N. Can anlatmıştı.

2005 yılı. Ankara’da bir arkadaşı ziyarete gittim. O arkadaşın yanında bulunan ve bir kaç yıl önce Hayal diye bir dergi çıkaran bir genç anlattı.

Bu genç bir zaman önce öğrenim için İngiltere’ye gitmiş. Okula başlamış. Günlük harçlığını  çıkarmak için de bar gibi bir yerde, insanların ayaküstü çay kahve içtikleri bir yerde günde bir saat calışmaya başlamış.

Bir akşam bara bir müşteri gelmiş. Tezgaha doğru yaklaşmış sonra da gence uzun boylu bakmış. (Genç sarışın ve uzun boylu idi. Uzaktan bakan onu almana benzetebilirdi. Belli ki adam önce onu Avrupalılara benzetmiş ve sormak ihtiyacı duymuş.)  Adam İngilizce demiş ki:

-Hangi millettensin. O da:

-Türküm demiş. Bizim genç de ona sormuş:

-Sen de almansın değil mi? Alman demiş ki:

-Nereden bildin? Bizim genç:

-Ben bilirim demiş.

Zira Alman İngilizceyi biraz Alman aksanıyla konuşuyormuş. Alman onun Türk olduğunu anlayınca demiş ki:

-Kızmazsan sana bir fikra anlatayım. Bizim genç:

-Kızmam, anlatabilirsin. Alman şöyle anlatmış:

-Bir ülkede hayvanseverler festivali yapılıyormuş. Bir de bakmışlar ki ortalıkta omuzunda bir papağan olan palabıyıklı bir adam dolaşıyor. Önce bir anlam verememişler. Biz de böyle bir palabıyıklı kimse olmaz. Türkler böyle bıyığaa sahip olurlar. Bu adam da Türke benziyor ama onun burada işi ne? Hem Türk hem hayvansever? Hem Türk hem omuzunda bir papağan var. Olmayacak bir iş. Burada bir yanlışlık var ama, acaba ne?

Birisi demiş ki ben bu işin aslını öğreneceğim.  Gidip kendisine soracağım. Adamın yanına gitmiş ve sormuş:

-Nerelisin? O da:

-Türküm deyince. Omuzundaki papağana dönmüş ve ona sormuş:

-Bu hayvanı nereden aldın? Papağan hemen cevap vermiş.

-Ben bu hayvanı İstanbul´dan aldım. Bunu anlatan alman gülmüş tabii.

Bizim genç hiç kızmamış. Almana dönmüş ve demiş ki:

-Eger sen de kızmazsan ben de sana bir fıkra anlatacağım. Adam anlat demiş. Genç şöyle anlatmaya devam etti:

“-Aklıma bir Bektaşi-softa fıkrası geldi. Hemen onu alman-Türk hikâyesine çevirdim ve anlattım.

-Bir almanla bir Türk aynı apartmanda yaşıyorlardı. Ama ikisi de birbirlerini sevmiyordu. Adeta birbirlerinden nefret ediyorlardı. Komşu oldukları için ister istemez karşılaşıyorlar ve mecburen selamlaşıyorlardı.

Bir sabah Türk işinee gitmek üzere sokağa çıktı. Bir de baktı ki bu hoşlanmadığı Alman komşusu karşısında, apartmanın önünde. Üstelik yanında bir de köpeği var. Sabah sabah onu gezdiriyordu. Kendi kendine;

-Eyvah, bu gavurun yüzünden bugün işlerim yine ters gidecek. Nereden çıktı karşıma diye düşünmüş, hayıflanmış.

Belki de alman da aynı şeyleri düşünmüş olabilir. Karşılaştılar ya mecburen selamlaştılar, birbirlerine iyi sabahlar dediler. Türk sormuş:

-Hayrola sabah sabah bu eşekle nereden geliyorsun? Alman dedi ki:

-Görmüyor musun bu eşek değil bir köpektir. Ben de dedim ki:

-Sen sus, bu soruyu sana değil ona soruyorum.

Bardaki alman bir bozuldu, bir bozuldu ki sorma gitsin. Kızdı ama bir şey de diyemedi. Çünkü kendisi kaşındı. Sonunda dedi ki:

-Sen akıllı bir Türksun. Ben seni kızdırmak istedim ama sen kızmadın, üstelik beni kızdırdın, bozdun.»

 

4.6.2006

Bochum