Cisimleşmiş put-tanrı inancı, Musa'dan istenen, Samirinin putu, Allah'ın görülmesi hakkında bir online ders.

Hüseyin K. Ece

12.12.2022 –

18 Cemaziye’l-evvel 1444

Zaandam-Hollanda

 

37. Ders:  GÖRÜNEN TANRI SAPLANTISI ve RU’YETULLAH-ALLAH’IN GÖRÜLMESİ

“Beşerin böyle dalâletleri var, putunu kendi yapar, kendi tapar.”

Tarihten beri pek çok kavimde veya insanlarda cisimleşmiş, fiziki varlığı olan, dokunulabilen tanrı inancı olagelmiştir.

Biz buna görünen tanrı saplantısı diyelim.

Kur’an, insanlığın bu kadim zaafını bir kaç örnekle haber veriyor ve muhataplarını uyarıyor.

 

A-Görünen tanrı isteği

-Putperestlerin tutumu

“Aralarından kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve kâfirler: Bu pek yalancı bir sihirbazdır! Tanrıları, tek tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir! dediler.” (Sâd 38/88) 

“İşte bunlar, kendilerini ziyana uğratan kimselerdir. Uydurmakta oldukları şeyler de kendilerini yüz üstü bırakıp kaybolup gitmiştir.” (Hûd 11/21)

 

-Musa’nın kavminin talebi

“Kitap ehli, senden kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. (Buna şaşma!) Mûsâ’dan, bundan daha büyüğünü istemişler

ve “Allah’ı bize açıkça göster” demişlerdi. Böylece zulümleri sebebiyle onları yıldırım çarptı.

Sonra kendilerine apaçık deliller gelmesinin ardından (tuttular) buzağıyı tanrı edindiler. Biz bunu da affettik ve Mûsâ’ya apaçık bir güç ve yetki verdik.” (Nisâ  4/153

“Hani siz, “Ey Mûsâ! Biz Allah’ı açıktan açığa görmedikçe sana asla inanmayız” demiştiniz. Bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı.” (Bakara 2/55)

-Samiri’nin tanrısı

“Allah, “Şüphesiz, Biz senden sonra halkını sınadık; Sâmirî onları saptırdı” dedi.”

Bunun üzerine Mûsâ, öfke dolu ve üzgün bir hâlde halkına döndü. “Ey kavmim! Rabbiniz, size güzel bir vaadde bulunmadı mı? (Ayrılışımdan sonra) çok zaman mı geçti, yoksa üzerinize Rabbinizden bir gazap inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz söze uymadınız (ve buzağıya taptınız)?” dedi.

Şöyle dediler: “Sana verdiğimiz sözden kendi isteğimizle caymış değiliz. Fakat biz Mısır halkının mücevheratından yüklü miktarlarda takınmıştık. İşte onları ateşe attık. Sâmirî de aynı şekilde attı.”

Böylece (Sâmirî) onlar için böğürmesi olan bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. (Sâmirî ve adamları) “Bu sizin de ilâhınızdır, Mûsâ’nın da ilâhıdır. Öyle iken Mûsâ, (ilâhını burada) unuttu (da onu Tûr’da aramaya gitti)” dediler.

Onlar bu heykelin, sözlerine karşılık vermediğini, kendilerinden hiçbir zararı uzaklaştıramayacağını ve onlara hiçbir fayda sağlayamayacağını görmezler mi?

Andolsun, Hârûn onlara daha önce şöyle demişti: “Ey kavmim! Siz bununla yalnızca imtihan edildiniz. Doğrusu sizin Rabbiniz ancak Rahmân’dır. Öyleyse bana uyun ve emrime itaat edin.”

Onlar da, “Mûsâ bize dönünceye kadar buzağıya ibadet etmeye devam edeceğiz” dediler.

Mûsâ, (Tûr’dan dönünce) şöyle dedi: “Ey Hârûn! Saptıklarını gördüğün zaman bana uymana ne engel oldu? Yoksa emrime karşı mı geldin?”

Hârûn: “Ey anam oğlu! Saçımı sakalımı çekme. Şüphesiz ben, İsrailoğullarının arasını açtın, sözüme uymadın demenden korktum” dedi.

Mûsâ, “Ya senin derdin neydi ey Sâmirî?” dedi.

Sâmirî, şöyle dedi: “Ben onların görmediği şeyi gördüm. Elçinin izinden bir avuç avuçladım da onu attım. Böyle yapmayı bana nefsim güzel gösterdi.”

Mûsâ, “Çekil git! Artık sen hayatın boyunca (hastalanıp) “Bana dokunmak yok!” diyeceksin. Senin için, asla kaçamayacağın bir ceza daha var.

Hele şu ibadet edip durduğun ilâhına bak!

Biz onu elbette yakacağız ve onu muhakkak denize savuracağız.

Sizin ilâhınız ancak kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.” (Tâ-Hâ/85-98)

-Tanrısını kendileri atayanlar

‘Şirk’ kavramı insanların uydurdukları dinleri tanımlama ve İslâmın davasını anlama açısından son derece önemli kavramdır.

 ‘Şirk’ sözlük anlamıyla ortaklığı, ortak olmayı, bir eş-arkadaş tutmayı, malda ve tasarrufta bir hissedar olmayı ifade eder.

 İslâm’a göre ‘şirk’; Allah’a zâtında, sıfat ve tasarrufunda ortak tanıma eylemi veya inancıdır.

Bu da haksızlık ve zulümdür.

Şirk koşmak salt bir inkâr olayı değildir. Şirk koşan müşrikler inançsız insanlar değildir. Aksine, inanan ama yanlış inanan, Tevhide aykırı inanan ve Allah’ın yanında başka varlıklara da ilâh diye tapınan kimselerdir.

Kur’an, şirk üzerinde ısrarla durmaktadır. Çünkü tarih boyunca dinsiz toplumlardan çok şirk koşan toplumlarla, ateist insanlardan çok müşrik insanlarla karşılaşıyoruz.

İnsanlar, Tevhid’ten uzaklaştıkça , din adına bir sürü yalanlar diziyorlar, kendi kafalarından tanrılar uyduruyorlar, o tanrıların şekillerini kendileri veriyorlar, onların yetki alanlarını kendileri belirliyorlar, sonra da onlara yine kendi kafalarına göre ibadet ediyorlar.

Yahutta kimi toplumlar baslangıçta Tevhid’e bağlı iken zamanla çeşitli nedenler yüzünden şirk’e düştüler, dinlerini  bozdular ve yanlış bir şekilde  inanıp din adına ilâhlar, ilkeler, törenler, âyinler ve ibadet türleri uydurdular.

Bir tespit:  Esasen inanma ve yüce bir kudretin önünde kulluk yapma, yahutta yüce bir güçten yardım isteme ihtiyacı bütün insanlarda vardır.

İnsanın fıtratı böyledir. Yaşamak için suya, yemeğe, havaya muhtaç olan insan, inanmaya, inandığı ilâhın önünde eğilmeye de muhtaçtır. 

Tevhid’ten uzaklaşanlar veya Tevhid’i bilmeyenler, her ne kadar yerin ve göklerin bir sahibi, yağmuru yağdıran, dünyayı yaratan ve yöneten bir ilâhın olduğunu kabul etseler de; bu gibi konularda ve daha bir çok konuda kendi hevâlarına uyarlar.

Bunlar kimseler ve topluluklar, zamanla bazı varlıkları/güç odaklarını ilâhlaştırırlar. Onların yardımını alabilmek için, ya da kötülüklerinden kurtulmak için onlara veya onlar adına uydurulmuş putlara tapınırlar.

Kimileri de bu tapındıkları ilâhları kendileriyle asıl Yaratıcı arasında bir aracı kabul ederler, kendi kafalarından koydukları ilkeleri bir inanç haline getirirler ve hatta insanlara dayatırlar.

İnanma ihtiyacı ile beraber yaratılmış olduğu için, âlemlerin Rabbine olan inancını kaybettikten sonra veya Hak dini bulamazsa, içindeki boşluğu mutlaka bir şeyle dolduracaktır. Geçmişte daha çok putçuluk ve bâtıl din şeklinde görülen bu ihtiyaç, günümüzde farklı bir sekilde karşımıza çıkmaktadır.

‘Şirk’ olayının ‘küfr’ olayı ile birlikteliği vardır. Aslında ‘şirk’ de bir inkârdır. Hakk’tan gelen gerçeğin üzerini örtmektir (küfürdür).

Ancak ‘küfr’ kelimesi ‘şirk’e göre biraz daha kapsamlıdır. ‘Küfr’ kavramı bütün inkârcıların eylemini ifade ederken, ‘şirk’ Yaratıcıyı kabul ediyor görünürken; O’na ortak koşmayı, birden fazla ilâh edinmeyi, bir şeye Allah’ın özelliklerini vermeyi anlatmaktadır.

Şirk, bir anlamda Allah’a ait özellikleri gasbetmektir ve onları hak etmeyenlere vermektir. Bu da Allah’ın rabbliği, melikliği, ilâhlığı, hakimiyeti gibi konularda olur.

-Şirk, üç şekilde ortaya çıkar:

Birincisi; birden fazla tanrıya inanmak.

“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ 21/22)

İkincisi; yaratıkların sıfatlarını Allah’a vermek, Allah’ı mahlukata benzetmek ve öyle inanmak. Ya da Allah’ı uydurulan, görünen tanrılara benzetmek.

Üçüncüsü; Allah’ın sıfatlarını yaratılmışlara vermek, onları tanrılaştırmak ve ibadet etmek. Ya da görünen varlıkları Allah’a benzetme, tanrılaştırma...

Tarihten beri şirk toplumların hatası, sapıklığı genelde budur. Bu hem çok tanrıya inanmak, hem de putlara tapmaktır. Zira öyle inananların çoğu tanrılar adına veya tanrı diye kendi elleriyle yaptıkları putlara tapmışlar.

 

a-Allah’ı görünen tanrılara benzetme

*Bazıları Allah’ı O’na yakışmayan sıfatlarla nitelerler. Allah onların bu nitelemelerinden uzaktır.

“Biz yeri, göğü ve arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.

Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, onu kendi katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık böyle yapardık.

Hayır, biz hakkı batılın üzerine atarız da beynini parçalar. Bir de bakarsın yok olup gitmiş. Allah’a karşı yakıştırdığınız nitelemelerden ötürü yazıklar olsun size! (Enbiyâ 21/18)

“Allah, hiçbir çocuk edinmemiştir. O’nunla birlikte başka hiçbir ilâh yoktur. Öyle olsaydı, her ilâh kendi yarattığını alır götürür ve mutlaka birbirlerine üstün gelmeye çalışırlardı. Gaybı da, görülen âlemi de bilen Allah, onların yakıştırdığı nitelemelerden uzaktır. Onların koştukları ortaklardan çok yücedir.” (Mü’minûn 23/91-92. Ayrıca bkz: Mü’minûn 23/96. Saffât 37/159, 180.  Zuhruf 43/82

*Bazıları putlarını veya başka şeyleri Allah’a denk tutarlar.

“Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur. Böyle iken inkâr edenler başka şeyleri Rablerine denk tutuyorlar.” (En’am 6/1, bir benzeri: En’am 5/150) 

 “Yahut gökleri ve yeri yaratan ve size gökten yağmur indirip, onunla, ağaçlarını sizin yetiştiremeyeceğiniz gönül alıcı güzel bahçeler meydana getiren mi? Allah ile birlikte başka ilâh mı var!?

Hayır, onlar (Allah’a) eş tutan bir kavimdir. (Neml 27/60)

*Vahye göre Allah tektir ve âlemlerin Rabbidir. Ama müşrikler  tanrılar uydurup Allah’a ait sıfatları onlara verirler.

Kur’an onların bu hatalarını hatırlatıyor.

“... Allah'la beraber başka tanrılar bulunduğuna siz mi şâhidlik ediyorsunuz?" de. "Ben şehâdet etmem" de. "O ancak tek Tanrıdır, doğrusu ben ortak koşmanızdan uzağım" de.” (En’am 6/19)

“Biz sadece şunu söyleriz: “Seni, ilâhlarımızdan biri fena çarpmış.” Hûd, dedi ki: “İşte ben Allah’ı şâhit tutuyorum. Siz de şâhit olun ki, ben sizin Allah’ı bırakıp da O’na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Haydi hepiniz toptan bana tuzak kurun, sonra da bana göz açtırmayın.” (Hûd 11/54)

“O, öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” (Haşr 59/23. Ayrıca bkz: Nisâ 4/48. 116. Kehf 18/110. A’raf 7/190, 191. Tevbe 9/31. Yûnus 10/18.  Nahl 16/1, 3, 54.  Mü’minûn 23/92. Neml 27/63. Kasas 28/68. Rûm 30/32, 35, 40. Zümer 39/67. Tûr 52/43)

Kur’an açık biçimde, “Allah, yarattıklarından hiçbirine benzemez.” (Şûrâ 42/11) buyururken bazıları yaratılanların tümünün Allah’ın benzeri olduğu inancındadır.

 

b-Görünen varlıkları Allah’a benzetme

Cinlere, hayvanlara, meleklere, ruhlara, cisimlere, ölmüş veya yaşayan insanlara kutsallık ve giderek tanrılık vermek...

“Bir de cinleri Allah’a birtakım ortaklar yaptılar. Oysa onları O yarattı. Bilgisizce Allah’a oğullar ve kızlar da uydurdular. O, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.” (En’am 6/100)

“İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da (tanrı anlamında) başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar.

Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.” (Zümer 39/3)

Kur’an, bazı kimselerin nefislerini tanrılaştırabileceklerini söylüyor.

“Gördün mü o kendi hevasını (istek ve arzularını) ilâh/tanrı edinen kimseyi. Şimdi onun üzerine sen mi bekçi olacaksın.” (Furkan, 25/43)

Bazıları müslüman olduklarını söyledikleri hâlde evreni gavsların, kutupların, kutbu’l-aktabların yönettiğini iddia ederler.

Bazıları –hâşâ- “Muhammet eşittir Allah” darken, bazıları da vahyin peygamberden Peygamber’e geldiğini anlatırlar.

Bazıları ölen kimi şahısların tasarruflarının hâlâ devam ettiğini ileri sürerler.

Bazıları, şu anda hayatta olan bazı ğavsların, şeyhlerin gaipten yardım ettiklerine, mucizeler gösterdiklerine inanırlar.

bazıları Allah’ı rüyasında gördüğünü, üzerindeki cübbenin şeyhinin cübbesine benzediğini derler.

Bazıları Allah’ın insan bedenine girdiğini, öyle olunca da onda insanî niteliklerini yerini tanrısal niteliklere bıraktığı iddia ederler.

Bazıları başka kimselere, bazıları hz. Ali’ye tanrısal özellikler verirler.

“Evvel ve ahir Ali. Âdem’in toprağı onun nûrundan yaratılmış., bütün peygamberler onun yardımını görmeüştğr. Ali, İsa’nın babasıdır çünkü o Meryem’e arkadaş olunca İsa olmuştur. Allah her peygamberle beraber gizli olarak, son peygamberle de açık olarak Ali’yi göndermiştir. Evrenin temeli, sûreti var olmadan önce Ali vardı. Ali’den ötürü melekler Âdem’e secde ettiler. Peygamber miraca çıktığında Ali Tanrıya en yakın yerdeydi. Ali, Allah’ın kudret elidir...” (Azimli, M. Dört Halifeyi Farklı Okumak hz. Ali, s: 37)

Animistler ruhları, naturistler tabiatı tanrı kabul etmişler,

totemistler çeşitli hayvanları, bitkileri kutsal saymışlar, onlara dokunmayı tabu yapmışlar.

Sabiîler Güneşi,, ayı ve yıldızları ruhlarların cisimleşmiş hâli düşünerek onlara tapmışlar. 

Çinde Sinizm dinine inananlar tabiat cisimlerinin ruhu olduğunu düşünüp kutsallık vermişler, yıldızlara tapmışlar, iki kuvvetin mevsimleri yarattığına inanmışlar.

Hindistan’da Vedizm dört büyük tanrıya inanıp herbirinin görevlerini belirlemişler

Hindular-Brahmanlar, üç tanrıya, tenâsühe ve kasta inanırlar. Brahma’ya Allahın oğlu derler.

Budizm, ahlâki değerlere ve zahidliğe önem veren din olsa da, tenâsihe inanırlardı. Daha sonraları Buda tanrılaştırıldı ve heykelleri kutsallaştırıldı.

Müslümanların arasında çıkan sikh dinini kuran Guru Nanak’ın yazdığı kitap kutsallaştırıldı. Üstelik Brahmanizmde geçen Brahma, Vişnu ve Şiva’yı tanrının vekili saydılar.

Japonların dini Şintoizm’de ataların ruhları tanrı saymışlar. İki büyük tanrının yanında her şey kutsal ve tanrı. 8 milyon tanrıdan bahsediliyor.

Eski mısırda tanrılarını hayvan şeklinde tasavvur ettiler. En çok da Oziris dedikleri öküze.  Mabedlerin bazı hayvanlar olurdu ve onlara taparlardı. Bunların en büyüğü Amon-Ra’dır. Tanrılar arası kavgalar olurmuş.

Eski iranlılar iyilik tanrısı Hürmüz, kötülük tanrısı Ehrimen’e inanırlardı.

Eski Türkler yer ve gök tanrılarına inanırlardı.

Eski yunanlıları 14 tane büyük tanrıları vardı. Bunlar aynen insanlar gibiydi, rekabet, kavga, savaş, hırsızlık gibi işler yaparlardı.

Roma tanrıları 12 tane idi. Yunan tanrılarına benziyorlardı.

İslâmdan önceki müşriklerin putlara taptıklarını hatırlayalım. Lat, menat, uzza... Kâbe’ye yerleştirilen yüzlerce tanrı-put. Ve onların adına uydurulan inançlar, adetler, tapınmalar, ölçüler...

Pek çoğu bâtıl ve dalâlet... saymakla bitmez. 

Bunlar ve daha sayılmayan diğer toplumların inançları gösteriyor ki bazıları şahsen, bazı kavimler de beraber tanrılarını kendileri atıyor, sıfatlarını, yetki alanlarını kendileri belirliyorlardı.

Bütün bunlar insanların çoğunun görünen tanrılara tapmayı tercih ettiklerini gösterir.

 

B-Ru’yetullah (Allah’ın görülmesi) sorunu

Kur’an’da açık bir ifadeye rağmen İslâm âlimleri hem kelâm sıfatını, hem de ru’yetullah konusunu uzun uzun tartışmışlardır.

Ru’yetullah; “Allah’ın görülmesi” demektir ki, Allah’ın dünyada veya âhirette mü’minler tarafından görülüp görülmemesini ifade eder. 

Burada soru şu: Ru’yetullah, yani Allah’ın insanlar tarafından görülmesi mümkün müdür?

Allah (st) zamandan, mekândan, cihetten, cisim olmaktan münezzehtir. O'nun zâtının hakikatini aklımızla ve hislerimizle idrâk edemeyiz. Bu idrâk insan takatinin dışındadır. Çünkü Al­lah'ın hakikati, varlıkların hakikati­ne hiçbir yönüyle benzemez. (Şûrâ 42/11) 

Kendini bile hakkıyle anlamaktan âciz olan, maddiyât ve mahsûsât sahasında bile birçok hatalara düşen insan; elbette Allah’ın Zâtını idrâkten âciz olur.

Bir âyette Allah (cc) “len terânî-Beni asla görmezsin” diye kesin bir cevap verdiğine göre, bundan sonra Allah’ın görülebileceği iddia edilebilir mi? Ama iddia edilmiş...

Dünyada imkansız olan bu ru’yet acaba âhirette olabilir mi?

Bu ve benzeri sorular müslüman âlimleri baştan beri meşgul etti.

Önce hz. Musa’nın Allah’ı görme isteğine bakalım.

        -Musa’nın (as) arzusu

Mûsâ (as), Tûr’daki o olağanüstü buluşma sırasında, üç vahiy şeklinden biri olan ‘vasıtasız vahiy’ alırken Allah’ı beden gözüyle görmeyi de diledi. Şöyle ki:

وَلَمَّا جَٓاءَ مُوسٰى لِم۪يقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُۙ قَالَ رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَۜ قَالَ لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰين۪يۚ فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقًاۚ فَلَمَّٓا اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا۬ اَوَّلُ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿143﴾

"Musa, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya gelip de Rabb'ı (onunla)konuşunca: “Rabbim bana (kendini) göster, sana bakayım” dedi. (Rabbi buyurdu ki:

“Sen Beni asla göremezsin; fakat dağa bak, eğer o yerinde durursa, sen de Beni görebilirsin.”

Rabbi dağa görününce (tecelli edince) onu darmadağın etti ve Musa da baygın düştü. Ayılınca: “Sen Sübhânsın (yücesin-yaratılmışlara benzemezsin), Sana tevbe ettim, ben inanan­ların ilkiyim” dedi.” (A'râf 7/143)

Musa'nın (as) bu görme isteği­ne karşı Allah'ın "Elbette Beni göre­mezsin..." buyurması, "görmeye tahammül edemezsin." mânâsındadır. Âyetin devamı bu manâyı kuvvetlen­dirmektedir.

Tecelli sözlükte bir şeyin görünmesi, ortaya, açığa çıkması, perdenin veya örtünün açılması üzerine bir şeyin bütün gerçekliğiyle ortaya çıkması demektir.

Âyetin “Rabbi dağa görününce (tecelli edince)” kısmı Allah’ın emri ve kudreti tecelli etti diye de açıklanmıştır. 

 Hz. Musa ayılınca anladı ki bu tecelli kendisini bu kadar sarstığına göre, bu dünyanın şartları içinde, bu bedenî, hissî ve psikolojik yapısıyla Allah’ı görmeye asla tahammül edemeyecekti. Sonuç olarak o Allah’tan, genel anlamda mümkün, fakat bu dünyada imkânsız olan bir şeyi istediği için tevbe etti. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/459-460)

Kur’an burada hz. Musa’nın talebiyle birlikte, Allah’ın aşkınlığını, varlıklara benzemediğini, O’nun tarafından yaratılan gözlerin O’nun zâtını görmekten aciz olduklarını vurguluyor.

Buradaki asıl konu bizce Allah tasavvurudur. Nitekim –yukarıda geçtiği gibi- Musa’nın kavmi ondan Allah’ı kendilerine göstermesini istediler. (Bekara 2/55. Nisâ 4/153)

Bu da yetmedi Allah onları denizden kurtardıktan sonra puta tapan bir kavim gördüler. Bunun üzerine hz. Musa’dan onların putları gibi görünen bir tanrı yapmasını istediler. (A’raf 7/138)

hz. Musa bunu da yapmayınca daha sonra Samirî’nin görünen buzağı heykeline tapmaya başladılar. (A’raf 7/148. Tâhâ 20/85)

Müşrikler, hz. Muhammed’ten (sav) Allah’ı ve melekleri gözlerinin önüne getirmesini istemişlerdi. (İsrâ 17/92)

Onlar, öteden beri görünmeyen bir tanrı yerine, kendi uydurdukları görebilecekleri, dokunabilecekleri, cisim şeklinde, hatta kendilerine benzeyen  tanrıları tercih ederler.

Bu âyet öncelikle yanlış tanrı tasavvuruna, bu bâtıl inanca bir reddir.

Ama ne yazık ki konu buradan insanın Allah’ı görüp görmeyeceği tartışmasına taşınmış, bu konuda kendilerine göre, ancak hakikatte tuhaf, tutarsız, bağlamla alakası olmayan yorumlar yapmışlar. Mesela;

Hz. Musa vahiy (Tevrat’ı) almak üzere buluşma yerine (mikat’a) gitti, orada ilâhi kelâmı duyunca kendine hâkim olamadı ve Allah’ı görmek istedi. Kendinden geçen kimse de söylediğinden sorumlu tutulmaz.

Musa ilâhi kelâmı duymanın cazibesine kapılınca, bir de ilâhi feyzin etkisiyle ve bu olağanüstü vuslatın sebep olduğu hâl yüzünden bir nevi dili kontrolden çıktı.

Musa, Tûr’a gitmeden önce kavmine “bir ihtiyacınız var mı, ben Rabbimle konuşmaya gidiyorum, O’na arzedeyim” demiş. Ancak ilâhi hitabı duyunca bunları hatırlamadı, aksine dilinden Allah’ı görme istediği döküldü.

Musa, fakr (muhtaç olma) diliyle bir istekte bulundu. Hiç olmazsa bir bakış kadar Rabbini görmek istedi. Allah âşıkı bir kimsenin bu kadarlık bir isteği mazurdur. O bir nevi ilâhi aşkının kurbanıdır. (el-Kuşeyrî, Abdulkerîm. Letâifu’l-İşârât (çev.), 2/234-237)

- Dünyada Allah’ın görülmesi (ru’yetullah) mümkün mü?

Muhaddis, müfessir, fukaha ve kelâm âlimlerinden bir grup rü'yetullah'ın (Allah’ın görülmesinin) dünyada müm­kün olamayacağı görüşündedir. Delil olarak da yukarıdaki âyeti ileri sürerler. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/459-460)

Ehl-i sünnet âlimlerine göre Allah’ın görülmesi aklen câizdir.

Ancak bazıları O’nun dünyada değil, âhirette görülebileceğini demişler.

Hz. Mûsâ, “Rabbim! Bana görün, sana bakayım” derken imkânsız olanı değil, câiz olanı istemiştir. Böyle olunca da, “Sen Beni asla göremezsin” şeklindeki ilâhî cevap, imkânsız olan bir isteği reddetme anlamı taşımayıp, Allah’ın dünyada görülemeyeceğini bildirir. (İbni Atiyye, Abdulhak. Muharriru’l-Vecîz, s: 740)

Mi’rac'da Hz. Muhammed'in (sav) Allah'ı görme konusunda Hz. Âişe’den gelen bir rivâyet şöyle: Mesrûk anlatıyor: “Aişe’ye dedim ki: “Ey anneciğim! Muhammed (as) Rabbini gördü mü?” Bu soru üzerine:

“Söylediğin sözden tüylerim ürperdi. Senin üç hatalı sözden haberin yok mu? Kim onları sana söylerse yalan söylemiş olur.

Şöyle ki: Kim sana: “Muhammed Rabbini gördü” derse yalan söylemiş olur. (Aişe (r.anhu) sözüne delil olarak) şu âyetleri okudu.

لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُۘ وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَۚ وَهُوَ اللَّط۪يفُ الْخَب۪يرُ ﴿103﴾

“Onu gözler idrak edemez, O ise gözleri idrak eder.” (En'âm 6/103)

“Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hakîmdir.”  (Şûrâ 42/51)

Devamla dedi ki: “Kim sana derse ki Muhammed yarın olacak şeyi bilir, yalan söylemiştir. Zira âyette:

وَمَا تَدْر۪ي نَفْسٌ مَاذَا تَكْسِبُ غَدًاۜ ...﴿34﴾

 “...Hiçbir nefis yarın ne kazanacağını bilemez...” (Lukman 31/34) buyrulmuştur.

Kim sana “Muhammed'in vahiyden birşey gizlediğini söylerse o da yalan söylemiştir. Çünkü âyette:

يَٓا اَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۜ وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُۜ وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ ﴿67﴾

“Ey Peygamber! Sana Rabbinden her indirileni tebliğ et. Şayet bunu yapmazsan Allah'ın risaletini tebliğ etmiş olmazsın” (Mâide 5/67) buyrulmuştur.

Lakin Resûlullah (as) Cibril'i (asli sûretinde) iki sefer görmüştür.” (Buhârî, Tefsir/Necm-1 no: 4855, Tefsir, Mâide/7 no: 4612, Bed'ü'l-Halk/6 no: 3224, 3235, Tevhid/4 no: 7380. Müslim, İman/77 (287) no: 439. Tirmizî, Tefsir/En'âm-6 no: 3068)

Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğu “Allah’ın dünyada insanlar tarafından görülmesi mümkün değildir” diye kabul etseler de, yukarıdaki âyete rağmen ehl-i sünnetten sayılan Kadı Iyad, Kadı Ebu Bekr b. et-Tayyib’ten şöyle garip bir görüş naklediyor:

“Hz. Musa, aslında Allah'ı gördü, bundan dolayı da bayılıp yere düştü. Allah’ın tecelli ettiği dağ da Allah’ı gördü ve Allah'ın kendisi için yaratmış olduğu özel bir idrâk sebebiyle parçalandı.” (Kurtûbî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1319)

Kur’an’ın açık beyanına rağmen böyle bir yorum cidde hayret vericidir. Demek ki ehl-i sünnet âlimleri arasında “Allah’ın dünyada görülmesi” konusunda fikir birliği (icma) yoktur. 

Ebû Zer (ra) Rasûlullah'a (sav) “Rabbini hiç gördün mü?” diye sorunca Hz. Peygamber (sav) “O bir nûr, onu na­sıl göreyim?” diye cevap verir. (Müslim, İman/291 no: 178. Tirmizî, Tefsir/Necm no: 3278)

Dünyada Allah’ın insanlar tarafından beden gözüyle, ya da başka bir şekilde asla görülemeyeceğini yukarıda geçen En'âm 6/103 haber veriyor.

Tevhid inancına göre gerçek böyle iken; bazıları kendilerinin veya birilerinin Allah’ı dünyada ve rüyada gördüklerini iddia ederler.

-Âhirette Allah’ın görülmesi (ru’yetullah) mümkün mü?

“Allah’ın âhirette görülebilmesi” konusu Mu‘tezile ile Sünnî âlimler arasındaki tartışma konularından biridir.

“Sünnî âlimler, bir şeyin görülebilir olmasını onun var oluş özelliğine bağladığı ve Allah’ın varlığından da şüphe edilmediği için, değişik kanunlara bağlı bulunan âhiret hayatında O’nun görülmesinin aklen mümkün olduğunu, nasların ise bunu açıkça ifade ettiğini kabul etmişlerdir.” (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/459-460)

Mu‘tezile kelâmcıları ve onların etkisinde kalan bazıları ise âhiret âleminin de dünya kanunlarına bağlı olacağını ileri sürerek;

“Onu gözler idrak edemez, O ise gözleri idrak eder” (En'âm 6/103)

ve “len terânî-Sen Beni asla göremezsin...” (A’raf 7/143) âyetlerine dayanarak Allah’ın dünyada da âhirette de görülemiyeceği fikrini savundular.

Onlar daha başka aklî ve naklî deliller yanında, özellikle bu âyete dayanarak Ehl-i sünnet’in düşündüğünün aksine, Allah’ın, dünyada olduğu gibi âhirette de görülemeyeceğini ileri sürerler. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/355)

İbni Abbas kendisine Allah’ın görülmesi konusunu sorup bu âyeti okuyan kimseye; “Göğü görüyor musun?” diye sordu. Adam; “evet görüyorum” dedi. İbni Abbas; “peki onu idrak edebiliyor musun?” diye sordu. Adam; “hayır” deyince İbni Abbes; “Allah (cc) idrak edilememe açısından en büyük ve en yücedir” dedi. (İbni Hişâm, es-Siyratü’n-Nebeviyye, 2/268)

Biri grup âlim de orta yolu benimsemişlerdir. Onlar aşağıda gelecek hadisleri ve şu âyeti delil olarak alırlar.

وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌۙ ﴿22﴾ اِلٰى رَبِّهَا نَاظِرَةٌۚ ﴿23﴾

“Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar. Rabbine bakar.” (Kıyâmet 75/22-23)

Cennetliklerin Rabbine bakmasını (nazar etmelerini) nasıl anlamak gerekir?

Oradaki bakmak dünyadaki bakmak gibi midir?

Bazı Ehl-i sünnet âlimleri bu âyetteki ‘bakış’ı görme manasında anlayarak, âhirette Allah’ın görüleceği fikrine sahip olmuşlardır.

Bu dünyada sahip olduğumuz göz O’nu göremez.  Ama âhirette ilâhî bir lütuf olarak perdeler kalkar, Lâtif olanı görebilecek lâtif gözler yaratılır. Âhiretin her hali kendine mahsustur.

Mu’tezilî âlimlere göre ise buradakı ‘bakış’ Rabbin nimetini baklemeyi ifade eder. Bu tıpkı birinin, ‘falancanın bana ne yapacağına bakıyorum’ demesi gibidir.

Sünnî âlimler, inkârcıların âhirette “rablerinden mahrum kalacaklarını (perdelenmiş olacaklarını)” (Mutaffifîn 83/15) âyetini de bu iddialarına delil gösterirler.

Zira “mahrum olma (perdelenme)” ifadesi sadece inkârcılar için kullanıldığına göre bu müminler için geçerli değildir.

Fakat bu görmenin keyfiyetini bilmiyoruz. Bu âhiretteki duruma ve şartlara göre olacaktır.

Ru’yetullah üzerinde selefin ve onlara tabi olanların görüşleri şöyle özetlenebilir: “Allah’ı ru’yet (görme) keyfiyetsiz (nasıllığı olmayan) bir ru’yettir. Ancak söz birliği yok.

-Hadislerde ru’yetullah

Bu konuda bazı hadis rivâyetleri var.

Cerîr İbnu Abdillah (ra) anlatıyor:

"Rasûlullah (sav) bir dolunay gecesi Ay’a baktı ve: “Siz şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O'nu görmede bir sıkışıklığa düşmeyeceksiniz (herkes rahatça görecek). Artık, güneşin doğma ve batmasından önce hiç bir namaz hususunda size galebe çalınmamasına gücünüz yeterse bunu yapın (namazları vaktinde kılın, vaktini geçirmeyin).”

Cerir der ki: "Resûlullah, sonra şu âyeti okudu:

وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَاۚ

“Rabbini güneşin doğmasından ve batmasından önce hamd ile tesbih et.” (Tâhâ  20/130) (Buhârî, Mevâkitu's-Salât/26 no: 573, Tefsir/Kâf 50/2 no: 4851, Tevhid/24 no: 7434. Müslim, Mesâcid/37 (211) no: 1434. Ebu Dâvud, Sünnet/20 no: 4729. Tirmizî, Cennet/16 no: 2554. Ahmed b. Hanbel 3/16, 4/11, 12)

Cerir b. Abdullah (ra) Rasûlüllah’ın şöyle dediğini nakletti: “Şüphesiz siz Rabbinizi açıkça göreceksiniz.” (Buhârî, Tevhid/7435, Mevâkıb/16 no: 554)

Süheyb (ra) anlatıyor: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Cennetlikler cennete girince Allah (cc) onlara;

“Bir şey daha istiyorsanız söyleyin, onu da ilaveten vereyim” sorar. Cennetlikler:

“Sen bizim yüzlerimizi ak etmedin mi? Sen bizi cennete koymadın mı? Sen bizi cehennemden kurtarmadın mı (daha ne isteyeceğiz?)” derler. Derken perde açılır. Onlara, yüce Rablerine bakmaktan daha sevimli bir şey verilmemiştir.”

Süheyb der ki: “Rasûlullah bu sözlerinden sonra şu âyeti okudu.

لِلَّذ۪ينَ اَحْسَنُوا الْحُسْنٰى وَزِيَادَةٌۜ وَلَا يَرْهَقُ وُجُوهَهُمْ قَتَرٌ وَلَا ذِلَّةٌۜ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ ﴿26﴾

Salih amel işleyenlere (iyi/hayırlı işler yapanlara) daha güzel iyilik bir de ziyâde vardır...” (Yûnus, 10/26). (Müslim, İman/80(297) no 449-450. Tirmizî, S. Cennet/16 no: 2555)

Ebu Sâlih babasından, o da Ebu Hureyre’nin anlattığına göre bazıları Peygamber’e;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Kıyâmet günü Rabbimizi görebilecek miyiz?” diye sordular. Rasûlullah (sav):

“–Bulutsuz bir günde, öğle vaktinde güneşi görebilmek için hiç zorluk yaşıyor musunuz?” diye sordu. Sahabeler:

“–Hayır!” deyince:

“–Bulutsuz bir gecede ayı görebilmek için hiç zorluk çekiyor musunuz?” diye tekrar sordu. Onlar yine:

“–Hayır yâ Rasûlallah!” deyince şöyle buyurdu:

“–Nefsim kudret elinde olan Zât’a yemin olsun ki, Rabbinizi görme konusunda da hiç bir zorluk yaşamayacaksınız.

Böylece kul, Rabbiyle karşı karşıya gelecek. Allâh (cc);

“–Ey filân! Ben sana ikrâm etmedim mi? Seni efendi yapmadım mı? Sana zevce vermedim mi? Atı, deveyi sanin hizmetine vermedim mi? Kul:

“–Evet ey Rabbim” der. Allah (cc):

“–Peki Ben’imle karşılaşacağını hiç düşünmedin mi?” buyurur. Kul bu soruya:

“–Hayır yâ Rabbi” karşılığını verir. Allah da:

“–Öyleyse şimdi de Ben seni unutuyorum. Tıpkı (dünyâda) senin Ben’i unuttuğun gibi” buyurur.

Sonra ikinci kul Allâh’ın karşısına çıkar. Allah (cc) ona da aynı şeyleri söyler. Sonra üçüncüye de aynısını söyler. O kul:

 “–Ey Rabbim, Sana, kitaplarına ve peygamberlerine inandım. Namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim” der ve elinden geldiğince Allah hakkında güzel övgülerde bulunur. Allah (cc):

–Dur öyleyse! Şimdi senin aleyhine bir şâhit gönderilecek” der. Kul kendi kendine:

–Benim aleyhime şâhitlik yapacak da kim?” diye düşünür. Kulun ağzı mühürlenir. Uyluğuna, etine ve kemiklerine: “Haydi konuşun” denir. Uyluğu, eti ve kemikleri konuşup, onun yaptığı her şeyi anlatır. Bu, ona, ileri sürebileceği bir özür bırakmamak içindir.

Bu kimse, Allâh’ın gazabına uğrayan münâfıktır.” (Müslim Zühd/16 no: 7438. Uzun bir benzeri: Buhârî, Tevhid/24 no: 7437, 7439, Rikâk/52 no: 6573)  

Atâ b. Zeyd el-Leysî’nin Ebu Hureyre’den naklettiği uzun bir hadisin baş tarafı şöyle:

“İnsanlar Peygamber’e; “Ey Allahın Elçisi, Kıyâmet günü Rabbimizi görebilecek miyiz?” diye sordular. Peygamber; “-Siz bulutsuz bir gecede dolunayı görmekten şüphe eder misiniz?” dedi. Onlar; “Hayır ey Allah’ın Rasûlü” dediler. Peygamber; “Bulutsuz bir günde Güneşi görmekten şüphe eder misiniz?” diye tekrar sordu. Orada olanlar; “Hayır” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Peygamber şöyle dedi:

“Şunu bilin ki siz Rabbinizi göreceksiniz...” (Buhârî, Rikâk/52 no: 6573, Ezan/129 no: 806, Tevhid/24 no: 7437. Müslim İman/81(299) no: 451. Tirmizî, Cennet/30 no: 2560)

Bunun bir benzerini Buhârî ve Müslim Ata b. Yesar kanalıyla Ebu Said el-Hudri’den rivâyet ediyorlar. (Buhârî, Tevhid/24  no: 7439. Müslim, İman/81(302) no: 454)

Adiyy b. Hatem Rasûlüllah’ın şöyle dediğini nakletti: “Sizden, Rabbinizin arada tercüman olmaksızın ve onu perdeleyecek bir şey olmaksızın sizinle konuşmadığı kimse olmayacak.” (Buhârî, Tevhid/24 no: 7443. Daha uzun bir benzeri: Buhârî, Zekât/9 no: 1413)

Abdullah b. Kays babasından şöyle rivâyet etti. Rasûlüllah buyurdu ki: Gümüşten iki cennet vardır. Kapları ve içinde bulunan diğer şeyleri de gümüştendir. Altından iki cennet vardır, kapları ve içlerinde bulunan diğer eşyaları da hep altındandır. Adn cennetinde, cennetliklerle Rablerini görmeleri arasında Allah'ın veçhindeki ridâu'l-kibriyadan (büyüklük perdesinden) başka bir şey yoktur." (Buhârî, Tevhid/24 no: 7444, Tefsir 55/1 no: 4878, 4880. Müslim, İman/80(296) no: 448. Bir benzeri: Tirmizî, Cennet/3 no:2528)

 

-Lütfun zirvesi

Kıyamet 22-23. âyeti mü’minlerin âhiretteki durumunu anlatmaktadır. Bazı yüzlerin sevinçten parıl parıl bir şekilde Rablerine bakacaklarını söylüyor. Bu parlaklığın ve sevincin Rabbin Yüce Cemâline bakmaktan ileri geldiği söylenebilir.

Şüphesiz beşer Allah’ın zâtının haki­kâtini idrakten âcizdir. Ancak Mü'minlerin âhirette Allah'ı bir­birlerine engel olmaksızın görmeleri, Allah'ın bir lutfu olarak (çoğunluğun görüşüne göre) vukua gelmesi mümkündür.

Cenneti hak eden mü’minlere namütenâhi, gözlerin görmediği, akılların almadığı nimetler verildiği gibi, Rabbe bakma, nazar etme, Yüce Cemâli seyretme en büyük lütuf olarak verilebilir.

-Ru’yetullah neyi ifade ediyor

Kulların âhirette Rabblerini görme meselesi pek çok âlime göre haktır. O’nu görmek cennette beşerin yüceleceği en yüce, en mükemmel âhiret nimetidir. 

Onlar, korkarak ve ümid ederek Rablerine ibadet etmek için yataklarından kalkarlar. Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de Allah için harcarlar.

Hiç kimse, yapmakta olduklarına karşılık olarak, onlar için saklanan göz aydınlıklarını bilemez.” (Secde 32/16-17)

Bu müjdeyi bir hadiste de görüyoruz: “Ben, sâlih kullarıma hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir insanın aklına gelmeyecek şeyler hazırladım...” (Buhârî, Tevhid/35  no: 7498, B. Halk/8 2344, Tefsir/32 no: 4780. Müslim Cennet/3-5 no: 7132-7134. Tirmizî, Tefsir/56 no: 3292. İbni Mâce, Zühd/39 no: 4328. Darimî, Rikak/98, 105. Bir benzeri: Müslim, İman/312

Artık âhirette ru’yetullah olacak mı, olmayacak mı diye tartışmanın faydası yoktur.

Âhiretin hallerini bütünüyle bilmediğimiz için Kur’an’ın ve Peygamberin dediği kadarıyla yetinelim. Elimizden geldiği kadar kulluk görevlerini yerine getirelim. İlâhi ödülleri hak etmeye çaba gösterelim. Âhiret hayatına hazırlık yapalım.

Buna karşın Allah’ın bize hangi ödülü vereceğine karışmayalım. O dilediğine dilediği kadar lütfeder.

Bu mükâfatlardan biri neden Allah’ın cemâline bakmak olmasın?

Ve şöyle dua edelim:

“Yarabbi, yüreklerimizi muhabbetinle doyur. Ya Rabbi, bize cennet ve cemâlini nasip eyle”