Kur'an'da râbıta ve ribât, tasavvufa göre râbıta, kendi hayatımızda ribat, murabıt olmak hakkında bir online ders

Hüseyin K. Ece

29 Kasım 2022 –

05 Cemâziye’l-evvel 1444

Zaandam

 

67.Ders

RÂBITA; ALLAH YOLUNA BAĞLILIK 2

-Allah kullarına zaten yakındır

Hatırlayalım, önceki derste sûfilerin râbıta’yı; “sâlikin, müridin kâmil bir mürşide gönlünü bağlaması, onun hem yüzünü (sûretini), hem ahlâk ve davranışlarını (sîretini) düşünmesi” şeklinde anladıkları geçmişti. (Tosun, N. TDV İslâm Ansiklopedisi, 34/378-379),

Onlar, “rabitû-ribât yapın” emrini, ‘böyle râbıta yapın’ şeklinde yorumlarlar.

Onlara göre mürid sürekli Allah’ı tefekkür etmeli, O’nunla devamlı bağ (irtibat) kurmalıdır. Lâkin bunu tek başına başaramaz. Bu bağı (râbıtayı) şeyhiyle kurmaya çalışmalı...

Mürid veya sâlik, râbıta için diz üstü çöker, gözlerini yumar ve şeyhinin alnını hâyal ederek, onun aracılığıyla Rasûlüllah (sav) ve Allah ile manevi bağ kurmaya çalışır.

Bu anlayışa göre demek ki Allah ile bağ kurmak isteyen mutlaka bir aracı bulmalı. O araç da her müridin bağlandığı kendi şeyhidir.

O zaman sormak gerekir: Adem’den beri Allah’a bağlanan mü’minlerin şeyhi var mıydı, varsa kimlerdi. Ya bir şey bulup da onunla Allah’a bağlanamadan ölenlerin hâli ne olacak?

Halbuki Kur’an (vahiy), insanlardan tarafından uydurulan her türlü aracıları reddetmek, kulun aracılar (şefâatcılar) olmadan Allah’a bağlanmalarını sağlamak için geldi.

Câhiliyye müşrikleri putlarını (tanrılarını) aracı olarak düşünüyorlardı.

“İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar.

Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.” (Zümer 39/3)

Onlar bu tanrıları kendileri için şefâatci zannediyorlardı.

“Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefâatçılarımızdır” diyorlar.

De ki: “Siz, Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz!? O, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.” (Yûnus 10/18)

Halbuki âlemlerin Rabbi Allah hem insanlara, hem de diğer yarattıklarına  çok yakındır, onların her şeyine hâkimdir.

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِه۪ نَفْسُهُۚ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ ﴿16﴾

“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf  50/16)

 “Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Rasûlü’nün çağrısına uyun ve bilin ki;

Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.” (Enfâl 8/24)

Kullarına yakın olan Rabbimiz onların doğrudan kendisine bağlanmalarını emrediyor:

وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَاد۪ي عَنّ۪ي فَاِنّ۪ي قَر۪يبٌۜ اُج۪يبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِۙ فَلْيَسْتَج۪يبُوا ل۪ي وَلْيُؤْمِنُوا ب۪ي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ ﴿186﴾

“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm.

O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.” (Bekara 2/186)

Ebû Hureyre Rasûlüllah’ın (sav) şöyle dediğini nakletti. “Şüphesiz Allah şöyle buyurdu: “Allah (cc) “Ben kulumun yanında onun beni zannettiği gibiyim. Bana dua ettiği zaman Ben onun yanındayım.” (Müslim, Zikir/6(19-2675) no: 6829)

Ebû Zerr’’den rivâyet edildiğine göre Peygamber (sav) Allah’ın şöyle buyurduğunu haber verdi: Kim bir hayır işlerse, ona onun on misli vardır veya daha da artırırım. Kim bir kötülük işlerse, ona da onun misli vardır. Ya da tamamen affederim.

Kim Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım; kim Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım.

Kim Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak varırım.

Kim Bana hiçbir şeyi ortak koşmamak şartıyla dünya dolusu günahla gelirse, ben kendisini o kadar mağfiretle karşılarım.”  (Müslim, Zikir/22 (6-2687) no: 6833. İbni Mâce, Edeb/58 no: 3821)

Enes b. Mâlik’ten (ra) rivâyet edildiğine göre Nebî Rabbinden rivâyetle şöyle dedi: “Kulum bana bir karış yaklaştığı zaman, ben ona bir arşın yaklaşırım;

o bana bir arşın yaklaşınca ben ona bir kulaç yaklaşırım;

o bana yürüyerek geldiği zaman, ben ona koşarak varırım.” (Buhârî, Tevhîd/50 no: 7536-7537)

Ebû Hureyre Rasûlüllah’ın (sav) şöyle dediğini nakletti. “Allah (cc) “Ben kulumun yanında onun beni zannettiği gibiyim. O beni zikrederse (anarsa) Ben onunlayım. Şayet Beni kendi  kendi nefsinde anarsa, Ben de onu kendi nefsimde anarım. O beni bir topluluk için de anarsa Ben onu daha hayırlı bir toplulukta anarım. Kim Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak varırım.” (Buhârî, Tevhid/15 no: 7405, ilk cümle; Tevhid/35 no: 7505, Kim bana... itibaren; Tevhid 50 no: 7537. Tirmizî, Daavât/131 no 3603 Hasen sahih kaydıyla. . İbni Mâce, Edeb/58 no: 3822. Bir benzeri: Müslim, Zikir/1(2-2675) no: 6805. Zikir/1(3) no: 6807, Zikir/6(20, 21-2675) no: 6830, 6832)    

Ebu Hureyre’nin naklettiğine göre Rasûlüllah şöyle buyurdu: “Allah (cc) “Ben kulumun yanında onun beni zannettiği gibiyim. O beni zikrederse (anarsa) Ben onunla beraberim. Vallahi Allah çölde devesini kaybedip sonra bulan kimsenin sevinmesinden çok tevbe edenin tevbesine sevinir. Kulum Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum Bana bir arşın yaklaşırsa Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak varırım.” (Müslim, Tevbe/1(1-6952)

(Bunların mecazi ifadeler olduğunu unutmamak gerekir.

İslâma göre ibadette aracı bulmak şirktir.

قُلْ اِنَّمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى اِلَيَّ اَنَّمَٓا اِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَٓاءَ رَبِّه۪ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّه۪ٓ اَحَدًا ﴿110﴾

“De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. (Ne var ki) bana, ‘Sizin ilâh’ınız ancak bir tek ilâhtır” diye vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve

Rabbine ibadette kimseyi ortak koşmasın.” (Kehf 18/110)

اَمَّنْ يُج۪يبُ الْمُضْطَرَّ اِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّٓوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَٓاءَ الْاَرْضِۜ ءَاِلٰهٌ مَعَ اللّٰهِۜ قَل۪يلًا مَا تَذَكَّرُونَۜ ﴿62﴾

“Yoksa, darda kalana, kendisine yakardığı zaman karşılık veren, başındaki sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünün sahipleri yapan mı?

Allah'ın yanında başka bir tanrı mi? Pek kıt düşünüyorsunuz.” (Neml  27/62)

Bu ve diğer âyetlere rağmen “kişi tek başına Allah’a doğrudan bağlanamaz. Bunun için bir aracıya ihtiyaç vardır. O da mürşid-i kâmildir, ona râbıta yapmak gerekir” diyenlere şaşırmamak elde değil...

İddialarına göre onlar bu şekilde şeyhe tapmıyorlar. Ya da râbıtayı bir ibadet saymıyor. Bir çeşit eğitim aracı sayıyorlar. Bu doğru olabilir. Kelime-i Tevhid’e iman eden elbette bir fâniye tapmaz.

Ancak yapılan işlem ve bu işlemin niçin yapıldığı anlayışı hiç de masum değil ve bu âyetlerin ruhuna uygun görünmüyor.

Bu anlayışlar, Yaratıcı ile yaratılan arasındaki ontolojik farklılığı yok sayarak onları birbirine yaklaştırma adına kulu ilah seviyesine çıkaran veya ilahı kul derecesine indiren görüşlerdir. (https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/153643)

Râbıtaya taraftar olanlar veya uygulayanlar, ne yaptıklarına dönüp baksalar iyi olur. (Râbıta hakkında daha geniş bilgi için: Tosun, N. TDV İslâm Ansiklopedisi, 34/378-379)

(Allah’a yaklaşma hakkında makale: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/153643)

 

-Âl-i İmran 3/200. âyette sûfilerin anladığı gibi bir râbıta var mı?

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ ﴿200﴾

“Ey iman edenler! Sabredin, sabretmekte direnin (veya kararlılıkta yarışın), ribât yapın (hazırlıklı olun) ve Allahtan hakkıyla korkup-sakının. Umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Âli İmran 3/200)

Âyette geçen sabretmek ve müsâbere yapmak (sabretmekte direnmek), ribât yapmak bir yönüyle cihadla, fiili savaşla,

bir yönüyle de imanı korumakla, ibadette sabretmek ve Allah’tan hakkıyla korkup-çekinmekle ve O’nunla bağ kurmakla ilgilidir.

Bu âyette; gerektiği zaman düşmana karşı saf bağlamak, müslümanların sınırlarında onları korumak üzere nöbet beklemek, İslâm düşmanlarına karşı devamlı hazırlıklı olmak,

bir namazdan sonra diğerini beklemek

ve Allah yolunda gerektiği gibi sabırlı olmak tavsiye edilmiş olabilir. (İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 1/351)

Bu âyetin tefsirlerine baktığımız zaman sûfilerin dediği bir ‘râbıta’nın kasdedilmediği kolaylıkla anlaşılır.

-Önceki tefsirlerden örnekler:

Mukâtil b. Süleyman (öl. H 150) dedi ki: Yani “Ey mü’minler, ‘sâbirû’, Peygamberle birlikte bulunulan yerde sabredin”

وَرَابِطُوا ‘râbıtû’; Allah yolunda düşmana karşı ribât yapın ki onları dininize davet edebilesiniz.”

‘ittekû’; sakın ha isyan etmeyin. Kim bu emirleri yerine getirirse kurtulur.” (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 1/211)

Taberî (öl. H 310) anlatıyor; ilk dönem tefsircilerinden bazıları demiş ki:

“Dininiz üzere, Allah’a itaat etmekle, ya da size emredilenler konusunda sabredin, kafirlere karşı  da direnin, Allah yolunda ribât yapın...”

Allah (cc) mü’minler darlıkta ve zorlukta dinlerinden yüz çevirmemelerini, küffara karşı da daha sabırlı olmalarını, direnmelerini, müşriklere ve düşmanlarına karşı da hazırlıklı olmalarını emrediyor.

Bazıları da demiş ki: “Dininizi yaşamaklta sabredin, size va’dedilenler konusunda müsâbere yapın (sabırda yaırşın), benim ve sizin düşmanlarınıza karşı hazırlıklı olun, ta ki dinlerini sizin dininiz lehine terketsinler.”

Bazıları; “Bunun anlamı (Allah yolunda) cihad etmekle sabredin ve düşmanlara karşı direnin, dirençli olun” dediler.

Bazıları da; “yani namaza ribât yapın (bağ kurun), birini edâ ettimi diğerini bekleyin” demişler.

Taberî (öl. H 310) diyor ki: “Bana göre ribât at bağlamaktan gelir. Buradan hareketle düşmana karşı at hazırlamak, düşmanların kötülüklerine engel olmak, eşkıyaların şerrinden içerde olanları korumak için beklenilen yerler manasında kullanılır oldu. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 3/561-562) 

Allah (cc) Âl-i İmran’ın bu son âyetinde düşmanlara karşı muzaffer olmanın, Âhiret nimetlerini elde ederek kurtulmanın yollarını gösteriyor.

Burada Allah’ın emirlerine itaate teşvik, nefsin arzularına karşı sabır tavsiyesi var. İlk dönem tefsircilerinden Atâ demiş ki: “Yani size verilen va’di bekleyiniz, ümidinizi yitirmeyiniz, zafer elde edeceğiniz vakti gözetleyiniz.”

Âlimlerin çoğu وَرَابِطُوا ‘râbitû’ emrini atlarınızla düşmana karşı ribât yapın. Onlar nasıl at bağlayıp besliyorlarsa siz de bunu yapın -ki Enfâl 8/60ta bu anlamdadır- şeklinde anladılar. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/786-788)

Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Ömer b. Hattab’a (ra) mektup yazarak Rûm ordusunun kalabalık olduğundan ve onlardan çekindiğinden bahsetti. Ömer ona şöyle cevap vermiş:

“Mü’min, kula herhangi bir sıkıntı gelip çatacak olursa, Allah (cc) o sıkıtından sonra mutlaka bir kurtuluş yolu açar. Şüphesiz tek bir zorluk iki kolaylığı yenemez. (İnşirâh 94/5-6) Çünkü Allah kitabında şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler...” (Muvatta, Cihad/6. Hâkim, Müstedrek, 2/300)

Ebû Seleme b. Abdurrahman: “Bu âyet bir namazı kıldıktan sonra diğer namazı beklemek hakkındadır. Rasûlüllah döneminde ribât yapmayı gerektirecek bir gaza yoktu” demiş ve "Allah'ın hataları silmeye ve dereceleri yükseltmeye vesile kıldığı şeyleri size söylemiyeyim mi?..." hadisini hatırlatmış. (Hâkim, Müstedrek, 2/301)

el-Vahidî (öl. H 468) ve Sa’lebi (öl. H 427) bunu şöyle aktarıyorlar: Ebû Seleme b. Abdurrahman kardeşinin oğluna şöyle demiş: “Ey kardeşimin oğlu, Âli İmran 3/200. âyetinin inişi hakkında bir şey biliyor musun?” O da hayır demiş. Bunun üzerine “Ey kardeşimin oğlu; Rasûlüllah zamanında ribât yapacak bir durum yoktu ama bir namazın arkasında diğer namazı bekleme vardı.” (Sa’lebî, el-Keşfü ve’l-beyân, 2/220. el-Vahidî, Esbâbu’n-Nüzûl, s: 104)

Sa’lebi (öl. 427) ‘sâbirû’yu; “tembelliğe ve yorgunluğa karşı sabredin veya savaş zamanında istikamet üzere kalın,

وَرَابِطُوا ‘râbitû’yu, dâru’l-harbte düşmanlara karşı ribât yapın veya levvâme nefse karşı uyanık olun” şeklinde anlamış. (Sa’lebî, el-Keşfü ve’l-beyân, 2/220)

Zemahşerî (öl. H 538), ‘sâbirû’, yani cihad zamanında düşmana karşı sabredin, harbin en şiddetli anlarında sabır konusunda onları geçin. Sebat ve sabır açısından onlardan daha aşağıda olmayın.

Musâbera (mufâale babından); bu da sabrın farklı bir yönüdür. Bunun sabırdan sonra gelmesi çok zor ve ağır şartlara karşılı direnç olduğunu göstermektir.

وَرَابِطُوا ‘râbitû’; sınır boylarında atlarınızı, techizatınızı kuşanmış bir şekilde temkinli olarak bekleyin...

Her an savaşa girecekmiş gibi hazırlıklı olmak, ortamı iyi gözetlemek, dikkatli olmak sûretiyle yapılması gerekeni yapın... (Zemahşerî, el-Keşşâf, 1/449. Bursevî, Rûhu’l-Beyân, 2/157)

İbni Atiyye’ye (öl. H 541) göre en doğrusu ribât Allah yolunda cihadı sürdürmektir. Bunun aslı atları raptetmekten (bağlamaktan) gelir. Daha sonra müslümanların beldelerinin sınır boylarında kalıp orayı korumak üzere giden kimselere ‘murâbıt’ denmiş.

Hadiste namaz hakkında “işte ribât budur” demesi bunun Allah yolunda ribâta benzemesindendir.

Bu ifade; “Güçlü kimse başkalarının sırtını yere getiren değildir...” (Buhârî, Edeb/76. Müslim, Birr/107. Muvatta, H. Hulk/12. Ahmed b. Hanbel, 2/236, 268, 517),

“Yoksul dediğiniz şu kapı kapı dolaşan kimse değildir...” (Buhârî, Zekât/53. Müslim, Zekât/102. Muvatta, S. Nebi/7. Ahmed b. Hanbel, 1/384) hadislerdeki ifadelere benziyor.

Sûfilerden sayılan Kuşeyrî (öl. H 465)bu âyetle ilgili yorumları isim vermeden paylaşmış. “Sabrın başlangıcı, sabırlı olmaya çalışmak şeklinde olur. Bunu sırasıyla ‘sabır, musâbera ve son merhale olan ıstıbrar (sabrı özümlesemek) izler. İbadetleri yerine getirmede ve sakıncalı şeylerden sakınmada sabredin... Nefsin aşırı arzularını terketmek konusunda sabır üzere yardımlaşın... Bütün vakitlerde ve hâlde birlikte istikâmeti gözetmek sûretiyle hazırlık içinde olun...

Nefsilerinizde sabredin, kalbinizle sabırla yarışın. Allah’a bağlı kalın...” (Kuşeyrî, Letâifu’l-İşârât, 1/377)

Kurtubî (öl. H 671) diyor ki; “Dil bilginlerinden olan Halil b. Ahmed; “ribât, hudutlardan ayrılmamaktır.  Aynı şekilde ısrarla namaza devam etmektir.

Bununla şu sonuca varılır: Namazı beklemek de Peygamber’in dediği gibi sözlük anlamıyla bir ribâttır” demiş. (İbni Atıyye, el-Muharriru’l-Vecîz, s: 396)

Araplar devamlı akan suya “mâun müterâbitûn” derler. Onlara göre murâbıt bir şey üzerine çözülemeyecek şekilde yapılan düğümün de adıdır.

Bu anlam, sabır gösterilen şeye dönüktür.

Böylelikle mü’min kalbini bir niyete, bedenini de sâlih amele bağlar. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/786-788)

Yine tasavvufi tefsir yazan Bursevî, وَرَابِطُوا ‘râbitû’ emrini diğerleri gibi açıklıyor. “Bedenlerinizi ve hâyallerininizi geçit yerlerindeki murâbıtlar gibi raptedin... Nefsilerini tpkı hadiste geçtiği gibi Allah’a itaate bağlayın...” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, 2/157)

-Son dönem tefsirlerinden örnekler:

“Ey iman edenler, ... direnin, savaşa hazırlıklı olun, uyanık bulunun”

Hatırlayalım; “sözlükte “düşmanın geleceği yeri bekleyip korumak” anlamına gelen ribât, terim olarak “Allah yolundan ayrılmamak, düşmana karşı uyanık ve hazırlıklı bulunmak” demektir.

Aslında ribât “düşmanın ansızın saldırmasını önlemek için atı bağlayıp hazır tutmak” anlamına gelen “rabtü’l-hayl” ifadesinden alınmıştır. Daha sonra ister süvari ister piyade olsun, sınır boylarında bekleyen kimseye “nöbetçi, nöbet bekleyen” anlamında, bu kelimenin türevi olan murâbıt adı verilmiştir.

Murâbıt “bir müddet beklemek için sınıra giden kimse” demek olup terim olarak silâh altında bulunan, kışla ve karakollarda duran ve nöbet bekleyen asker için kullanılır.”

وَرَابِطُوا ‘râbitû’, “ribât yapınız, nöbetleşiniz,, imamın arkasında saf tuttuğunuz gibi birbirinize bağlanıp görevinize dikkatli olunuz ve özellikle savaşa düşmanlarınızdan daha çok hazır olunuz, gerekirse hudutlarda, mevzilerde nöbet bekleyiniz.” (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili, (sad.) 2/490)

Ribâtın bir anlamı da nefsi güzel niyete, güzel iş yapmaya bağlamaktır. Bunun en güzellerinden biri de Allah yolunda at bağlamak, yani cihad için malzeme hazırlamak ve nefsi namaza bağlamaktır.” (Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 2164)

Âl-i İmrân Sûresinin özellikle baş taraflarında tevhid, nübüvvet ve âhiret gibi dinin esaslarını oluşturan itikadî konular yer alır. Daha sonra hac, cihad ve benzeri amelî/ibadi konulardan bazıları sıralanır. Mü’minlere görevleri hatırlatılır. Bu görevler ya kulun kendisiyle, ya da başkalarıyla ilgilidir. Son âyet de bunlardan biri...

Burada Allah (cc) mü’mine, kendisiyle ilgili konularda sabrı, başkalarıyla ilgli konularda müsâbere’yi emrediyor diyebiliriz.

Meselâ Allah yolunda savaşta, düşmanlardan daha fazla sabırlı olmayı, düşmanların âni saldırılarına karşı da hazırlıklı, uyanık olmayı emrediyor. (Komisyon, Kur’an Yolu (DİB), 1/558)

Görüldüğü gibi Kur’an yorumcuları bu âyeti bazı sûfilerin anladığı gibi anlamadılar. Üstelik ne Peygamberimiz (sav), ne sahâbeler, ne de sonradan gelen büyük âlimler sufilerin iddia ettiği böyle bir râbıtaya baş vurmadılar.

Bu sonradan uydurulmuş bir şeydir.

Tekrar edelim ribât, mutâbıt ve râbıta öncelikle cihadla, sabırla, ibadetlere bağlanmakla ve onlara devam etmekle ilgili kavramlardır.

Buna bağlı olarak eziyetlere karşı sabrı ve takvayı tavsiye eden şu âyeti de hatırlamak gerekir:

“Andolsun, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan üzücü birçok söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki, bunlar (yapmaya değer) azmi gerektiren işlerdendir.” (Âli İmran 3/186)

 

-Sabır-musâbere

Âyette geçen sabır; nefsi kendisinde bulunan zorluklara katlandırmak, darlıkta kendini tutmatır.

‘Sabır’, aklın ve şeriatın gerektirdiği durumlarda nefsi hapsetme, kendine hâkim olmadır.

Acıya katlanmak, o acıyı geçirmek için dayanma ve karşı koymak da sabırdır ki, her türlü rahatlamanın ve başarının, zor işlerin üstesinden gelmenin yoludur.

‘Sabır’, genel bir kavramdır. Yalnızca acılara ve felaketlere dayanma, katlanma değildir.

Sözgelimi; musibet ve felaket zamanında dayanmak, tahammül göstermek sabırdır.

Bunun zıddı; acelecilik ve dayanıksızlıktır.

Cihad ve savaş anında kaçmayıp ayak diremek, sabırdır.

Bunun zıddı; korkaklık ve cihaddan fïrardır.

Gerektiğinde sır saklamak, dili gereksiz şeyleri konuşmaktan korumak sabırdır.

Bunun zıddı; boşboğazlıktır, dedi-kodudur.

‘Sabır’, içine düşülen darlığın ve sıkıntının geçmesi için Allah’ın yardımını kazandırabilecek olan güzel bir davranıştır.

Dayanılması zor ve insana ağır gelen sıkıntılara ancak ‘sabır ahlâkı’ sayesinde dayanılabilir.

Hakkları savunma sabırla yapılabilir.

Allah’ın emirlerini yerine getirmek, nefsin hoş gördüğü ama aklın ve dinin hoş görmediği şeylerden kaçınmak sabırla olabilir.

İnsanın elinde olmadan başına gelen, karşılaşılan felâket ve sıkıntılara dayanmak, onları kolaylıkla atlatmak sabırla mümkündür.

Sabır; zorluğa, güçlüklere, imkansızlıklara, darlıklara, felaketlere, sınamalara, Allah yolunda çekilen çile ve sıkıntılara, amellerin getirdiği yüklere, nefsinin arzularına karşı bir direniştir.

Sabır, pasif bir direniş, pasif bir şekilde beklemek, hele hele her şeye katlanma, zillete boyun eğip razı olma hiç değildir.

Sabır aktif bir direnmedir. Mü’min, meselâ, felâket karşısında eli kolu bağlı bir vaziyette beklemez ve bu beklemenin adını da ‘sabır’ koymaz. Aksine o, felâketi en az zararsız bir şekilde atlatmaya, felâketin getirdiği mahrumiyeti yenmeye çalışır.

Nefsinin kötü isteklerini yerine getirmemek tek başına sabır değildir. Günah işlemenin çok uygun olduğu bir ortamda nefsinin kötü isteklerine direnip, ona hayırlı amelleri işletmek, onun kötü isteklerinin yerine ona ma’ruf (iyi) olan şeyleri yaptırtmaktır.

Kur’an’da sabır mü’minlerin en önemli sıfatlarından biri olarak ve daha çok cihadla ve Allah yolunda dayanmak ahlâkı ile beraber geçmektedir.

İman edip, imanlarını her türlü güçlüğe rağmen koruyanlar, imanlarını ve İslâmî hayatlarını korumada dirençli bir sabır gösterenler Rabbimizin övdüğü güzel insanlardır.

Sabrın namaz ve oruçla irtibatlandırılması da dikkat çekicidir. (Bakara 2/45, 153)

Bütün güçlüğüne rağmen namaz kılmak, hem  bir sabır sınavıdır, hem de inancın somut bir şekilde ortaya konulmasıdır. Şüphesiz günde beş defa, bütün ömür boyu namaz kılmak sabrı gerektirir.

Ramazan orucu ise en önemli sabır denemesidir, sınavıdır. İnsanın en zayıf  tarafı midesi, yani yeme-içme ihtiyacı ve şehveti/iştahı, nefsinin arzularıdır. Mü’min oruçla bunları kontrol altında tutabilir.

Üç alanda sabır ahlâkı gerekir.

Birincisi; musibet, elem, acı, mahrumiyet, denemeler ve külfete (karşılaşılan güçlüklere) karşı.

İkincisi; lezzet ve şehvetler, nefsin isteklerine, haramların çekiciliğne karşı,

Üçüncüsü; ibadetlerin zorluğuna karşı...

 

-Musâbere

‘Sabır’, nefsi kendinde bulunan zorluklara katlandırmaktır

‘Musâbere ise; (âyette sâbirû şeklinde) nefsi hem kendisindeki hem de dışında olabilecek zorluklara katlandırmaktır.

Örneğin, hastalık nefsin kendindedir. Ona katlanmak sabırdır.

Allah yolunda cihad, O’nun yolunda çalışmak nefsin dışındaki zorluktur.

Bu uğurda sabretmek ise ‘musâbere’dir. Sabrın bu derecesi daha üstündür.

Âyette hem sabredin, hem de ‘musâbere’ edin deniyor. Bu da sabretmekte direnin, sabırda âdeta yarışın, ya da birlikte sabredin şeklinde anlaşılabilir.

Musâbere’in bu âyette düşmanlara sebat göstermek, ya da namaza sebatla devam etmek, ya da nefsin aşırı arzularına sürekli direnmektir. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/786)

‘sabiru’ genelde iki şekilde anlaşılmış: 1.Kafirlerin bâtılı savunurken harcadıkları çabadan daha fazlasını siz hakkı savunurken gösterin,

2.Düşmanlarla savaşırken şecaat, yiğitlik göstermede birbirinizle yarışın.” (Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’an, 1/320)

Kullanılan kalıp müşâreket-ortaklık kalıbı... Buna göre müslüman hem ferdi olarak ribât konusunda sabırlı, dayanıklı olmalı, hem de diğer mü’minlerle beraber Allah yolundaki çalışmalarda ve savunmalarda birlikte sabretmeli, beraber direnmeli.

Mü’min bu sabırde öyle gayretli ve istekli olmalı ki, âdeta başkasıyla yarışır gibi, başkasına örnek olmak gibi yapmalı...

Sonuçta Allah yolunda ister fiili savaşlarda, ister buna hazırlıklarda, ister kulluk görevlerinde, ya da imanı koruma konularında sabırlı olunsun, bunlar sahibini kurtuluşa (felaha) götürür. (Allahu a’lem)

 

4-Günümüzde ribât ve murâbıt olmak

a-Yüreğin kapısında nöbet tutmak

Murâbıt, sürekli uyanıktır. O –gerekirse- sınır boylarında, müslümanları zayıflatmak ve mağlup etmek için fırsat kollayan insandan dış düşmanlara karşı hazırlıklıdır.

Müslümanlar ve İslâm için nöbet beklemektedir.

O aynı zamanda imanını her türlü isyan, günah ve harama düşmek, şeytana aldanmak gibi iç düşmanlara karşı koruma konusunda dikkatlidir.

İbadetine devam ederek, rabbi ile olan ‘irtibatını’ (bağını) sürekli diri tutarak imanını ve takva hayatını korumaya çalışır.

O, imanını diri tutmanın çalışmasını yapar. Nefsine ve onun aşırı isteklerine karşı tayakkuz hâlindedir.

Murâbıt iki anlamda değerlendirilir:

Birincisi; gerektiği zaman müslümanların sınırlarında nöbet veya benzeri bir iş için beklemek.

Bu tıpkı bedendeki nefsi korumak, murâbıt da 

Allah yolundaki mücâhid gibidir.

İkincisi de; müslümanların sınır boylarında onların vatanlarını, ırzlarını ve dinlerini korumak için düşmanlara karşı hazırlıklı olan İslâm askeri gibi, o da imanın yeri olan kalbinin kapısında imanına yönelik tehlikelere karşı ‘ribât’ yapar, nöbet tutar, ibadete hazır olur.

O yüreğinin kapısında, hudutlarda nöbet bekleyen asker gibidir.

Yüreğinden içeriye düşman sayılan şeytanın vesvesesi, fitne ve fesat fikri, haset ve zarar verme düşüncesi, şirk ve nifak yani Tevhide aykırı inanç ve kanaatler, şehvanî arzular, aşırı hırs ve tamah girmesin diye dikkat eder, uyanık durur. Görevini tam yapan nöbetçi gibi...

Tehlike anında çobanın sürüyü koruduğu gibi nefsini düşmanlarından korur.

 

b-İbadette devamlılık ve hazır olmak

‘Ribât’, aynı zamanda ibadete sarılmak, ibadete devam etmek, gönlü ve duyguları en samimi bir şekilde ibadet şuuruna bağlamak demektir.

Mü’min, hem her an ibadete hazırdır, hem de ibadetinde süreklidir. O böyle yapmakla, görünmeyen düşmanlara karşı kendini korumuş olur, imanını koruma altına almış olur.

Bazıları tarafından hadislerde ve Âl-i İmran 200. âyette geçen ve "sınırda nöbet beklemek" anlaşılabilen ribât;

bazılarına göre de mescitte veya zihnen bir sonraki namazı beklemektir. Bu anlama hadislerin anlatmasına dayanmaktadır. 

Âyette geçen  وَرَابِطُوا  emrini bazıları Rasûlullah’ın açıklamalarından hareketle  "ibadette hassasiyet", "ibadette devamlılık ve dikkat" olarak da anlaşılmış.

Ebû Hüreyre (ra) Rasûlullah (as) şöyle dediğini nakletti:

"Allah'ın hataları silmeye ve dereceleri yükseltmeye vesile kıldığı şeyleri size söylemiyeyim mi?"

"Evet ey Allah'ın Rasûlü, söyleyin!" dediler. Bunun üzerine saydı:

"Zahmetine rağmen abdesti tam almak. Mescide çok adım atmak. (Bir namazdan sonra diğer) Namazı beklemek. İşte bu ribâttır. (Bir rivâyette bunu iç defa söyledi şeklinde)" (Tirmizî, Tahâret/39 no: 52. Nesâî, Tahâret/107 no: 143. Müslim, Tahâret/14(41-251) no: 587. Muvatta, K. Salat/55. Ahmed b. Hanbel, 2/277, 303)

Rasûlüllah (sav) bir namazı kıldıktan sonra diğer vaktin namazını beklemeyi mecâzi anlamda “nöbet bekleme-ribât” nitelendirdiği için bazı alimler Âli-i İmran 3/200. âyetteki “râbitû-ribât yapın” emrini bu anlamda yorumladılar.

Halbuki Rasûlüllah bir namazın vaktinin gelmesini sınırda nöbet tutan askerin beklemesine benzetti. Bu görüşe göre وَرَابِطُوا  emrini bir ibadetten sonra diğerini beklemek şeklinde yapılan tefsirler isabetli değildir.

Bir görüşe göre de namaz ibadetinin kişiyi kötülüklerden koruyucu yanı düşünüldüğünde (Ankebut 29/45) âyetin her iki anlamı da kapsadığı söylenebilir.

Âyetin kurtuluş sebebi olarak takvayı zikretmesi bu yorumu doğrular. Hem namaz ibadetini dikkatli bir şekilde yerine getirmek, hem de görünen veya görünmeyen düşmanlara karşı dikkatli olmak, korunmak ancak takva ile, korkup sakınma ile gerçekleşir. (Komisyon, Kur’an Yolu (DİB), 1/559)

Abdestini tam alıp namazlarını mescidde kılan ve birini kılınca diğer namazın gelmesini bekleyen kimse de kendini ruhen, kalben Allah yoluna bağlamış gibidir. O bir nevi murâbıttır.

Bu açıklamaya göre; günümüzde bu anlamda ribâtı her müslüman her zaman yapabilir, her müslüman murâbıt olabilir, olmalı...

 

c-Allah yolunda hazır olmak

وَرَابِطُوا  “Râbıtû-ribât yapın” emrini günümüzde; 

... وَاَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِOnlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın” âyetinden hareketle İslâm devletlerinin savunmaya her zaman, günün şartlarında, her türlü malzeme (levâzım) ile hazır olmaları;

mü’minlerin de Allah yolunda zihnen, bedenen, ilmen ve malen çalışmaya, kulluğa her açıdan hazır, donanımlı olmaları şeklinde anlamak mümkün...

 

d-Allah’la irtibat, yüreği Allah’a ve O’na ait olan şeylere  rabtetmek

Bu kelime aynı zamanda bir şeyle bağ ve bağlantı kurmak anlamına da gelmektedir.

Bazı âlimler, bu وَرَابِطُوا "râbitû-ribât yapın" emrini; bağ kurmak anlamından hareketle "nefsin ve bedenin Allah’a ve O’na itaate bağlanması" diye açıklamışlar.

Bu "hudutta nefsini bağlayıp nöbet beklemek, düşmanın hücumunu defetmeye hazır olma" anlamında temanen ters değil.

İçinde bulunulan şartlarda, biri diğerine göre öncelik kazanabilir.

Yüreği Allah’a, O’na ait şeylere raptetmek (bağlamak), bu bağı korumak ve güçlendirmek,

Bu âyet aynı zamanda, râbıta yapmanın sözlük anlamından hareketle mü’minlere (adına şeyh denilen fanilere değil) Allah’a ve O’nun kopmaz İpi’ne (Kur’an’a) bağlanmayı emrediyor. (Âli İmran 3/103)

Ribât ve râbıta ile aynı kökten gelen ve Türkçe’de bağ, ilişki kurma, iltisaklı olma anlamında kullanılan ‘irtibat’; aslında saldırgan düşmana karşı hazır olmak demektir. Tıpkı ribât gibi...

Mü’minler, Kur’an’ın emrine uyarak imanlarını ve İslâmî hayatlarını sabrederek, sabırda yarışarak korurlar.

Gönülleri de imanlarıyla ve Kur’an’la irtibatlıdır. İslâmı yaşamada, uygulamada ve savunmada diğer mü’minlerle, akrabalarıyla, kulluk görevleri açısında ibadetlerle irtibatlıdırlar.

Zaten İslâm, kişiyi Allah’a bağlayan, yani O’nunla nasıl irtibat kurulacağını öğreten ve kurtuluşa götüren bir dindir.

 

e-Müslümanlarla irtibat, gönlü din kardeşliğine rabtetmek

Âyet ‘râbitû’nun sözlük anlamından hareketler, müslümanların birbirlerine bağlanmalarını, birbirlerine destek olmalarını, toplu bir şekilde İslâm ümmeti bağını güçlendirmelerini de emrediyor diyebiliriz.

Kur’an’ın bir çok âyetinde mü’minlerin birlik olmaları emrediliyor, onların kardeş oldukları vurgulanıyor.

Müslümanların cemaat, vahdet olmalarının, Kur’an’a topyekûn sarılmalarının din ve dünya açısından sayısız faydaları vardır.

Herkes kendi sorumluluğunu kendisi taşır. Ancak İslâm en iyi şekilde, bir müslüman cemaat arasında, onlarla beraber yaşanabilir.

Şeytan ve onun yardımcıları müslümanları zayıflatmaktan ve zarar vermekten geri kalmadılar ve kalmayacaklar. Müslümanlar irtibat ve cemaat hâlinde kuvvetli olurlarsa onlara daha iyi mücadele ederler.

Rabbimiz, mü’minlerin her konuda, özellikle Allah’ın dinini koruma hususunda birbirlerine kuvvetli bağlarla bağlanmalarını, birbirlerine ‘rabt’ olmalarını istiyor.

Tarihi olaylar ve bugün içerisinde yaşadığımız gerçekler karşısında bu  وَرَابِطُوا “rabitû’  emrini; birbirinize bağlanın, kenetlenin, irtibatlı olun” şekilde anlamak da mümkündür.

müslümanlarla, dava arkadaşlarıyla irtibatlı olmak,

gayretleri, imkanları, niyetleri, becerileri birbirine raptetmek, bağlamak şeklinde anlayıp yaşayabiliriz.

 

f-Kamp yerine ribât

Müslümanların ders, eğitim, buluşma, seminer ve benzeri yatılı biraraya gelmelerine kamp yerine ribat adı verilebilir.

Zira buralarda hem ibadetlere yoğunlaşma, hem de Allah yolunda çalışmaya hazırlık yapılır.

*

Rasûlüllah’ın geceleri teheccüd namazına kalktığı zaman Âl-i İmrân Sûresinin son on âyetini okuduğu rivayet ediliyor. (Buhârî, Tefsîr 3/18-20 no: )

*

Allahu a’lem-En doğrusunu ise yalnızca Rabbimiz bilir.