Olacak iş değil. Bu birisinin kendi ihmalini, dalgınlığını, yavaş hareket edişini bir kenara koyup da, başka bir suçlu aramasına benziyor. Garip olmasından da öte gülünç.

Uçuş günü, saati ve uçuş kuralları belli mi? Tabi hepsi belli. Uçak yolculuğu yapanlar bunu önceden bilirler. Hatta bazı şirketler yolcularını uçuşa bir gün kala uyarırlar bir şekilde.  

İnsanın hayatında bazen garip, bazen istenmeyen, bazen de şaşırtıcı olaylar oluyor. Başına böyle şeyler gelenler, acaba gülsem mi, şaşırsam mı, ağlasam mı, hayıflansan mı deyip dururlar.

Arkadaşın biri, kim mi, hadi Muhsin diyelim, bundan bir kaç sene önce, kış, Aralık ayında İsviçre Havayollarından Amsterdam-İstanbul gidiş-dönüş bileti aldı. İnternetten. Tabi hemen değil, biraz araştırma yaptıktan, hangi gün ve saat daha uygun baktıktan sonra. İnternetten bilet alma işi o zaman da mümkündü. İnternetten bilet alma hem ucuz oluyordu, hem de kolaydı. Bir seyahat bürosuna gitmek gerekmiyordu.

Bazı havayolu şirketleri aktarmalı taşıdıkları için biletleri daha ucuza verebiliyorlardı. Muhsin Amsterdam havaalanından Zürich’e oradan da İstanbul’a seferini tercih etti. Dönerken de benzeri; önce Zurich sonra Amsterdam.

Muhsin kendine göre bütün hazırlıkları yapmıştı. Küçük bir bavulu vardı, onu hazırlamış, yine kendine göre havaalanına doğru oğluyla yola çıkmıştı. Yolda acaba geç mi kaldık diye düşündü. İçinde hafif sıkınıtı oldu acaba geç mi kaldım diye. Yoo, zamanında evden çıktık. Ama tünelin orda kısa süren bir kuyruk vardı, acaba o yüzden geciktim mi? Haydi hayırlısı dedi kendi kendine. Sonra da oğluna; “geç kalmaktan korkuyorum, mümkün olduğu kadar süratli git. Biliyorsun bu geç kalmalar oldum olası beni ürkütür.” İlgili havayolunun uçuş işlemlerinin yapıldığı yere geldiler. Oğluna, “oğlum ben sıraya gireyim, ama sen hemen gitme işlemler yapılıncaya kadar, ne olur ne olmaz.”

Muhsin hemen uçuş işlemleri için iki gişeden birinin önündeki sıraya girdi. Sırada bekleyenler olduğu için bagaj alımı, uçuş işlemleri hâlâ yapılıyordu. “Şükürler olsun” yetiştim diye sevindi. Diğer sırada ve kendinden önce bir kaç kişi vardı. Sıra kendisine gelmişti. Görevli tam onun işlemlerine başlayacaktı ki diğer görevli o sırada bekleyen son iki kişiye “zamanın dolduğunu, artık bagaj alımının mümkün olmadığını” söyleyince Musin’in karşısındaki görevli boynunu büktü, ben de maalesef senin bagajı alamayacağım dercesine. Muhsin her ne kadar, bak zamanında geldim, sıraya girdim, bagaj işleminin yapılmasının mümkün olduğunu söylese de, “artık geç, zira süre bitti” cevabını aldı.

Bu sefer görevliye “bakınız bavulum küçük, onu uçağın içine alayım’ dedi. Onu da kabul etmediler her iki görevli de. O zaman “uçuş işlemini yapın ben bagajın çaresine bakarım” dedi.

Bu işlem yapıldıktan sonra kendisini bekleyen oğluna bavulu verdi. Vedalaştı ve uçağa doğru yürümeye başladı. Amsterdam havaalanında yürüyen merdiven olsa da chek yaptırma yerinden uçağa kadar bir hayli yürümek gerekir. Burası oldukça büyük bir havaalanı.

“Aksilikler burada başladı ya haydi hayırlısı” dedi oğluna. Oğlu, “gönlünü ferah tut, rahat ol baba, yolun açık olsun” diye cevap ve moral verdi.

Neyse Muhsin’in uçağı zamanında uçuşa geçti.

Uçak yolculuğu ürkütücü olsa da heyecen vericidir. Özellikle kalkış zamanı insanın içine bir korku ve heyecan dolar. Uçak gitgide yükselir, aşağıdakiler; taşıtlar, binalar, araziler giderek küçülür. Sonra bulutların üzerine çıkarsınız. Eğer hava biraz kapalı ise. Ancak bulutların üzerinde hala güneş vardır. Yağmur da olsa, o da aşağıda, bulutlarda kalır. Burada bulutların göğün belli yüksekliğinde olduklarını, yağmuru onların taşıdığını bir kez daha anlarsınız. Pencereden baktığınız zaman gözünüze alabildiğine beyaz bir ova düşer. O ovada tek başına adeta yüzüp gittiğinizi düşünürsünüz. Aşağıya doğru bakarsınız ama bulutlar yeryüzü ile sizin aranıza girmiştir. Bazen aslında uçmadığınızı, bulutların bir yerinde beklediğinizi hissedersiniz. Hele uçakta yalnızsanız o an aklınıza uçsuz bucaksız çöller, uzak ufuklar gelir. Tek başınıza bir bilinmeze doğru yol aldığınızı hayal edersiniz. İrkilirsiniz ve etrafınıza bakarsanız. Diğer yolcuları, uçak görevlilerinin hizmetlerini görünce bir uçakta, göklerde olduğunuzu, bir hedefe doğru gittiğinizi hatırlarsınız. İçinizdeki ürperti, irkilme ve yersiz korku dağılır. Bir an kendinizi evinizde koltukta düşünürsünüz. Uçak koltukları rahat olmasa da şöyle bir geriye yaslanır, önünüzdeki koltuklara bakar, hafifse gülümser, hosteslerin sunduğu ikramı almaya hazırlanırsınız.

Muhsin uçağı zamanında Zurich havalanına indi. Uçaktan inerek transfer bölümüne geçti. Oradan İntanbul’a gidecek uçağın bölümüne geçti. Yaklaşık iki saatlik bir beklemeden sonra İstanbul’a doğru havalandı ve yine iki saatlik bir yolculuktan sonra İstanbul’a indi.

Bir haftalık Gölcük tatili erken bitti. Muhsin bir gün sonra Amsterdam dönmesi gerekiyordu. Zira ertesi gün Kurban bayramı idi. Bayramda evde, çocukların yanında olmak istiyordu. Zaten bileti de ona göre almıştı.

Takvime baktı. O gün 18 Aralık idi. Gölcük’te havalar birden soğudu. Hatta ayaz yaptı denilebilir.

Muhsin o son gün bir kaç yere uğradı. Bir kaç işini halletti. Akşam kayınvalidesinin evine gitti. Ama kendisini iyi hisstemiyordu. Dolaşırken farketmedi ama galiba koşuşturmak dolayı terledi ve tabi sonucunda üşüttü. Yavaşatan bir titrme ve halsizlik başladı bedeninde. Eyvah dedi, yarın öğle saatlerinde yola çıkacağım. İnşaallah bu üşütme daha da şiddetlenmez diye dua etti. 

O gece sabaha kadar iki kat yorganın altında yattı. Gece sabaha kadar inleyip durdu. Azıcık soğuk değse bir yerine zangır zangır titredi. Gah uyudu, gah uyandı. Sabahleyin limonlu çay içti. Bununla kendini biraz iyi hissetti. Oradakiler “doktora git” dediler, “hiç olmazsa bir iğne yapar, bir hap verir.” Muhsin oldum olası doktora gitmekten hoşlanmadığı için onları dinlemedim. Hafif bir üşütmedir, birazdan geçer diye düşünüyordu.

Kayınvalidesine, “bugün bir iki görüşmem var. Onları halleder zamanında yola çıkar ve uçağa yetirim” dedi. Kayınvalidesi, “iyi de hastasın, istersen gitmeni ertele” diye teklif etti. Muhsin “gitmem daha iyi olur” diye ekledi.

Gölcükteki yakınları “madem geldin, biletini bir kaç gün tehir et bu sefer birlikte bayram edelim. Yıllardan beri bir bayramda birlikte olmadık” dediler.

Muhsin yakınlarının ve kayınvalidesinin bu dediklerini uygun buldu.

Önce iş yerindeki yetkiliyi aradı. Durumu anlattı. Bir kaç gün izin kullanabilir miyim dedi. Onlar da olur dedi. Bu sefer İsviçre Havayollarının Hollanda yetkililerini aradı. Durumu anlattı ve biletinin bir kaç gün tehir edilmesinin mümkün olup olmadığını sordu. Onlar da biletin internet üzerinden satıldığı için değiştirilmesinin mümkün olmadığını söylediler. Muhsin biletine sigorta yaptırdığını, bunun anlamının ne olduğunu sordu. Yetkili dedi ki “hastalik, ölüm veya buna benzer bir olay olursa o zaman bilet ertelenebilir, ya da parası ödenebilir”. Muhsin “o zaman İstanbul’da hasta olacağım” diye şaka yaptı.

Uçak şirketi yetkilisine telefonda “o zaman İstanbul’da hasta olayım” diye şaka yaptı ama Gölcük’te gerçekten hasta oldu.

Bileti sigortalı. Yetkili de hastalık halinde bilet tehir edilebilir, ya da geri ödeme yapılabilir dedi. Olacak bu ya, biletin sigortalı oluşu da hiç aklına gelmedi. Durumu bilen bir çıksa da; “Yahu be adam, hastasın işte, hastalık numarası yapmıyorsun. Hatta ayakta duracak halin yok. Biletin sigortalı, telefon et, durumu bildir. Ya da doktora git bir belge al, bir reçete al. Durumu uçak şirketine anlat. Zaten telefonda sesinden hasta olduğunu anlarlar. Belge istelerse reçeyi, ne bileyim, muayene kağıdını ibraz edersin” dese haklı idi.

Lakin gaflet mi, unutkanlık mı, ne derseniz deyin; böyle yapmayı düşünemedi. Aklına gelmedi. Zihni sanki hasta hasta geri dönme fenomenine takılı kaldı.

Bazı olacaklar karşısında insanın eli kolu bağlı olur ya. Kişi ne kadar akıllı olursa olsun, bazı şeyleri zamanında hesap edemiyor. Ya da olacakları önleyememiyor. İş olacağına varıyor.

 Hem bir gün sonraki kurban bayramına kalmak istiyordu, hem hasta idi, hem de bileti sigortalı idi. Bütün bunlara rağmen, olmadı, bileti tehir etmek için şirket yetkililerini arayamadı. İşte kişi bazen başına geleceklere engel olamıyor. Gizli bir el elini tutuyor, kolunu bağlıyor, zihni başka bir şeye takılı kalıyor. Sonunda iş olacağına varıyor. Bu gibi konularda tecribesi olanlar “bunda da bir hayır var” derler.

Muhsin o hasta haliyle Gölcük’ten yola çıktı. Zamanında hava alanına geldi. İstanbul’a doğru kuyruk yoktu, trafik rahattı, nasıl olduysa. Ve yine zamanında uçağa bindi. Uçak zamanında kalktı ve sağ salim Zurich’e indi.

Bağ ağrısı, halsizlik, yorgunluk giderek artıyordu. Uçakta kimseyle konuşmadı. Yapılan ikrama dönüp bakmadı. Yemek yemeğe iştahı da yoktu, gücü de. Zaten Gölcük’ta bir şeyler atıştırmıştı. Bu yüzden yemek ihtiyacı yoktu.

Zurich havaalanında Amsterdam uçağı 65 nolu çıkıştan kalkacak. Oraya gitmek için de küçük bir trene/metroya bindi. Bir kaç dakika yeraltı yolculuğundan sonra bu transfer bölümüne geçti. 65 nolu kapının önüne geldi. Bekleme salonunda tam çıkış kapısının kaşısında bir koltuğa oturdu. Buradan hem kapıyı, hem de yolcuları rahatlıkla görebilirdi. Çıkış kapısının önünde şimdi kimse yoktu. Biraz sonra gelirler herhalde. Gelmeye başladılar bile. Sayıları giderek arttı. Kimisi oturuyor, kimisi ayak üstü konuşuyordu. Arada bazılarının hollandaca konuştuklarını duysa da onun biriyle konuşacak hâli yoktu.

Amsterdam uçağının kalkmasına daha bir buçuk saat vardı. Hareketten yirmi dakika, yarım saat önce uçağa alırlar. Böylece yaklaşık bir saat dinlenme imkanı var burada diye düşündü. Şimdi burada, koltukta rahatça dinlenebilirdi. Belki halsizliğim azalır, uçakta fazla yorulmam diye geçirdi aklından. Uçak yolculukları oldum olası yorucudur.

Muhsi’nin üzerindeki halsizlik ve yorgunluk, başağrısı devam ediyordu. Şöyle uygun bir yere uzanıp yatmak, biraz uyumak istiyordu ama bu mümkün değildi. Zira uçak az sonra kalkacak. Belki uçakta, koltukta, aşırı gürültü olmazsa biraz kestirebilirdi.

Koltuğa yaslandı. Sağa sola döndü. Gözlerini gâh açtı, gâh yumdu. Uykusu olsa da, yorgunluk hissetse de uyumaması gerektiğini biliyordu. Üstelik burada, bu halde nasıl uyuyacaktı ki? Hem oturduğu koltuk bunun için uygun değildi, hem de giderek fazlalaşan yolcuların konuşmalarının sebep olduğu gürültü vardı.

Aradan ne kadar zaman geçti, hatırlamıyor. Bir ara oturduğu yerde ellerini el bagajı arabasının üzerine, başını da ellerinin üzerine koydu. Güya böyle belki daha iyi dinlenebilirdi. Ya da başının ağrısını hafifletebilirdi. Arada bir başını kaldırıp salondakilere bakıyordu. Herhalde bunların hepsi kendisi gibi Amsterdam yolcuları idi. Onun için buradalar. Bu iyi bir şey. Onlar hareket edince Muhsin de onlarla birlikte kalkabilirdi. Zaten uçağa gidiş kapısı işte karşıda. Monitorda Amsterdam ve uçağın kalkış saati yazıyor. Aynı saat biniş kartında da yazılı. Biniş kartı da gömleğinin cebinde. Yanlışlık olmasın diye bir biniş kartına, bir monitora baktı. Hayır bir yanlışlık yok. Buradan görevlilerin gelişini de görmek mümkün. Ya da yolcular ayaklanınca uçağa kabulün başladığı anlaşılır, o da onlarla birlikte, yavaşça uçağa doğru hareket edebilirdi. 

Muhsin öylece, başı ellerinin üzerinde el bagajı arabasına yaslanmış halde biraz bekledi. Beklerken gözleri kapandı. Hayallere daldı. Kimbilir, belki rüya da gördü. O sırada herhalde hiç hareket etmedi. Çevresindeki sesleri duymadı. İnsanların yürüdüklerini, hareket ettiklerini görmedi.

Neden sonra başını kaldırdı. Etrafına baktı. Az önce dolu olan salonda kimse yoktu. Hareket yoktu, kıpırtı yoktu. Nereye gitti bu kadar adam? Allah Allah, ne oldu bu kısa sürede? Bu kadar yolcu öylesine uçtu mu, buharlaştı mı? Azıcık gözleri kapandı ama horul horul, saatlerce uyumadı ki? Neler oldu burada? Şaşkın şaşkın çevreye bakarken bunları düşündü.

Uçuğa gidiş kapısına baktı. İçeri kimse girmediği gibi, kapıda görevli de yoktu. İyi de, zaten az önce de görevli yoktu. Bu normal. Ama bu salon dolusu yolculara ne oldu, sessiz sedasız? Acaba uçağa yolcu alımı niçin bu kadar gecikti? Kalkış saati yaklaştı ama salonda bir hareket yoktu, görevliler çıkış kapısının önünde değil. İyice şaşırdı, şaşkın şaşkın etrafa göz attı. Evet evet orada tek başına, bir koltukta, önünde el bagaj arabası ve boş koltuklar.

 Tekrar saate baktı. Acaba Türkiye saatiyle İsviçre saatini mi karıştırdı? O anda oranın vaktiyle saat tam 19.15. Uçak bu saatte kalkacaktı. İyi de kendisi neden uçakta değil de burada idi. Neden bütün yolculuk göz açıp kapayıncaya kadar bir zamanda kayboldular?

Tuvalete gitmesi gerekti. Acele ile gidip döndü. Tekrar saate baktı: 19.20. Uçuş kartına da baktı. Evet yanlış değil, Amsterdam uçağının kalkış saati 19.15 idi. Ama ne kapıda biri vardı, ne de uçağa doğru gidenler. Üstelik monitorda ne Amsterdam yazısı, ne de uçuş saati vardı.

İçinden yüksek sesle; “eyvah dedi, yine korktuğum başıma mı geldi? Yoksa... Yoksa, evet yoksa yine mi uçağı kaçırdım?”

Telaşla bir görevli aradı. Rastladığı ilk görevliye yarım yamalak İngilizcesiyle durumu sordu. Görevli monitora baktı ve Amsterdam uçağının havalandığını söyledi. Muhsin’in o andaki durumuna “şok oldu, sarsıldı, perişan oldu, başından aşağı kaynar sular döküldü” diyebilirsiniz. Ya da “be adam şaşkınlığna doyma emi, bu ne gaflet, bu kaçıncı?” dese Muhsin ona asla kızmazdı.

Arkadaşların veya akrablarından biri bunu duysa “yine mi” diyecekler muhtemelen. “Eseğin dağda olması bir şey değil, millete hesap vermek zor” demiş birileri.

Bu kadar dalgınlık olur mu? Görevliler ne zaman geldiler çıkış kapısına? Kapı ne zaman açıldı? Yolcular yanından ne zaman kalkıp gittiler? Halbuki ona göre yolcular hâlâ onun gibi salonda kapının açılmasını bekliyorlardı. Bu nasıl oldu? Gözüne perde mi indi? Aklı mı tutuldu? O vaziyette orada derin bir uykuya mı daldı? Ama nasıl?

Halsizlik, başağrısı onu öylesine yordu ki demek ki orada, el bajı arabasına yaslanır durumda uyukaldı. Ne kapının açıldığını, ne yolcuların kalktığını görmedi, hissetmedi. Hatta yapılan anonsları bile duymamıştı.   

Eee, şimdi ne olacak? Bunu düşününce sanki bütün havaalanı üzerine devrildi. Sanki bütün ışıklar söndü. Sanki bütün yollar kapandı. Orada, bekleme salonunda yapayalnız, bir başına kalakaldı. Ya da bir an öyle olduğunu hissetti.

Görevliye ne yapması gerektiğini sordu. O da onu kendilerine ait geçiş yerlerinden geçirdi ve burası transit bölümüne geçiş. Buradan anabinaya git ve orada derdini anlat der gibi.

Çaresiz öyle yaptı. Yine bir kaç dakika yeraltı treni ile geri anabinaya geldi. (Bu yer altı treni bedava idi. O yüzden Muhsin için sorun olmadı.)

Muhsin orada üzerinde “information” yazılı büroya gitti, görevliye durumu becerebildiği kadar anlattı. O da yapacak bir şey yok, uçağı kaçırmışsın. Amsterdam için yeni bir bilet almalısın dedi. “İyi de, bagajım, o ne olacak?” “Endişe etme onu Amstardam’da alabilirsin dedi. Sonra da bilgisayara bakıp bagaj numarasını tekrar ona verdi. Muhsin tekrar sordu: “Bileti nereden alabilirim? Görevli; “Burada bilet satanlar var” dedi. “Ne kadar bir fikrin var mı? diye sordu. “Sanırım bugünlerde 280.00 euro civarında” dedi.

Muhsin bir defa daha şok oldu. Bir defa daha sarsıldı.

Amsterdam-İstanbul gidiş-geliş 180.00 euro iken, şimdi sadece Zurich-Amsterdam 280.00 euro. Güya ucuz diye İsviçre Havayollarından aktarmalı bilet almıştı. Şimdi ne oldu? Küçük bir gaflet nelere mal oluyormuş?

Tabi iş, sıkıntı, eziyet sadece üç misli bilet fiyatı olsa... Muhsinin çilesi henüz bitmemişti. Demek ki daha çekeceği vardı.

Görevli Amsterdam’a bilet satan bir seyahat bürosunu gösterdi. Muhsin orada gidip becerebildiği kadar başına gelenleri anlatmaya çalıştı. Sonra da Amsterdam’a bilet mümkün mü diye sordu. Oradaki görevli mümkün, şu kadar İsviçre frangına. Kaç euro? Yaklaşık 280.00 euro dedi.

Bereket Muhsinin üzerimde hâlâ 350 euro vardı. Ama onun 300 eurosu da emânetti. Geri dönünce sahibine iade edecekti. Ne olursa olsun, bu paraya o an şiddetle ihtiyacı vardı. Yani bu para üzerinde olmasaydı. Zurich havaalanında mahpus kalırdı, herhalde.

Bilet satan adam dedi ki burada euro geçerli değil, İsviçre frangı vermelisin. “İsviçre frangı yok dedi, yok, nereden bulayım?”. Adam ileride bir büroyu işaret etti. “Bak, orada döviz bürosu var, orada paranı bozdurabilirsin.”

Muhsin çaresiz oraya gitti. 280 euro karşılığı İsviçre frangı aldı. Getirip biletçiye verdi. O da bileti ona teslim etti.

Muhsin adama tekrar sordu. Uçuş ne vakit? Biletçi: Sabah saat 7.30da. Hayda, işte yeni bir üzüntü sebebi daha. İlk Amsterdam uçağı yarın sabah 7.30da. Şu işe bak... Buna şansızlık mı denir, çile mi denir, deneme mi denir, bir isim veremiyordu. Olan oldu, süreci geri çevirmek müğmkün değildi. Sabretmek ve dayanmaktan başka da çaresi yoktu. Başına ggelenlere ister istemez katlanacaktı.

Biletçiden bu –kara-haberi alınca bir daha hüzülendi, bir daha yıkıldı. Yüzüne bakanlar onun kederini, üzüntüsünü, hatta kendisine küskünklüğünü bile anlayabilirlerdi. Zira ikide bir aklına geliyordu, Gölcük’te iken hasta olduğunu bildirebilirdi. Ya da uçak kalkışını beklerken daha dikkatli olabilirdi. Yahu insan orada, o saatte, o vaziyette uyur mu?

Muhsin kendine kendine; “hastayım, yorgunum, başım ağrıyor. Şimdi ben ne yapayım?” Çaresiz, uçağın kalkış saatine kadar bir şekilde bekleyecekti. Ama nerede ve nasıl? Bu kadar saat nasıl geçecek acaba? Bu kadar süre dayanabilecek miydi?

Bilet saat adam İngilizce: “Evine telefon etmek iste misin? dedi. Muhsin, “tabii dedi. Elbette isterim.” Adam ona bir İsviçre telefon kartı verdi. “Bununla evini arayabilirsin” dedi. Adama teşekkür etti. Hem de nasıl? Adamın bu âlicanaplığı hoşuna gitti ve üst üste “tank jou very mach” dedi durdu.

Muhsin telefon kulubesinden evini aradı. Eşine başına gelenleri anlattı. Telaş edilecek bir şey yok, sabah ilk uçakla Amasterdam’a geliyorum diye ekledi. (Belki de birlikte “hasbunallah”, “olan oldu, ne yapalım” demişlerdir.)

Ev halkı onu bu akşam evde bekliyorken o, Zurich havaalanında tek başına, hasta, bitkin, ne yapacağını bilmez bir şekilde dikiliyordu. Neden sonra yoruldu ve bir banka oturdu. Yarın Kurban bayramı idi. Güya bayram namazına yetişecek, çocuklarıyla, arkadaşlarıyla bayram yapacaktı. Ama şu olanlara bak. Küçük bir gaflet... İşte sonuç ortada. İnsanın başına hesapta olmayan şeyler gelebiliyormuş.

Muhsin etrafına baktı. Sağa sola uzayan salonlar vardı önünde. Uzanıp dinlenebileceği bir yer aradı. Hiç havaalanında öyle uzanıp yatacak yer olur muydu? Hani bazılarında birbirine bitişik üç veya dört bank olur. Aralarında bir engel olmazsa, başka oturan da olmazsa orada uzanmak mümkün. Hata bazı havaalanlarında bu şekilde uyuyanlar da görmüştü. Acaba burada da benzer banklar var mıydı? Bunun için biraz dolaştı. Sağa sola baktı. Yok, üçlü veya dörtlü oturaklar yoktu bu salonlarda.

Neyse ki bir tarafta yanyana, bitişik ikili banklar gördü. Bunların orada var olduğunu, ya da bunları bulduğuna şükretti. Çaresiz onlarla idare edecekti. Yorgundu, başı ağrıyordu, halsizdi.

Mecburen onlardan birinin üzerine oturdu. Bedeninin dinlenmeye, hatta uzanmaya o kadar ihtiyacı vardı ki. Ama nereye uzanacak?

Biraz dinlendi. Sonra uykusu geldi. Üzerine alacak ne bir örtüsü, ne de battaniyesi vardı. Burada, bu şartlarda ne örtüsü, ne battaniyesi... Çiftli oturak bulduğuna seviniyordu. Banka uzandı, dizlerini karnına doğru çekti, kıvrıldı. El çantasını başının altına koydu. Kendince bir döşek yaptı. Ceketini üzerine aldı. Uyuyabilirse burada biraz uyuyacak.

Sabaha kadar bir sağ tarafının üstüne, bir sol tarafının üstüne döndü. El çantasını bir sağ tarafa koydu bir sol tarafa. Bir tarafı ağrıyınca, diğer tarafının üstüne yattı. Başının altındaki çanta da sanki taş kesilmişti. Gâh uyudu, gâh sayıkladı. Sabahı zor etti. Bir taraftan baş ağrısı, bir taraftan üşütmenin verdiği yorgunluk. Dayanmaya çalıştı. Sabahı etmeye çalıştı. Sabah ola hayrola dedi. 

Sabah oldu. Sıçrayıp kalktı. Hemen karşı duvardaki saate baktı. Şükür Amsterdam uçağının uçuş zamanına daha iki saat vardı. Rahatlıkla yetişebilirdi. Bu sefer daha dikkatli olmalıyım, bir kez daha uçağı kaçırmak istemiyorum dedi kendi kendine.

Uçuş monitoruna da baktı. Evet orada Amsterdam uçağının kalkış saati ve kapı numarası vardı. Onları ajandasına özellikle yazdı. Çaresiz yine hafif metroya binip uçuş bölümüne gidecekti. O da öyle yaptı. Hiç oyalanmadan metroya bindi ve çıkış kapısına geldi.

Orada kısa bir kuyruk vardı. Sıraya girdi. Biraz bekledikten sonra sıra kendisine geldi. Görevli biletine baktı ve “sen bu uçağın yolcusu değilsin” dedi.

Hayda, yine mi? Yine yanlış uçuş kapısına geldi? Yine mi uşağı kaçıracaktı? İşte bir şok daha. Öyle bir telaşlandı ki sormayın gitsin. Bileti görevliye bir daha gösterdi, hem de ısrarla. Görevli bu kapının başka bir uçağa ait olduğunu, isterse şu monitora bakabileceğini işaret etti.

Muhsin monitora tekrar baktı. Görevli haklıydı. Bir rakamı yanlış okumuştu. Bir de ajandaya yazdığı rakamlara baktı. Evet, yanlış giriş kapısının önünde beklemişti. Artık telaşının, çektiği sıkıntının boyutunu söylemeye gerek yok. Ya bu sefer de uçağı kaçırırsa takıntısıyla hangi hâle düşeceğini siz tahmin edebilirsiniz. Bu kadar dikkat etmeye rağmen yanlış çıkış kapısına gelmek, kuyrukta beklemek, sonra geri dönmek, başka bir kapı aramak... Oldukça can sıkıcı.

Neyse oradan geri döndü. Giriş kapılarına giden ara salona geldi. Oradaki bütün uçuşların yer aldığı monitora tekrar baktı. Ansterdam uçağının numarasını ve uçuş kapısını tekrar belirledi. Acele ile o tarafa yöneldi. Bir kaç dakika sonra Amsterdam uçağının çıkış kapısına geldi. Aklından “bu gidip gelmeler yüzünden inşaallah gecikmem, inşallah uçağı kaçırmam” diye geçirdi.

Neyse ki zamanında kapının önüne geldi. Görevliler yolcuları uçağa alıyorlardı. Onlara “bu uçak Amsterdam uçağı değil mi?” diye sordu. Evet cevabını alınca bir kat daha sevindi.

Sonra da diğer yolcular gibi sakin bir şekilde uçağa bindi. Yerine oturdu. Yanına binen yolcuya da; “bu uçak Amsterdam’a gidiyor, değil mi?” dedi gülerek. Adam da gülerek “evet bu uçak Amsterdam’a gidiyor” dedi.

Amsterdam havaallanına indikten sonra rastladığı ilk görevliye durumu anlattı ve bagajını nasıl alabileceğini sordu. O da bir yeri gösterdi ve oraya sorabilirsin dedi. Mahsin oraya gidip sordu. Onlar da bir başka yeri işaret ettiler.

İçine bir endişe hatta korku düştü. Biri diğerine havale ediyor ya, bu işte bir terslik olmasın. Acaba bunlar beni başlarından savmak için mi böyle öteye beriye gönderiyorlar diye düşündü. Sonra en son işaret edilen yere gitti.

Orası kayıp bagajlarla ilgilenen bir kısımmış. Oradaki görevliye bagaj numarası verip, bagajının orada olup olmadığını sordu. Görevli bilgisayara baktı ve “bu numaralı bagaj henüz bizim sisteme, yani henüz kayıp bagaj sisitemine girmedi” dedi. “Siz en iyisi geldiğiniz uçağın bagaj bandına bakın, eğer orada da yoksa tekrar bize gelin araştıralım” diye ekledi.

Bunun üzerine bagaj bandına gitti. Bagajı orada idi. Onu alıp dışarı çıktı. Oğlu gelip onu havaalanından aldı. Öğleye doğru evine vardı.

Bir ara bir kaç günden beri yaşadıkları gözünün önünden geçti. Zurich havalanında ne olmuştu? Uçağı nasıl kaçırmıştı? Kâbus gibi o gece nasıl sona ermişti? Bir rüya gibi devam eden yolculuk böyle nasıl sağ-salim sona ermişti?

Sonra kendi kendine mırıldandı: “Yorgundum, başım ağrıyordu, adeta kendimde değildim. Orada sanki bir el gözlerime perde indirmişti. Sanki beynim işlemez, gözlerim görmez, duygularım çalışmaz hâle gelmişti.”

Demek ki insan bir müddet sonra ne olacağını bilmiyor. İnsanın bazı şeylere değil, çok şeye gücü yetmiyor. İş olacağına varıyor.

Tekrar etmek gerekirse: Muhsin’i beklemeyen uçağa, ya da onu almadan havalanan uçağa ne demeli?

 

Hüseyin K. Ece

20.12.2014

Zaandam