(Bir önceki sayıda Bulgaristan’ın Tuna kıyısındaki Vidin şehrinden arabalı vapurla Romanya’nın Galafat kentine doğru yola çıkmıştık. Kaldığımız yerden devam ediyoruz.)

Tuna üzerinde, hafif batıya doğru yol alıyorsunuz. Arabalı vapur küçük bir bot. Yirmi, bilemedin yirmibeş arabalık. Belki onun iki/üç misli kadar yolcu. Kimi bulgar, kimi romen, kimi de sizin gibi transit geçen bir kaç farklı ülke insanı.

 

Hava güneşli ve açık. Tuna önünüzde duruyor. Evet sanki koca nehir, akmıyor ama duruyor. Öyle hissediyorsunuz. Nehrin akış yönü neresi diye soruyorsunuz. 

Ama kenarlara bakınca hangi yöne doğru gittiğinizi anlıyorsunuz. Kuzey batıya doğru gidiyorsunuz ve bu yön nehrin ters istikameti. Botunuz zahmetsizce yol alıyor. Öyle ki Tuna’da ne bir itiraz, ne bir gürültü ne de bir rahatsızlık... Sakin ve ve uyumlu. Bot suyu yumuşak bir şekilde yarıyor, dalgasız, gürültüsüz, tatlı bir şekilde ilerliyor.

Tuna, ürpertici ve gizemli. Yani biri sorsa öyle anlatırsınız. Kıyıdan kıyaya kaç metre, bilmiyorsunuz ama bir derya diyorsunuz. Batıdan doğuya doğru sessizce ve ürkütücü bir tarzda akan bir su kütlesi. Biraz bulanık, ondan dibi görünmüyor. Bu size biraz daha tuhaf, biraz daha korkunç geliyor.

Tuna’yı bu halde kendisiyle başbaşa bırakıp Yahya Kemal’in o meşhur şiiri (Akıncı Türküsü) aklınıza geliyor.

Yahya Kemal o şiiri kimler için yazdı?

Hangi akıncının ruhuna, diline, rüyasına tercüman oldu?

Hangi duygularla, hangi hayellerle, hangi hasretle kaleme sarıldı ve neler hatırladı? (Yahya Kemal’in Üsküplü yani Balkanlardan olduğunu unutmayalım.)

Bu şiir okuyanı alıp nerelere götürür acaba?

Günümüzde bu şiiri kaç kişi okur, kaç kişi anlar? Birileri kalkıp acaba ‘Şair, saçmalamış’ der mi? Siz de bilirsiniz ki, tarih geriye dönmez. Ama bazı şeyleri hatırlamak hem hoş olur, hem de ibret verir.

Siz 2008 yılının bir Temmuz sonunda, yine bir yaz günü, sıcak bir günde, kafilelerle değil de, bir arabalı vapurla, arabalarla, insanlarla; çok farklı bir şekilde geçrsiniz Tuna’yı. Yanınızda kardeşleriniz, çocuklarınız, hanımınız veya yol arkadaşlarınız vardır. Yahya Kemalin anlattığı akıncıların Tuna’yı geçiş amaçlarıyla, sizin yolculuğunuzun amacı apayrı. Birbirlerine hiç benzemiyorlar.

Yine de Tuna’yı geçiyorsunuz, bir arabalı vapur üzerinde. Tuna aynı Tuna, ama üzerindeki yolculuklar farklı. Su aynı su ama, üzerinde yüzen şeyler değişik, dünya aynı dünya ama yaşayanlar, olaylar aynı değil.

Herkesin Tuna ile belki ayrı bir hatırası vardır. Tuna herkese belki ayrı bir şey düşündürür.  

Tam orada Yahya Kemal’in şiirini mırıldanırsınız:

AKINCI TÜRKÜSÜ

“Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik
Haykırdı ak tolgalı beylerbeyi "ilerle"
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle
Şimşek gibi atıldık bir semte yedi koldan
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan
Bir gün yine doludizgin atlarımızla
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla
Cennette bu gün gülleri açmış görürüzde
Hala o kızıl hatıra gitmez gözümüzde
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik”

Bir yaz günü kafilerler halinde kuzeye doğru geçenler... Cennette açmış olan gülleri gördüğü zaman o kızıl hatırayı kim hatırlar? Hangi amaç uğruna, hangi hedefe doğru?

Kendi kendine soruyorsunuz ve yüreğine bir cevabın düşmesini bekliyorsunuz.

Sonra diyorsunuz ki, hayat bu işte. Geçmiş hatıralarla dolu. Çeşit çeşit olaylarla dolu. Kimi hüzünlü, kimi gülünç, kimi acıklı, kimi yürek burkan, kimi feci... Dünya hayatı bu... Yani insanın, tolumların dünya hayatı... İyi günler ve kötü günler arka arkaya. İkbal günleri ile hezimet günleri yanyana. Zafer ve yenilginin kardeş olduğu gibi.

Kuzeye doğru kafileler halinde gidenlerin torunlarının günün birinde boynu bükük, mağlup bir şekilde geri güneye doğru geri döndüklerini hatırladığınız zaman, esef edersiniz, hüzünlenirsiniz, ‘vay be’ dersiniz.

Tabii ki yine insanın ve toplumların dünya hayatını düşünürsünüz. Hayat ne temamen hep yokuş, ne temamen hep iniş... İkisi de var. Hayat ne temamen hüzün, ne temamen sevinç. Belki biraz gülümseme, belki biraz hayınlanmak, belki biraz şaşkınlık...

Tarihe dönüp bir göz atarsınız. Öğrenebildiğiniz kadar, bazı olaylar gözlerininizi önünden film şeridi geçer. O günlere gidersiniz. Gözleriniz dolar. Aklınıza neler neler gelir.

Burada cedlerinizin hatırası gözünüzde canlanır. İster istemez Tuna’yı ve kenarındaki Osmanlı kentlerini düşünürsünüz. O kentlerde dört yüz yıl süren Osmanlı hakimiyetini, müslümanca hayatı düşlersiniz. Bir rüya gibi, bir hayal gibi, sanki hiç olmamış gibi.

Vidin’i, Silistre’yi, Plevne’yi, Varna’yı ve ötekileri. Yanında Plevne’nin korkusuz komutanı Gazi Osman Paşayı anarsınız. Rahmet okursunuz, gözleriniz dalar gider.

‘Hey gidi günler’, ‘nereden nereye’, ‘neler oldu, neler geçti’ der bakışlarınız.