Uğuldayan, saldıran, beliren, sonra kaybolan, yanınp sönen bir tıkanıklığın içinden yürüyordu. Sürekli eriyen ve sonra tekrar toparlanan bir cisim gibi sanıyordu kendini. Günü tamam olmuş, nöbeti gelmiş, sırası geçmiş bir yolcu. Yahut ona benzer bir şey.

Küme küme yıldızlar yanıp sönerek çevresinde dönüyorlardı.

Bir yükselen, bir alçalan, kalın bir sütuna benzeyen dev ışık kuleleli ufka doğru geçip gidiyordu. Bazen onların farkına varıyordu. Onlar kendilerini duyuruyordu. Bazen de önemsiz bir anı gibi beynini zorlayarak hatırlamaya çalışıyordu.

Zaman kum saatini bitiriyor.

Merdiven durmadan yükseliyordu. Durmadan tırmananü durmadan ilerleyen, durmadan hareket edenü kımıltılı bir yatak. İnsana yaşadığını duyuran bir yer. Çocukların koşup saklandığı bir ev köşesi.

Merdiven yükseldikçe o, hep düşeceğinden, basamakların birdenbire bir uçuruma dönüşeceğinden, her şeyden sonra bir boşluğun başlayacağından korkuyordu. Çevresinde dönen şeylere uyup kaybolmadan, dayanak sandığı şeylerin bir seraba dönüşmesinden çekiniyordu. Yollar daralabilir, ışıklar sönebilir, boşluklar yaklaşabilirdi. Bütün ellerin kendisini bırakacağından, vahşi bir ormanda tek başına kalacağından titriyordu.

İnsanlar eşyalara doğru koşuyor.

İnsanlar sabahın erken saatinde işyerlerine gidiyorlar.

Çocuklar evlerinde oyuncak arabalar sürüyorlar.

Anneler bebeklerine mama hazırlıyorlar.

Kuşlar uçuyor, çekirgeler dolaşıyor, çiçekler büyüyor, yağmur yağmak üzere hazırlık yapıyor, babalar çocuklara hediye alıyor, pazarlar kuruluyor, yollardan taşıtlar geçiyor ve taşıtlar insan ve eşya taşıyorlar.

Zaman kum saatini bitiriyor.

Onun içinde ise bir uğultu dolaşıyordu. Sürekli genişleyen ve ilgi alanını işgal eden bir uğultu. Her şey böylesine bir sise mi dönüşecek? Her şeyi karanlıklar mı örtecek? Her şey ufka doğru kaçan bir hayal mi olacak?

‘Saliiiih’ diye haykırdı içinden.

Olanca gücüyle ünledi. Bu feryadını bir umut olmasını ne kadar arzu ederdi.Tutunmak istiyordu böylesine umutlara.

Ancak feryadını kendinden başkası duymuyordu. Bu haykırış bir inilti gibi içinde yankılandı ve sonra da söndü.

‘Sen sorumlusun bundan, Saliiih. Sen yapabilirsin, bir şey yapılacaksa’ diye tekrar etmek istedi feryadını.

Ama biliyodu ki çevresinde duvarlar vardı.

Sesleri duyamayan, algılayamayan, feryatlara aldırmayan, acımasını bilmeyen ve ağlayamayan duvarlar...

Kişileri ve duyguları çepeçevre kuşatan, onlar için apayrı dünyalar çizen, sınırları çoğaltan duvarlar...

Onları aşacak güç ve irade ise henüz kendisinde yoktu. Sesi o duvarlarda yankılanır ve sonunda söner giderdi.

Bazen, acaba duygular mı duvarlaştı, yoksa insanlar mı duvar gibi oldu diye düşünürdü.

Oysa şimdilerde kapılar birbirine o kadar yakın ki. Sokaklar o kadar kalabalıktı ki. Herkes her zaman, her yerde yüzyüze gelebiliyor. Hayat her yerde devam ediyor. Evlerin arasında, sokaklarda çitler yok. Kalın sûrlar tarihî kentlerde bir turizm metaı olarak kaldılar. Adımlar adımlara karışıyor. Nefesler nefesleri yalıyor.

Peki bu duvarlar ne?

Mekan olarak birbirine bu kadar yakın insanlar, niçin bu kadar yabancılar?

Niçin yüzler birbirlerine hep yabancı olarak bakıyor?

Kendi sorularına cevap vermeye çalıştı. Zihnini zorladı, başaramadı. Çevresine bakındı, soru soracak kimseyi bulamadı.

Aradığı karşılığı bulamayınca tekrar ‘Salih’ diye söylendi.

Sesi içinde yeniden yankılandı. Her bir kelime içinde düğümleşti. Düğümler giderek büyüdü. Duvarlar ona doru biraz daha yaklaştı.

Neden sonra mervinein başında olduğunu hatırladı. Bir şeyler bulurum umuduyla cesaretini toplayarak pencereye yöneldi. Dışarıya baktı.

Belki önündeki sis o, perdesi dağılır, kalın ışık sütunları uzaklaşır, yıldızların kayması durur, uğultular azalırdı.

Belki de çok uzaklardan ellerinde özgürlüğün bayrağı, dillerinde kurtuluş şarkıları olan yiğit atlılar kente geri dönebilirlerdi.

Bütün korkuları yenip kentin üzerine çiçek atabilirlerdi.

Onların gelişiyle yüzler güler, dallar meyvaya soyunur, güvercinler enginlere doğru uçardı. Karanlığın üzerine ışıktan oklar saplanır, yüzlere tebessüm gelirdi.

Belki de onlar ‘Salih’ olabilirdi.

Şuradaki kalabalık acaba bu haber için mi bekliyor? Yiğit atlılar muştularla kente girdiği zaman bütün kalabalık onlara el sallayacak, mendil tutacak, sevinçlerini pırlantadan yaşlar halinde gözlerinden akıtıp, atlıların önüne yayacaklar.

Gün doğacak, çevre aydınlanacak, bahar geri gelecek. Uğultular, feryatlar, ürpertiler, endişeler, titremeler duracak. Anlaşılmaz sesler, korkutan boşluklar, geçit vermez duvarlar yok olacak.

Ayaklarına; ‘şimdi o baharı yaşıyoruz. Baharı yaşayanlara selâm olsun’ diye yazılı bildiriler bağlanmış güvercinler havaya yükselecek. Gülerek başka diyarlara süzülüp uçacaklar.

Kent baştan başa bayram elbisesi giyecek. İnsanlar günü güler yüzle karşılayacaklar. Çocuklara en değerli hediyeleri sunacaklar.

Pencereden dışarı baklamaya devam etti. Ne hayaller kuruyordu! Hem de bunların  gerçekleşmeyeceğini bile bile.

Şehir yoğun bir sis altındaydı. Kalabalıkların sesi geliyordu.

Pencere giderek daraldı, küçüldü, dışarıyı gösteremez hale geldi. Bütün hayaller zifiri karanlığa dönüştü. Umutlar söndü, yüzler asıldı, konuklar arkalarında derin hüzünler bırakarak yola çıktılar. Özlem duygusu bedeni yavaş yavaş sarmaya, yalnızlık giderek kendini duyurmaya başladı.

Karanlıktaki o anlamsız sesleri yendien duydu. İşaretler birbirine karışıyor, her şey şekil değiştiriyor, her şey ona korku veriyordu. Uğultular, kapı gıcırtıları, rüzgâr sesi, iniltiler, boşluğa düşen damlalar...

İçinde yönü belli olmayan bir göç başlamıştı. Bunun sebebini anlıyamıyor, kendi kendine bile anlatamıyordu.

Gözünün önünde alabildiğine uzanan ovalar, düzlükler ve çöller geldi. Aydınlık va sonsuza ulaştıran, yaşamayı hatırlatan, özgürlüğün lezzetini duyuran manzaraları düşündü. “Bunu anlamalıyım” dedi kendi kendine, “bunun hesabını yapmalıyım.”

Tekrar çevresine, mediven boşluğuna, duvarlara baktı.

“Uğuldamayan bir kafa! Aslı olmayan boş korkularla boğuşmayan bir kafa! bulmalıyım” diye söylendi.

Sonra, “bu çok zor bir şey” diye ekledi.

Yine kendi gerçeğine döndü. Hayal ufkuna biriken şekiller dikkatini çekti. Onları ayırdetmeye çalıştı. Herbirine ayrı ayrı bir ad bulmak istedi. Her biri hayalet gibi kaybolup yeniden çıkıyorlardı ortaya. Ne oldukları anlaşılmadan, kendilerini tam ele vermeden, iyice belirginleşmeden kayboluyorlardı.

Şimdi o hayal dünyasında, kapkaranlık bir hücrede tek başına kalmış gibiydi. Duvarlar soğuk, yabancı, ürkütücü. Yanında ses ve işaret yoktu. Isszı bir çölün ortasında , yapayalnız, arkadaşssız ve yardmcısız bırakılmış gibi. Bilinmez bir hedefe doğru sürükleniyor gibiydi.

Islak duvarlar kendine doğru yaklaşıyor, kara gölgeler ona hücum etmek üzere bir görünüp bir kayboluyordu. Nefes almasını zorlaştıran dumanlar yükseliyor, derinliklerden uğultular geliyordu.

Bir an durup duvara dokunmak, onu anlamak, onu hissetmek istedi. Ama o elini duvara doğru uzattıkça, sanki duvar geriye doğru kaçıyordu. Hiç bir şeye dokunması, onları hissetmesi mümkün görünmüyordu. Hangi şeye dokunmak istese, hepsi de duvar gibi ondan uzaklaşıyordu. Elini geri çekiyor, uzağa bakıyor, yeniden bir şeyleri tutmak istiyordu ama başaramıyordu. Bu kez yine ıslak duvarların yanıbaşına kadar sokulduklarını, kara gölgelerin üzerine abandığını zannetti.

Uğultular yeniden kulağını zorluyor, boğuk sesler, iniltiler, haykırışlar birbirini izliyordu. Hayalinde oluşan dehliz gibi yer ıpıssızdı. Güneş yoktu. Ürpertici soğuk yerden fışkıran katran renkli buhara karışıyor, her şeyi ona biraz daha ürkütücü gösteriyordu.   

Buna karşın o, hemen, biraz sonra içinin kilitleri açılacak, bütün bilmeceler çözülecek, bütün düğümler sökülecek, her şey şey yerine oturacak gibi zannediyor ve bir umut ışığının kendine doğru geldiğini sanıyordu.

Yeniden kendini yokladı. Pencereye biraz daha abandı.

“Bu böyle sürüp gitmemeli” dedi.

Hayallerini bir tarafa atmaya çalıştı. Çevresindeki gerçek, görünen ve yaşanılan hayata dönüp bakmak istedi. Dışarıya biraz da bu haliyle baktı. Kalabalıkları biraz daha yakından gözden geçirdi. İnsanlar alışverişe çıkmışlardı. Hayal normal olarak devam ediyordu. Ne havada, ne de insanların yüzünde olağanüstü bir şey yoktu. Hiç kimse onu merdivenin başında görmüyor, içinden geçenleri bilmiyor, düştüğü durumu anlamıyordu.

O, hâlâ merdivenin başında idi. Dimdik durmaya ve devrilmemeye çalışıyordu.

Aklına gelenler sadece kendi iç dünyası ile ilgiliydi ve kimse olup bitenin farkında değildi.

Güneş batı ufkuna doğru yavaş yavaş kayıyordu.

O kararını verdi ve merdivenden aşağı inmeye başladı. Dördüncü kat, üçüncü kat, ikinci kat, birinci kat ve zemin kat.  Beşinci defadır tırmandığı bu merdivende hiç özellik yoktu. Basamaklarıyla, parmaklıklarıyla normal bir merdiven. Katlı olan her evde olabilecek bir araç.

Az önce içerisinde boğuştuğu, hayaller gördüğü, sıkıntıya girdiği hücre ve dehliz de meydanda yoktu. Soğuk duvarlar, karanlık ama hareket eden gölgeler, uğultular, sarsıntılar, soğuk havalardan iz kalmamıştı.

Ne olmuştu, hepsi de bilinmez bir ufka doğru mu kaçmışlardı?

Dışarıda henüz güneş vardı.

Bir kez daha baktı pencereden. Gözlerini kalabalığın üzerinde bir kez daha gezdirdi.

Sonra durdu, elleriyle göğsünü yokladı, bir şey aradı. Pervaza biraz daha abandı. İnsanlara daha dikkatli baktı. Birden yüzünün rengi değişti. Vücudu titremeye, dudakları kıpırdamaya, gözleri büyümeye başladı. Bir an hareket edemiyorum zannetti. Gözleriyle, kalabalık içinde birisini takip ediyordu. O yürüdükçe, sağa sola adım attıkça onun gözleri de de hareket ediyordu.

Bu ne kadar sürdü, pek anlamadı. Şaşkınlığı biraz geçince silkindi, toparlandı. Sevincini belli etmek üzere yerinde zıplayıp durdu. Ellerini oğuşturdu ve zafer işareti yaptı.

‘Evet o, ta kendisi.’ Bir şey yapılacaksa ancak o yapabilirdi.

Bir söz söylenecekse ancak o söyleyebilirdi.

Bu işi o başlattı. İçime bunca soruları o yığdı. Zihnimi o altüst etti. O sürükledi beni bu açmazın içerisine.

Bu kilitli kapının anahtarı onda. Bu göç edişin, kendi doğru yola çıkışın, bu ciddi arayışın, bu sorgulayışın adresi o.

‘Onu yakalamalıyım’ dedi ve ‘Saliiih’ diye haykırdı.

Merdivenden aşağı hızla koşmaya başladı. Basamakları çifter çifter iniyordu. Artık buraya kaç defa ve niçin tırmandığını düşünecek halde değildi.

Gördükleri, düşündükleri, hayallerine gelenler arkada kalsın istiyordu. Onları hiç görmemiş olsun arzu ediyordu.

Salih , elinde çantası kalabalık arasında dolaşıyordu.

Şimdi ona doğru koşabilir ve istediği her şeyi ona sorabilirdi.

Hatta kendine göre kilitli kapını anahtarını ondan isteyebilirdi.

Yakasına yapışır yapılabilecek, şeyleri ona yaptırırdı.

Bulutlar dağılır, dehlizler kaybolur, soğuk duvarlardan, anlamsız uğultulardan, baş dönmelerinden bir eser kalmazdı.

Merdivenin basamakları hızlıca tükeniyordu.

Ve dışarıda hâlâ batmayan ve hafifçe ısıtan bir güneş vardı.

 

29.7.1990

Zaandam