Ve insanlar. Gelenler, gidenler, dikilenler, bazen de oturanlar... Alan dolusu insan yani.

Ama siz yalnızsınız.

İstasyondan çıktığınız zaman kente doğru uzanan caddelere girersiniz. Bu caddeler merkezden çevreye açılan kollar gibidir. Ya da bir gövdeye bağlı uzun dallar gibi. Her biri kentin bir başka bölgesinden gelir, istasyonun önünde birleşirler. Bir anlamda gövdeye bağlanırlar.

İnsanlar onlara tutunur ve kentin derinliklerine doğru yönelirler. Tersi de olur. Ya yürüyerek, ya otobüslerle, ya da tramvayla buraya gelirler, sonra trenle gidecekleri yere doğru giderler.

Bu kent kasveti, biraz da karanlığı hatırlatıyor. Ya da size öyle geliyor. Ne zaman yolunuz buraya düşse karanlığı hatırlarsınız. Sisli, yağmurlu, karamsar havaları anımsarsınız. Üzerinize bir kasvet çöker. Karanlığın hızlıca size yaklaştığını sanırsınız.

İnsan bazen düşünmeden edemez: Acaba istasyona doğru uzanan caddeler/yollar bir düzlüğe, bir fe­rahlama noktasına ulaşıyor mu?

Acaba ilerde insanın içini rahatlatan bir genişlik var mı? Başkaları da benim hissettiklerimi hissediyor mu?

Acaba onlar da bir karanlığın yaklaştığını duyuyorlar mı? Yoksa yolların ötesi de öylesine karanlık, bilinmez ve ürkütücü mü?

İsterseniz gitmek istediğiniz yöne doğru yönelin. Otobüse veya tramvaya binin. İstasyonu unutmaya çalışın. Orada size doğru yaklaştığını sandığınız karanlığı unutun. Yinede buradaki hava ve bu havaya hakim olan baskın düşünce insanın yakasını bırakmaz. Sizinle birlikte gelir. Caddelere bakarsınız, binalara, dükkanlara ve insanlara bakarsınız; yine de o sıkıntı sizi terketmez.

Siz bazen buna çaresiz razı olursunuz. Bu umutsuzluk havasının bu kentin karakterini olduğunu düşünürsünüz. Ya da hiç aldırmazsınız; başka işlerim var, böyle şeyleri kafaya takmanın sırası değil dersiniz.

Caddelerde biraz ilerleyince kentin kenar semtleri, sanayi sahaları, küçük ormanlar, parklar başlar. Biraz daha da ötede tarım alanları, çiftliklere ulaşırsınız. Bu gibi yerler; kentle ilgiyi kesmenin gayretindedirler ama bunu başaramazlar. Kentin havası her yeri kaplamıştır.

İstasyonun çok eski olmayan ama görkemli binasının önü geniş bir alan. Otobüs ve tramvay durakları var. Biri gelip biri gidiyor. Doluyorlar ve başalıyorlar. Ta gecenin ilerleyen saatlerine kadar.

Buradan gelip geçenlerin yanında, duranları ve etrafı seyredenleri, açık hava konserleri verenleri veya onları yere sere serpe uzanarak dinleyenleri, resim çe­kenleri, nutuk atanlar, küçük alış veriş yapanları da görürsünüz...

Burada seyyar satıcıları göremezsiniz. Bazen süs eşyası, bazen resim pazarlayanlar olur. Hepsi bu kadar.

Gü­neşli bir gün ise burası bir panayıra dönüşür adeta. Müzik, gürültü, cümbüş devam edip gider. Açık hava konseri verenlerin önünde duran para kutularını görürsünüz. İstemeden gülümsersiniz. Modern dilencilik mi, yoksa bir emeğin karşılığını bekleme mi diye kendi kendinize sorarsınız.

Biraz ileride şöyle otuz santim yüksekliğinde bir kutunun üzerinde duran, elinde kılıcı, sırtında gri renkli zırhı ve başında yukarı doğru dik püsküllü miğferi ile duran adama şaşırırsınız. Bu kadar uzun süre nasıl hareketsiz kalabiliyor diye?

Sonra da aklınızdan geçer, hay gözünü sevdiğim para, insana neler yaptırmaz ki? Onun da önünde bir para kutusu. Bazıları o kutuya para atıyor.

Bazıları adamı seyrediyor. O ise hiç kıpırdamadan, miğferin aralığından sabit bir noktaya bakmaya devam ediyor. Bazen oradan para atmadan geçene kılıcının ucuyla dokunuyor. Dokununca bir zil sesi duyuluyor. Adam dönüp bakınca da kılıcıyla para kutusunu işaret ediyor. Kimisi aldırmadan yoluna devam ediyor, kimisi bu uyarıdan sonra irkiliyor, ya da çıkarıp bir kaç kuruş atıyor.

Aklınıza Köln Dom kilisesinin önünde gördüğünüz beyazlara boyanmış, heykel taklidi yapan kadın gelir. Kadın baştan tırnağa beyazlara boyanmış. Saçları, yüzü, elbiseleri, ayakkabıları ve hatta kutusu bile. Eğer biraz dikkat etmezseniz, onun birisi tarafından yapılmış ve oraya bırakılmış bir beyaz heykel olduğunu zannedersiniz.

Aman Allahım o ne sabır?

Saatlerce hareketsiz, kıpırdamadan, aynı şekilde, bir heykel gibi orada durmak nasıl mümkün oluyor? Belki de her gösteriden sonra bu sabrın ödülünü bol bol alıyordur.

Sonra diyorsunuz ki, adamlar hiç olmazsa bir şey yapıyor. Bir marifetini ortaya koyuyor ve karşılığında bir şey istiyor. El veya şapka uzatıp da “bir sadaka” demiyorlar.

Burada bazen hayatın başka bir yüzünü de görürsünüz. Bunca maddi imkana rağmen perişan ve rezilliğin ulaştığı boyuta şaşarsınız. Belki de birileri böyle bir yaşantıyı tercih ediyor. Belki de itilmiş, terkedilmiş, sahipsiz kalmış kimselerin hayatı. Belki de batı dünyasında umut aramaya çıkanların hazin sonu.

Hepsi mümkün. Tiplerine bakılacak olursa çoğu yabancı bunların. Kimbilir ülkelerinden hangi hayallerle buraya geldiler. Kimbilir hangi renkli hikayelere aldanarak buraya kapağı attılar. Kimbilir ne kadar borcun altına girdiler buraya gelmek için?

Kimileri için bu geliş bir kâbusa dönüşüyor. Kimilerinin hevesi kursağında kalıyor. Kimisini batı yutuyor, eritiyor, hiçsizleştiriyor. Kimisi buhar olup uçuyor.

Kimilerinin görülemeye değer hiç bir şeyi kalmıyor. Bazıları da yıkılmamak için var gücüyle direniyor.

Burası, yani bu ülke; buraya hakim olan anlayış kendisine teslim olunmasını, yani aşık olunmasını ister. Siz direnirseniz göze batarsınız. Buraya aşık olmamak, teslim olmamak, burayı yüceltmemek biraz yürek ister. Biraz da dışlanmayı göze almayı gerektirir.  

İşte bu meydanda merak edip de göremediğiniz pek çok şeyi görebilirsiniz.

Ya bir doyumsuzluğun, ya bir arayışın, ya bir muhtaç oluşun veya bir protestonun karnavalı gibi sayarsınız burada gördüklerinizi.

Ama siz yine de meydanın orta yerindeki çiçekçinin iyi iş yaptı­ğını, aile fertleriyle -dışarıdan göründüğü kadarıyla- mutlu olanları, komşularıyla, iş arkadaşlarıyla iyi geçinen­ler olduğunu düşünürsünüz.

Meraklı bakışları, tramvaya yetişmek için acele edenleri, ak­şam gazetesi satanları, yüzlerdeki yalnızlık duygularını gözlemlersiniz.  Sonra birdenbire karşınıza çıkan boyacı sandığı ile bir Türk’e şaşırırsınız. İstabul’da, ya da başka bir Türkiye kentinde görmeğe alşık olduğunuz klasik ayakkabı boyacı sandığı... Burada, istasyonun giriş kapısının önünde... Bir arkadaş bildiğimiz usulle birisinin ayakkabısını boyuyor. Şaşıp kalırsınız.

Meydanın hemen sağından ve solundan başlayan ve yollar gibi kentin her tarafına açılmış kanallara bakarsınız. Kanallarda devamlı gezinen alçak, otobüs gibi dizayn edilmiş özel kayıkları görürsünüz. Bunlar özellikle yaz günleri kentin her tarafına turist taşırlar. Bu geziler bu kenti bütü­nüyle tanımaya yetmez ama, kentin iç dünyasına biraz daha yakın ol­mak için bir kanal gezisi yapabilirsiniz.

Kayıklar özellikle kentin merkezinde yer alan tarihi binaların ve sokakların bulunduğu kanallardan geçerler. Siz kenti iç taraftan görmeye çalışırsınız. Ancak bu mümkün olmaz. Kent,  sanki sıkı sıkıya korunan resmi bir daire gibi sizi içeriye bırakmaz. Kolay kolay duvarların ötesine, perdelerin arkasına geçemezsiniz.

Bu kenti adeta suyun üzerine yapanların gayretini hatırlarsınız. Bir taraftan onları alkışlarken, diğer yandan dünyanın diğer taraflarından aşırılan  zenginlikleri ve köleleri aklınızıa getirirsiniz. Bu köleleştirme hâlâ devam ediyor mu diye sormadan edemezsiniz.

İstasyon binasında gezinirken ister istemez tanıdık bir yüz ara­maya çalışırsınız. Bulamayınca fazla üzülmezsiniz. Zira son zamanlarda tanıdık  yüzlerde bile yabancılık hissediyorsunuz. Kabul ediyorsunuz ki artık her­kesin kendine yeter bir derdi var, herkesin kendine göre bir uğraşı alanı var, herkesin kendine ait bir dünyası var.

Herkes kendi hayatını yaşıyor. Herkesin arzu edip de kavauşamadığı, kavuşmak için çırpındığı hayalleri var. İşte insanlar, yürüyorlar, gidiyorlar ve taşıyorlar.

Bunu bildiğiniz için canınız çok sıkılmaz.

Daha önceleri ilgisizlik, ve­fasızlık çok feci şeylerdi göçmenler için, sizin için de. Ama şimdilerde burada ahlâk haline gelen bu şeylerin etkisi açık bir şekilde görülü­yor. Önceleri sizi de çıldırtan bir takım şeylere gitgide alışırsınız, başkalarında görünce de kanıksamazsınız.

Treninizin gelmesini beklerken etrafı kolaçan edersiniz. Arada bir sürekli otomatik olarak değişen tren listesine bakarsınız. Treninizin hangi saatte geleceğini öğrenince kendinize güveniniz artar. Artık fazla sa­bırsızlanmadan beklersiniz ve binanın içinde gezinmeye başlarsınız.

Aklınıza gelen çeşitli konularla meşgul olurken yüzlerin ve bakışla­rın hangi toprağa ve davaya bağlı olduğunu, bu akışın, bu kalabalığın, bu koşuşturmanın anlamını yakalamaya çalışırsınız.

Buradaki hayat anlayışının bir üyesi olmaya ve erimeye razı, dünyanın her tarafından koşup buraya gelmiş bir sürü insan. Çoğu yüzlerde pişmanlığın izlerini, geriye doğru hasretle bakışın arzusunu sezersiniz.

Kimileri burada geçerli değer yar­gılarını, normları ve ahlâk anlayışını bir yerlere sığdıramaz. Bunca propangadaya, pohpohlamaya karşın, peki bunlar ne diye soranları duyarsınız.

Bazı yüzlerde doyumsuzluğun, isyanın, yok oluşun feryadı saklıdır.

Siz bunu sezer, sessizce kendi kendinize bu feryadı sayıklar, yine kandi içinize dönersiniz. Kimseyle paylaşmaya kalkışmazsınız.

Anlaşılmamaktan öylesine korkarsınız.

Koşturmaların anlamlarını anlar gibi olur­sunuz. Yine de meraklı gözlerle etrafı süzmeye devam edersiniz. Anonslar, sesler, gürültüler artık uzağınızdadır. Elinde telsizle dolaşan polislerin görüntüsü önce ürküntü verir. Sonra önemsemezsiniz. Onları da buradaki sıradan işlerden sayarsınız.

Ancak yerliler için polisin ne anlama geldiğini de hatırlarsınız. Burada emniyetin somut ve katı tedbirlerle sağlandığı aklınıza gelir. Bununla birlikte bir zamanlar Yemen'den Hadramut’a kadar tek başına giden ve yolda başıma bir şey gelir korkusu taşımayan kadını düşünürsünüz. Ya da öyle bir güven anlayışını düşlersiniz.

Böylece emniyetin gerçek manasını kafanızda bir kez daha şekillenir.

Bugün bunun böyle olmayışına hayıflanır, derin bir of çekersiniz.

Demek ki öyle, bir kadın yolcunun, yüzlerce kilometre uzağa tek başına gitmeyi göze alabileceği bir ortam...

Böyle bir emniyet anlayışı...

İnsanın insan için tehlikeli ve zararlı olmadığı bir zaman dilimi...

İnsanın insana kurt olmadığı bir ülke...

Acaba, olabilir mi böyle bir şey dersiniz. Sonra da bir yolcunun iç dün­yasını, ona ya da o günkü insanlara o güveni veren değerleri anmadan geçmezsi­niz.

Polis teşkilatları, modern araç ve gereçler, tel örgüler, çelik kasalar, çelik kapılar ve duvarlar, kapı arkası ve öteki kapının ar­kası, kapalı devre kontrol sistemleri ve diğer emniyet tedbirleri, hapishaneler ve yine de önlemeyen suçlar...

Halbuki insan bilmez ki asıl emniyet insanın içindedir, asıl kilit insanın içindedir, asıl tedbir insanın içindedir.

Sonra istosyon binasının içindeki üç gazete bayiine ve iki kitapçı dükkanına gözünüz takılır. Onları seyredersiniz bir müddet. Her ne zaman buraya gelseniz, onlara baksanız, hiç boş kalmadıklarını farkedersiniz. 

Kendi kendinize bu adamlar gerçekten okuyorlar mı diye sorarsınız? Otobüslerde, trenlerde, hatta otobüs beklerken durakta gazete veya dergi okuyanları görünce, galiba bu adamlar hem de çok okuyor­lar diyeceğiniz gelir.

Ne zaman trene binseniz hemen herkesin bir şey okuduğunu görürsünüz. Kişi başına düşen gazete, dergi ve kitap sayısını duyunca, basının çok ileri bir düzeyde olduğuna karar verirsiniz.

İlk defa buraya geldiğiniz aylarda, ülkenizdeki kitap fiyatlarıyla buradakileri kıyaslamış ve büyük bir fark görmüştünüz. Kitap fiyatları oldukça yüksek olmasına rağmen satışlar iyi deniliyor. Demek ki okuyucu bol.

İstasyondaki gazete bayiilerinde Avrupada yayınlanan meş­hur gazete ve dergileri bulabilirsiniz. Kendi dilinizde olan gazetelere fazla ilgi göstermezsiniz. Çünkü tecrübe ettiniz ki okunacak çok az şey var onlarda.

İstasyonun bir kaç yerinde özel yapılmış kutularda bedava dağıtılan günlük gazeteler de var. O kutuların önünden geçenler, isterlerse onlardan alabilirler.

Vitrindeki kitap, dergi ve gazetelere bakarken birden içeride te­mizlik yapan bir kadın görürsünüz.

0 kadar kalabalığın içerisinde bir kadını görmenin önemi ne?

Herkes yürüyor, çalışıyor, koşturuyor.  Burası istasyon, binlerce insan gelip gidiyor. Burası hergün boşalıp doluyor. Aslında gecenin yarısına kadar dolu demek daha doğru.

Orada temizlik yapan kadın da bu insanlardan biri. O da çalışıyor bir ekmek parası için.

Ama yok, öğle değil. Bu kadın sıradan bir işçi değil. Sıradan bir temizlikçi değil. Türk filimlerindeki gibi başı yarı kapalı hizmetçi kadın tiplerine de benzemiyor.

Sanki tanıdık biri. Sanki siz onu bir yerlerde görmüştünüz. Sanki size hiç de yabancı olmayan bir çevreden geliyor. Siz de oraya aitsiniz ve onunla bir tanışıklığınız var gibi.

Aklınıza bunlar gelince vitrinden içeri bir daha bakarsınız. Biraz daha dikkat edersiniz. Anadoluda bir köy, bir yayla  gözünüzün önünden geçer. Oraya döner yönünüz. Oradaki insanları seyredersiniz, onların hayatını seyredersiniz. Burada temizlik yapan kadını bir an orada, kendi köyünde düşlersiniz. İçinizi bir burukluk kaplar. Bu burukluk giderek acımaya dönüşür.

Sonra buna hakkım var mı, yani oradaki bayan gerçekten acınacak durumda mı? Ona bu gözle bakarsam haksızlık mı etmiş olurum diye irkilirsiniz.

Kitapçıdaki kadın yarı kapalı başıyla temizlik yapıyor, yerleri pas­paslıyor. Kimseye dokunmamaya çalışırken beyaz önlüğüyle beraber bu işe mahkûm olduğunun hissini veriyor.

Ona dikkatli bakınca yüzünde garip bir hüz­ün görürsünüz. Ya da size öyle gelir. 

Dışarıya yansıyan zoraki bir gülümseme bu hüznü değiştirmiyor.

Kendi kendinize sanki, ‘hayır o bu tav­rı bilerek takınmamıştır. Kimbilir hangi şartlar sürüklemiştir onu buraya’ dersiniz.

Arkadan bir soru gelir aklınıza. Acaba bir propagandaya mı aldandı?

Bu işi yapmaya niçin mecbur oldu?

Acaba çevresi, ya da kocası mı zorladı onu?

Başka bir iş bulamadı da onun için mi bu işi yapıyor? Okula gitme imkanı olmadı mı?

Dil bilmediği için mi böyle bir işi yapmaya mecbur ettiler?

Hangi soru sorulursa sorulsun, sonunda –size göre-  o buraya ait değil. Bir yabancı gibi duruyor burada.

Zaten kendisi de varlığını hissettir­memek ister gibi sessiz çalışıyor, etrafına pek bakmıyor. Sadece işiy­le meşgul oluyor.

Belki de iş verenin yanında artı bir puan almanın gayretinde. Ya da bu işi olsun kaybetmek istemiyor.

Hayır; belki hıncını, öfkesini, kahrını, yalnızlığını böyle ifade ediyor.

Belki de istemeden içine düştüğü bu hayat anlayışını elindeki paspasıyla tekmeliyor, yerden yere vuruyor, öteye beriye savuruyor.

Belki de kendisini buna mecbur eden şartları, kişileri, kurumları tekmeliyor, ‘kahrolun’ diyor.

Belki de kurduğu hayallerini sayıklıyor.

Belki de ‘bu lanet olası ülkeye niçin geldim’ diye soruyor.

Belki de ‘sebey ey’ diye içten içe inliyor.

Bu tarafı bilmiyorsunuz.

Belli ki o bir Anadolu kadını...

Kimbilir hangi kasabadan, hangi köyden, hangi yayladan gelmiştir. Kimbilir hangi olumsuz şartların yetiştirdiği, buralara gönderdiği, ya da savurduğu bu çileli kadın, şimdi şurada, çeşit çeşit insanların arasında bir dükkânı temizlemeye çalışıyor. Buranın temizliği bitince belki de başka bir yeri temizlemeye gidecek.

0 böyle bir işe layık mı, değil mi?

Niçin böyle oluyor diye sorup durursunuz.

Fakat cevap vermeye gücünüz yetmez.

Sadece önünüzdeki gerçeğe bakarsınız. Olan bu, gelinen nokta burası. Anadolunun herhangi bir yöresinden kopup gelen bir kadın, işte uzak bir tren istasyonunda, bir dükkânda temizlik işçisi.

Size tanıdık gelen, ortak yanlarınızın olduğunu düşündüğünüz bu bayan, düşüncelerinizi allak bullak etmiştir.

Birden uzaklara, geldiğiniz topraklara, ana ocağına kadar gidersiniz.

Fakat bir perde peydah olur da pek bir şey göremezsiniz. Görüntü mesafenizi bu anadolulu kadınının durumu kaplar.

Ötesini düşünecek haliniz kalmaz.

İçinizden bir ses: ‘Bırakın, gidin, burada durmanız gerekmez. Sizin burada durmanız bir şeyi değiştirmeyecektir’ der.

Tren saatiniz gelmiştir, şimdi oradan ayrılmak zorundasınız.

Son bir kez daha temizlik yapan anadolulu kadına bakarsınız.

Onun yüzündeki hüznün yavaş yavaş utanca dönüştüğünü farkedersiniz.

10.9.1987

Zaandam

Huseyin K. Ece