Bazıları rüyada bazı şeylere denk geldiğini söylerler. Bazıları olacakları rüyada sezebiliyormuş. Bilmiyorum, olabilir. Olabileceğine bir itirazım yok. Ben kendim için söylüyorum. Kendi rüyalarımdan pek etkilenmem diyorum.

Bugün de öyle açık seçik bir rüya görmedim. Ama içimde bir şey var. Sıkıntı desem; değil. Korku desem; hiç degil.

Sanki birilerine söylemek isteyip söylemeye çekindiğim bir şey var. Belki de kendimin bile duymaktan çekindigim bir haber mi? Bir bilgi mi? Bir ürperti mi? Bir baş dönmesi mi?

İşte bu adını vermediğim his beni erken uyandırdı. Biraz sonra hafif bir kahvaltı yaptım ve evden çıktım.

Önce parka gitmeliyim dedim. Ya da içimden bir ses parka git dedi. Ya da hiç biri değil de, başka bir sebep. Önemli değil bu sebep.

Parka gittim. Hani yüzyıllık “gönül bahçesi” dedikleri yer. Gönül bahçesi… Buraya neden bu ismi verdiler insanlar, bilmiyorum.

Belki eskiden “gönül” vardı. İnsanlar “gönül” denilen bir hazineye sahiptiler. Belki eskiden “gönül” ismi verilen saraylar vardı.

Belki eskiden çok geniş “gönüller” vardı. Herkesi kucaklayan, bağrına basan, sevindiren ve koruyan gönüller vardı.

Belki yanyana, içice, sıcak ve samimi gönüller vardı. Belki birileri işte o gönüle uygun bahçeler yaptılar.

Belki bu bahçe de işte o gönüller gibi, herkesi kucakladığı için, sardığı için, dinlendirdiği için böyle demişler.

Her ne ise, bu “gönül bahçesi”ne gideyim ve eğer bir kırıntı kalmışsa; bahçeye benzeyen gönülleri düşüneyim.

İçimdeki his… Bir yerden bir haber mi gelecek? Kapımı biri mi çalacak? Müjde mi gelecek, yoksa felâket haberi mi?

Parkta ölmüş bir kuş gördüm. Bir ağacın altında. Orada mı ölmüştü, yoksa dalda ölüp de oraya mı düşmüştü? Kimbilir? Belli ki bu gece ölmüş. Tüyleri henüz dağılmamış. Leş yeyiciler tarafından henüz götürülmemiş.

Tam onun karşısındaki bankta oturdum. Bir müddet ona baktım. Sonra altında yattığı ağacı gözden geçirdim. Yuvası yukarıda mı diye. Hayır ağaçta yuva görünmüyordu.

Hayatı ve ölümü düşündüm. Bu kuş kimbilir kaç saat önce canlı idi. Uçabiliyordu. Daldan dala konabiliyordu. Yiyecek aramak için sabahtan akşama kadar dolaşabiliyordu. Ama şimdi o cansız. Uçmayı bırakın, kıpırdamıyor bile. O kuş canını nereden almıştı ve şimdi onun canı nereye gitti? Nasıl canlanmıştı ve şimdi o cana ne oldu ki “kuş öldü” diyoruz?

İnsan da böyle değil mi? Bir gün doğuyor, bir gün, bakıyorsun ki ölüyor. Ya erken ya geç. Ya genç yaşta, ya ihtiyarlık çağında...

Hiç bir güç yola çıkan canı geri getiremiyor. Dünyanın bütün güçleri bir araya gelse, cesetten çıkan ruhu bir daha cesede geri döndüremiyor.

Şu karşımda gördüğüm ağaç veya ağaçlar da canlı. Bahar olunca yaprak açıyorlar, kimileri meyva veriyor, sonra yapraklarını döküyorlar. Bir müddet sonra herhangi bir sebepten dolayı ölüyorlar.

Bu akıl almaz bir şey? Bütün bunlar nasıl oluyor? Düşünmeye değer, kafa yormaya değer.

Ama ben şimdi buraya niçin geldim? Niçin bu banka oturdum? Bu ölü kuşu tesadüfen mi gördüm, yoksa bana gösterildi mi? Bana bir şey mi hatırlatıyor?

Ölüm ve hayatla ilgili bu gibi fikierler aklıma eskaza mı geldi? Öylesine mi zihnim takıldı bu gibi düşüncelere?

Bunun sebepsiz olduğunu sanmıyorum.

Aklıma fakültedeki öğrencilik yıllarım geldi:

“Denizden yüksekliği ikibin metreye yakın bir kent. Sıcaklık (soğukluk mu demeliydim) sıfırın altında yirmi derece, belki yirmibeş, belki otuz. Bembeyaz bir dünya. Keskin bir ayaz ve bu ayazın içinde canlı bir hayat.

Bu kadar yüksek bir yerleşim yerinde bu kadar canlılık…  Beyaz bir dünya içinde hayat belirtileri, hayatın görünen farklı renkleri...

Öğrenci yurtları, fakülte binaları, hizmet binaları ve arkadaşlar...

Okul dünüşü. Bazen yürüme, bazen minibüsle. Bir arkadaşla elele tutuştuk onun evine gidiyoruz. Onun elleri kışın sıcak, benim ellerim daima soğuk. Ben onun elinin hararetini azaltıyorum, o benim elimi ısıtıyor.

Böylece birbirimize borcumuz kalmıyor.

“Bugün de yürüme gidelim eve kadar” dedi. Kabul ettim. Yarım saatten fazla yürüyeceğiz. Hem de bu soğukta. Olsun, hem hareket etmis oluruz, hem de taşıt parası cebimizde kalır. Öğrenciyiz, idare etmek zorundayız. Bunu birbirimize söylediğimiz de birlikte tebessüm ettik. Bu tebessümde güya hem göz açıklığımız vardı, hem de soğuğa karşı meydan okuma cesaretimiz.

İsmail de yanımızda. Yani elele tutuştuğumuz arkadaşın oda arkadaşı. İkisi birlikte bir evde yaşıyorlar.

Hem de ne ev… Göçtü göçecek. Kimbilir kaç yıllık ve kaç yıldan beri tamir görmemiş. Yıkılmayı bekliyor. Bir oda ve odanın önünde bir giriş. Oranın sağ tarafında boşluk da güya mutfak. Arkadaşlarımız yemeklerini burada pişiriyorlar.

Girişin sol tarafinda bir kepenk. Kepengi kaldırdığın zaman aşağıya dört basamaklı bir merdivenle inebiliyorsun. Tam köşede tuvalet olarak kullanılan bir yer. Tabii oraya kadar eğik yürümek zorundasın, yoksa… Tuvelet kısmında da başını tam kaldıramazsın eğer boyun 1.65ten daha uzun ise.

Oda iki kişilik. Ama zemini eğik. Buraya geldiğin zaman neden aşağıda eğik başla yürümek zorunda olduğunu daha iyi anlıyorsun.”

Ben bunları hatırlarken yanımdan bir adam geçti ve bana hayırlı sabahlar dedi. Ben de ona karşılık verdim. Öğrencilik yılları birden gözümün önünden gitti.

Şimdi bu parkı terketmeliyim. Ayağa kalktım ve yürüdüm. Zira işim var, belli bir süre sonra iş başında olmalıyım.

İçimde ne var bugün? Neler oluyor?

Bir anlam veremedim. Bir his, bir burgu, bir sıkıntı mı?

Bilemiyorum.

İçimde olan sanki dilimin ucuna gelecek de, şimdi onu hemen diyeceğim gibi. İşte bakınız, diyecek gibi oluyorum.  Ama hayır diyemiyorum. Anlatamıyorum, dile getiremiyorum.

Belki de dile getirmekten korkuyorum. İçimde başka bir ses; “hayır aklına geleni kendine bile söyleme” dercesine.

Sanki bir haber alacağım. Sanki uzaklardan bir ışık gelecek ve gözlerime çarpacak. Sanki gökten düşen tek damla gelip benim burnuma isabet edecek. Sanki denizin üstünde uçan martı bana doğru süzülecek. Sanki rüyalarda üzerimize doğru hızla yaklaşan tehlike bana değdi değecek. Sanki masallarda anlatılan gökten düşen elma başıma hızla düşecek ve canımı yakacak. Sanki meçhul bir uçan daire benim başımın üzerinden geçecek...

“Tekrar öğrencilik yılları… Bir evde iki arkadaş ve bir misafir, yani ben ve üç kişilik salata. Yanında biraz da bulgur pilavı. O yaptıydı, değil mi? Zira İsmail yemek yapmaktan çok bulaşık yıkamayı severdi.

Üç kişilik salata… Gülümsüyorum hatırladıkça. Biraz taze soğan ve bir kaç dilim domates. Salatalık kalmamış, onun için bugün böyle idare edecekmişiz.

Bulgur pilavı…”Bulguru sen getirmiştin, hatırlıyor musun? Hâla tükenmedi, arada bir pişiriyorum. Sizin memleketin bulguru pek de lezzetli oluyor” dedi.

Öyle, dedim. “Bizim orada bulguru önce kaynatırlar, sonra kuruturlar, sonra değirmende döverler, sonra kepeğini savururlar, sonra küçük el değirmenlerinde kırarlar, öylece yemek yaparlar. Emeği çok ya ondandır” dedim.

Ya da bizim oranın havasındandır diye eklemişimdir.

O bunun üzerine gülerek:

“Sen bu evin bereketini unutuyorsun. Bak kaç senedir İsmail de, ben de öğrenci kredisinden başka gelirimiz olmadığı halde, burada sıkıntı çekmedik” dedi.

“Sağolsun, her gelen memleketinden, ya da buradan bir şey getiriyor. Sonra birlikte yiyoruz. Burası öğrenci evi olduğu halde misafirimiz eksik olmuyor. Bazen şu iki kişilik yerde dört kişi, beş kişi yatıyoruz. Üç kişilik yemek yapacak kadar malzememiz olsa, onunla yemek yapsak, altı kişi, yedi kişi doyuyor.

Tam paramız bitti, bu hafta ne yapacağız derken bir de bakıyoruz ki beklenmedik bir imkan çıkıveriyor karşımıza.

Bu bereket değil de nedir? Senin getirdiğin bulgur ve bal da bu berekete bereket katmıştır zahir” dedi.

Birlikte ne güzel gülmüştük.

Yola çıktım, kaldırımdayım. İnsanlar fazlalaşmaya başladı. Sabah çoktan oldu ve mesai saati, yani rızık temini zamanı başladı.

Hayret bu şehirde, bu kadar insan yaşıyor mu? Bu şehirde bu kadar araba var mı?

Elimi sımsıkı tutan ve ısıtan arkadaş geldi aklıma. Hem yürüyor, hem de çocukluğundan bahsediyor. Batı Anadolu’da ormanların arasında yer alan bir köyden gelmiş. Onun için bizim köye ziyarete geldiği zaman, dağın yamacında görünen bir kaç ağaca orman denilmesine katıla katıla gülmüştü. Ortaokula kadar köyünde kalmış. Kızkardeşiyle annesine köy işlerinde yardım etmiş. Tam o sırada babası vefat etmiş. Aile bu vefat üzerine yıkılmış ama pes etmemiş.

Babasının daha önceki hanımından olan kardeşi, okumasına yardımcı olacağına söz vermiş. Biraz onun yardımıyla, biraz annenin köy yerinde ulaşabileceği imkanlarla liseyi bitirmeyi başarmış.

Fakülteyi kazanmış ama ağbisi “benden bu kadar” demiş. Bir memur bütçesiyle, kendi çocuklarını ve onu, hem de uzak bir şehirde, fakültede okutması mümkün değilmiş. Ağbisine hak verdiğini söylerdi. Zira yeğenlerinin kimi liseye, kimi ortaokula, kimi ilkokula gidiyordu. Bir memur maaşı bütün bunlara yetmezdi.

İster istemez kendi başının çaresine bakacaktı. Üniversite öğrencilerine verilen kredi imdadına yetişmişti. 

Ancak bunun ötesinde bu evdeki bereket diyordu... “Hiç unutamam diye ekliyordu. Beş yıl boyunca inanılmaz bir bereket. Çok az paramız olduğu halde geçinme sıkıntısı çekmeden okulu bitirme... Bu inanılmaz bir şeydi” deyip dururdu.

Halbuki iki arkadaşın da öğrenci kredisinden başka bir gelirleri yoktu. Birisi yetimdi. Ötekisinin babası o günlerde oğluna harçlık göndermeme kararı almıştı.

Bu bereket nereden geliyordu, bu güzellik nasıl oluyordu?

Kimse bilmiyordu.

İşte o günlerde o gülen yüz, o samimi çehre, o ısıtan eller, o ışıldayan bakışlar, o umutlu ifadelerin sahibi…

Son gördüğümde ne hale gelmişti?

Artık gülemiyor, gözleri artık ışımıyordu. Elleri bile soğumuştu. Saçları dökülmüş, gözleri çukurlaşmış, bakışlarının feri azalmıştı. Çok zayıflamış, adeta kemikleri ortaya çıkmıştı. Doğru dürüst yemek yiyemiyor, su içemiyor, konuşamıyordu.

Hani o Türk edebiyatı hakkında yetkin, ciddi ve elle tutulur değerlendirmeler yapan kafa?

Hani, en meşhur şairlerin şiirlerini, titiz bir bakışla gözden geçiren, yorumlayan, kalitesini anlayan keskin bakışlar?

Hani benim şiirimi süzgeçten geçirip, ha bu oldu diyebilen hakem bakışlar?

O yazmayı değil, sözlü değerlendirmeyi tercih ederdi. O Türk edebiyatının seçkin ürünlerinin sevdalısıydı. Kıymet bilirdi, değerli olanı takdir ederdi. O, nerede nasıl davranılacağı bilirdi.

O kışı yazından daha uzun süren şehirde geçen yıllar… Belediye otobüslerinin ana hareket merkezine yakın köhne ev. Misafir barındıran, garibanlara ocak olan, evsiz öğrencilere barınak olan, uğrak yerimiz, bereketi, dayanışmayı, dostluğu görüp taddığımız mekan...

Ve kaynayan bir küçük siyah tencere. Ama hiç boş kalmayan, bereketli, doyucu ve sıcak…

İş yerine yaklaştım. Yine o geldi aklıma. 

Son gördüğüm zamanki hali beni ürkütmüştü. Son Ramazan bayramında telefonla görüşmüştük. Ama sesi iyi gelmiyordu. İyi anlaşamamıştık. Konuşmakta güçlük çekiyordu. Uzun zamandan beri ağız yoluyla yemek yiyemiyordu. Boğazına takılan alet de konuşmasını engelliyordu.

Ben yine de ona umut vermiş, hayırlar dilemiştim.

Bir kaç yıldan beri İzmir Tıp Fakültesi hastahanesine gidip geliyordu.

İyi mücadele etti. Yılmadı, ümidini yitirmedi. Bu ağır yarayı tevekkülle karşıladı. Ben hazırım dedi. Er veya geç bekliyorum. Dünyadan fazla bir beklentim de kalmadı diyordu.

Bir oğlu vardı. Onu da okuttu. Oğlu bir fakültede öğretim üyesi oldu. Geçen sene evlendirdi. Yakında dede olacak diye duymuştum.

Nedir bu içimdeki kalabalık, anlaşılmaz his, sıkıntı, üzerime abanan duygu?

Cevap veremiyorum.

Bugün hep bu arkadaş geliyor aklıma. Fakülte yıllarını hatırlıyorum. Kaldıkları ev ve o evde geçen günlerimiz geliyor aklıma. Birlikte ders yapmamız, şiir sohbetlerimiz, baharları çay bahçelerinde birlikte o nefis çay içmelerimiz, birlikte gelecek üzerine hayallerimiz, dava üzerine konuşmalarımız gözümün önünden geçip gidiyorlar.

Öğrencilikten sonra da devam etti ilişkilerimiz, karşılıklı ziyaretlerimiz. Ve en son ziyaret ettiğim zamanki hali... O derin bakışlar, o sönmeye yüz tutmuş ışık kaynağı gibi gözleri, o ‘artık buraya kadar’ diyen duruşu...

Hep aklıma gelip duruyor. Yıllar kesit kesit, bazen filim şeridi gibi gözümün önümden bir geçiyor, bir kayboluyor.

Son gördüğüm zaman gerçekten “artık buraya kadar” demişti ? “O herkese gelen bana da gelsin, hazırım“ demişti.

Bugün bir şey var mutlaka. Bir şey olacak ya. Hadi hayırlısı.

Bugün öylesine çalıştım. Buna ne kadar çalışma denirse.

İlk fırsatta arkadaşımı arayacağım.

Eve gelir gelmez telefonu kaptım ve aradım.

Telefonu hanımı aldı. Selâm verdim ve arkadaşımı sordum.

Karşımdaki ses ağlamaya başladı ve “onu kaybettik” dedi.

Şimdi içimdeki sesin ve sıkıntının cevabını buldum.

Ve “elvedâ” dedim sevgili arkadaşım.

 

29.12.2006

Zaandam