kabalığından kaynaklanın bu tavrı kolaylıkla “ayrımcılığa” yorumlarsın  ve “bu habis hastalık Avusturya’ya da sıçramış” dersin.  

Neyse ki sen bu gibi kabalıklara alışkınsın. Her yıl bazı ülkelerde, yollarda, özellikle kendi ülkende o kadar çok yaşadın ki, artık aldırmıyorsun. Boş ver, bir kabalık deyip geçiyorsun. Ya da kendi kendine “acaba daha nazik davranamaz mıydı? Acaba ben mi bir kabalık yaptım da, karşılığını mı alıyorum” dersin.

Eğer sabah erkenden yola çıkmışsanız belki Avusturya’da, belki ileride gecelemek zorundasınız. Eğer geç çıkmışsanız Almanya’yı çıkmadan, ya da Avusturya’da bir yerlerde yatmanız gerekir. Uzun yola gidiyorsunuz. Yeterince uyumadan yola devam edemezsin. Hem ne lüzum var canım, geç olsun da güç olmasın. Varsın bir kaç sonra anavatana varalım da, ama kaza bela olmasın. Ancak yatacağınız yer emniyetli olmalı. O yüzden her zaman kalabalık benzin istasyonlarını tercih edersin.

Sabah erkenden kalkarsınız. Öyle ya gidecek çok yolunuz var. Oyalanmaya gelmez. Bazen de hanımın uykusu tuıtmaz; “herif/bey kalk, gitmemiz gerekir, bak herkes yola koyuldu” der, uykunmuzu mahveder. Siz de ben hanım/be karı/be kadın, ne acele ediyorsun, daha başımı yeni koltuğa koydum?” dersin. Size göre, siz araba sürerken o yeterince uyumuştur. Eğer arabada çocuk varsa, onları gürültülerini de hesaba katarsın.

Slovenya’yı nasıl geçtiğini bilemezsin. Kapıdaki uzun sorguyu saymazsan, burada bir sorun yaşamazsın. Pasaportlarınız uzun uzun incelenir. Tek tek kontrol edilirsiniz. Sonunda geçiş vizesi alırsınız ama ‘niçin bu kadar’ demekten kendinizi alıkoyamazsın.

Hırvatistan’a geldiğiniz zaman içinize şüpheler ve korkular birikmeye başlar. Zira geçen senelerde de benzer şeyleri yaşadınız. Gümrükteki görevlinin dik dik bakması, sizi gözden geçirmesi, adeta; “haydi bir şeyler ver de” çek git dercesine anlamlı anlamlı bakması seni rahatsız eder. Ama bir şey diyemezsin. Çünkü dilini bilmiyorsun. Çat pat Almanca veya İngilizce de pek işe yaramıyor.

Görevli size bir kart uzatır. Yol parası kartı. Ne kadar? Sen  bilmiyorsun. Adam eliyle şu kadar euro der. Ya da bazen Türkçe beş der, onbeş der. Siz de çıkarır kağıt para verirsin. Bazen görevli verdiğinin hepsini iç eder, bazen de küçük bir miktarı geri verir. Sen ne kadar yol parası verdiğini bir türlü bilemezsin. Hırvat parasının o günkü kurunu bilmediğin gibi, görevlinin hangi kurdan bozduğunu hiç bilemezsin. Zira oradaki görevlinin hesabı genellikle bambaşka olur.

Bunu da sineye çekersin. Çünkü biraz sonra Sırbistan ve Bulgaristan’da benzer şeylere şahit olacaksınız. Üzerinde fazla durmazsın. Zaten yola çıkarken böyle şeyleri göze almıştım dersin. En ucuz atlamyı kâr sayarsın.

Gümrükten kolay kurtulduğunuza sevinirsiniz. Çünkü adam bir gıcık kaparsa, bütün arabayı didik didik arar, yükü çözmeni isteyebilir. Yolda bir polis gereksiz yere sizi durdurur, hız limitini aştınız der. Eliniz bir ingilizce büroşür tutturarak; “bak kurallar burada yazıyor, Hırvatistan’a hız limitini aşmanın cezası 300 eurodur” diyebilir. Ne yapacağını şaşırırsın. Adam halinden o kadar emindir ki, sen “gerçekten çok hızlı mı gittim” diye kendini sorgularsın.

Haritaya bakarsın, yani Hırvatistan haritasına. Sonra şaşar kalırsın, bu ne biçim ülke, bir kol doğuya doğru, bir kol güneye doğru? Ve harfinin iki kolu gibi. Ya da doksan derece açılmış kaba bir pergel gibi.

Sırbistan sınırına kadar yer yer düzeltilen yol, bir türlü bitmez. O kadar uzun gelir ki sana, yahu bu Hırvatistan amma da büyük bir memleketmiş dersin. Almanyada katettiğiniz 900 km.lik yoldan daha uzun zannedirsin.

Yolda yakıt bitince içini bir endişe kaplar. Acaba sağlam bir yakıt alabilecek miyim? Acaba kazıklanacak mıyım? Öyle ya, görevli şu kadar euro vereceksin diyor, sen de ister istemez veriyorsun. İsabetli olup olmadığını nereden bileceksin ki?

Sırbistan gümrüğüne geldiğinizde içindeki endişe ve korku büyümeye başlar. Her nedense ta Yugoslavya zamanından beri bu ülkeye karşı bir ürperti içerisindesin. Belki hiç bir şey olmadı, belki her şey yolunda yürüdü. Ama nedense o içindeki ürpertiyi atamıyorsun.

Daha önceki yıllarda yaşadıkların, duydukların seni ister istemez etkilemiştir. Adamlar size iyi davransa da, acaba bir şey olur mu diye endişelenirsin. “Aman Allahım şurayı kazasız belâsız bir atalatalım da” diye dua edersin. Bir tekerin tamirine haksız yüksek ücret alınması, küçük arızalar için eşek yükü kadar para istenmesi, bazı sigortaların burada geçersiz oluşu, parklardaki soygunlar aklına gelince, tedirginliğin artar. Korkun gitmez, duaya devam edersin.  Ancak çocuklar korkmasın diye bunlara arabada olanlara anlatmazsın.

Bulgaristan gümrüğüne geldiğinizde hafiften bir oh çekersin. Ama bu oh çekme yarım kalır. Çünkü sizi ileride, yani hem Bulgaristan’da, hem Türkiye’de farklı zorlukların beklediğini hatırlarsın. Sevincin yarım kalır. Oh çekmeyi ister istemez başka bir bahara ertelersin. Sonra bir ses kulağına şöyle fısıldar; “şöyle yürekten gelen bir sevinçle oh çekeceğin baharın geleceğinden emin değilim’.

Bir yaz günü Tuna’da geçme hikayemiz bir sonraki sayıda da devam edecek...

Hüseyin K. Ece

20.8.2008 Zaandam