Kurtuba’da yapımına Endülüs Emevilerinin en önemli halifesi III. Abdurrahman zamanında başlanan ve daha sonraki halifeler döneminde büyütülen ve tamamlanan, tek kelime ile muhteşem Mescd-i Kebir’e girenlerin hayran kalmaması mümkün değil.

 

Her ne kadar 1530lu yıllardan sonra yüzyıllık bir çalışma sonucu katedral/kilise kimliği giydirilse de, islâmi kimliği yer yer belli oluyor.

Zarif sütunlar palmiye ağacı şeklinde dizilirken, kırmızı beyaz renkleri ile gezenleri adeta büyüler. O dönemde bu kadar büyük ve muhteşem bir yapıyı yapanları takdir etmemek mümkün değil.

Tabii değiştirilen kimliği müslümanların yüreğini burkar, ama yapacak bir şey yoktur. Tarih geriye çevrilemiyor.

Kapıdan içeri girerken İspanyol görevli bize ingilizce; ‘siz müslüman mısınız’ diye sordu. Biz de evet dedik. Bunun üzerine dedi ki: ‘Burada namaz kılmak kanunen yasaktır’  ve arkasından ‘burası cami değil, katedraldır’ diye ekledi.

Bunu derken yüzünde sanki, ‘buranın mimarisine bakıp da burayı cami sanmayın. Burayı biz zaptettik ve  katedral yaptık’ diyordu sanki.

Ama biz içeriyi gezerken, o harika cami mimarisi görünce içinizden ’burası hâlâ mescid benim gözümde’ diye düşündük. Zira Kurtuba Camii’si her ne kadar büyük oranda kilise kimliğine çevrilse de size camiiyi hatırlatır.

İnsanın aklına ister istemez şöyle geliyor: ‘Acaba burası birileri tarafından zorla emanet alındı da, günün birinde geri mi verecek?’ Bunun bir rüya olduğunu bile bile belki böyle hayal edilebilir.

İspanyolların katedral yapsalar da turistik haritalarda hâlâ ‘mesguata’ yani  ‘mescid’ dedikleri Camii Kebir’in yakınındaki küçük ama şirin cami, bize oradaki müslümanların varlığını hatırlattı. Toplam beşyüz İspanyol müslüman yaşıyormuş Cordoba’da. Burasını aynı zamanda İslam Üniversitesi olarak kullanıyorlarmış. Her yaştan ve seviyeden 450 civarında öğrenciye ders veriyorlarmış.

Sevilla’da eski yeri yine camii olan Avrupa’nın en büyük katadrallerinden biri yer alıyor. Hemen yanındaki çan kulesi oldukça dikkat çekicidir. Bu kule bize bir yerlerden tanıdık geldi. Evet, şimdi İspanyolların Giralde dedikleri bu muhteşem kule müslümanlar burada iken bir minare idi. İspanyollar bu minarenin başına önce çan takmışlar, daha sonra da yukarıdan aşağıya üçte birini temamen değiştirerek çan kulesi yapmışlar.

Sevilla’da yine Endülüs medeniyetinden kalma Alcazar sarayını gezerken, doğrusu gözlerimiz kamaştı. Bu kadar güzellik karşısında hayran kaldık. Her ne kadar sonradan bazı binalar ve hırıstiyan figürler eklense de sarayın aslı ve müslümanlara aitim diye haykırmaktadır.

Aynı bina içinde Haziran 2008 sonuna kadar sergilenecek olan Osmanlı Hat Sanatı Sergisi’ni gezmek de bizim ayrıca bir sevinç kaynağı oldu. Sabancı Vakfı tarafından sergilenen hat sanatının nadide örnekleri hayranlarını bekliyordu.

Nereden nereye dedik ve güzel işler yapan insanlara saygıyla andık.

Tarihi geri getirmek mümkün olmadığı gibi, hayıflanmak da bir işe yaramaz. Önemli olan geçmişten ders almaktır. Hiç bir saltanatın sonsuza kadar sürmediğinin işte isbatı. Toplumları/cemaatleri zayıflatan en önemli sebep iç çekişme, tefrika ve ne şekilde olursa olsun iktidar kavgasıdır.

Endülüs’ün başına gelenlere bu açıdan bakıp ibret almamak bir kayıptır.

Bugünkü halimize, müslüman dünyanın durumuna ve gruplar arasındaki illişkiye/anlayışa  bakınca maalesef geçmişten pek ders almışa benzemiyoruz.

Acaba müslüman ülkelerin bugünkü durumu, Endülüs’ün elden çıkışından önceki durumuna benziyor mu?

Düşünmeye değer. 

Yahya Kemal bir şiirinde “Zil, şal ve düğün; Endülüs’te bütün raksın hızı” diyordu.

Endülüs’ün, en azından bizim hayalimizdeki Endülüs’ün bu olmadığını orayı görünce bir kez daha anladım.

Hüseyin K. Ece

19.5.2008

Zaandam