Doğrudur. Ancak Said Nursî’nin öğrencileri/bağlıları böyle demiyorlar. Başka bir şey diyorlar. Said Nursînin geçmişin ve geleceğin bilgisine vâris olduğunu, yani bu bilgilere sahip olduğunu (!) ileri sürüyorlar.

Said Nursî’nin talebeleri Risâle-i Nûr Nedir, Bediuzzaman Kimdir başlığında diyorlar ki (matbabaa veya hattat hatası yoksa, aynen böyle);

“her asrın başında geleceği müjdelenen dinin hizmetçileri Hz. Muhammed’e tabi olurlar, dinî emirleri ikâmeye, dine yapılan saldırıları red etmeye çalışırlar. Bunu da kendi zamanlarının anlayışı ve ikna usûlleriyle yaparlar. Onlar Peygamber’e hakkıyla uydukları için halk için örnek olurlar.“

Buraya kadar bir sıkıntı yok. Ama dikkat buyurun, sonrasında ne deniyor?

“Ancak onların bu alanda yazdıkları eserler kendi görüşleri, zekâlarının ürünü değil; vahiyden kaynaklanan risâletin (peygamberliğin) manevi ilham ve telkinlerdir. Said Nursî’nin kitapları da böyledir. Bu seçkin kişiler bu kutsal eserlerin sadece tercümanıdır. Bu mukaddes (kutsal) kişiler o anlamın aynası durumundadırlar.”  

Yani Said Nursî’nin eserleri kendi görüşüne, bilgisine değil, Peygamberden aldığı ilhama dayanır. Risâletten yansıyan anlamın aynası olan bu seçkin ve kutsal (!) kişilere o da dahildir.

Dahası var; bakınız Risâle-i Nûr nasıl bir kitapmış?

“Risâle-i Nûr’a gelince; hiç bir eserin ulaşamadığı kadar Kur’an’ın feyizlerine vâristir. Evliyânın eserlerini değil, Muhammedî nûru taşırlar. Zira Peygamber’in bu eserlerde evliyânın eserlerine olandan daha çok tasarrufu vardır. Bu eserleri yazan kişi onun tercümanıdır ve onun kemâli bu açıdan çok yücedir.”

Güya hiç bir kitap onun eserleri kadar Kur’an’ın feyizlerine mirasçı olmamış, zira onlar sıradan bir velinin kitabı değil, Muhammedî nûru taşırlarmış (!)

İddiaya göre; Peygamber (sav), yani 632. yılında vefat etmesine rağmen kabrinde iken veya kabrinden kalkıp/dirilip Risâle-i Nûr’a, velilerin kitaplarından daha çok tasarruf etti.

Herhalde, Peygamber S. Nursî’ye yazdırdı veya yazdıklarını control etti demek istiyorlar. (Hâşâ billah)

Bu rahmetli bağlılar daha da ileri gidip şunu da iddia ediyorlar:

“Evet, o zâta hâli sabâvette iken ve hiç tahsil yapmadan zevâhiri kurtarma üzere üç aylık tahsil müddeti içinde, ulûm-u evvelîn ve âhirîne ve ledünniyet ve hakâik-i eşyâya ve esrâr-ı kâinata ve hikmet-i ilâhiyyeye vâris kılınmıştır ki;”

İnanılmaz diyebilirsiniz, ama iddia bu:  

Yani Said Nursî daha küçük yaşta iken aslında hiç okumadı (okumasına gerek yoktu). Ama görüntüyü kurtarmak için (toplum sırrına vakıf olmasın diye) fazla değil, üç aylık göstermelik tahsille geçmişin ve geleceğin bilgisine, ledün ilmine (Allah’ın vereceği bilgilere), eşyanın hakikatine, evrenini sırlarına, ilâhi hikmetlere mirasçı kılındı (!)

Geçmişin ve geleceğin ilmine vâris olmak (!) (Lâ havle velâ kuvvete illâ billah) Allah’ın Rasûlü bile, hiç bir sahabesi bile böyle bir korkunç iddiada bulunmadı.

Hatta haddini bilen hiç kul, böyle lâflar etmez.

Biz biliyoruz ki geçmişin ve geleceğin bilgisi sadece ve sadece el-Alîm, el-Âlim ve el-Lâtif olan, her şeyi bilen Allah katındadır. Allah (st) da bu ilahlığına kimseyi ortak etmez.

Ledün ilmi denilen şey tümüyle spekülatif, tartışmaya açık, isbatı mümkün olmayan iddialardır.

Bunun Said Nursî’ye veya falancaya verildiğinini isbatı ne? Kimin elinde buna dair ilâhi belge var?

Evrenin sırlarına, yaratılmışların hakikatine ulaşmak... Ne büyük iddia... Bu da asla isbat edilemeyecek bir hayâldir. Üstelik Rabbimiz âlemlere rahmet olarak gönderilen Elçisine bile böyle bir söz vermemişken... 20. Yüzyılda yaşamış bir fâniye neden versin?

Bu fâniye (Said Nursî’ye) yoksa vahiy mi geliyordu?

Devam ediyor nûr talebeleri üstadlarını olağanüstüleştirmeye:

“şimdiye kadar böyle mazhâriyat-ı ulyâya kimse nâil olmamıştır. Bu hârika-i ilmiyyenin eşi asla mesbûk değildir. Hiç şüphe edilemez ki, tercümân-ı Nûr, bu hâliyle baştan başa iffet-i mücesseme ve şecaât-ı hârika ve istiğnâ-yı mutlak teşkil eden hârikulâde metânet-i ahlâkıyyesi ile bizzat bir mucize-i fıtrattır, tecessüm etmiş bir inâyettir ve bir mevhibe-i mutlakadır.”

Diyorlar ki; bu yüce ilâhi lütfa ondan önce hiç kimse nail olmadı, peygamberler bile, Muhammed Mustafa (sav) bile…

Bu, nûrun tercümanı baştanbaşa cisimleşmiş iffet, harika bir kahramanlık, kesin bir yoğunlaşmayı meydana getiren sağlam ahlâkı ile  fıtrat (yaratılış) mucizesi, şekle dönüşmüş inâyet ve bir ilâhi vergidir.” Bu denilenler o kadar gerçekmiş, bunları inkar etmek mümkün değilmiş (!) Allah korusun)

Bir de bu dediklerini kabul etmek gerektiğini, inkârının mümkün olmadığını ileri sürüyorlar.

--Bir insan âlim kabul edilebilir, eserleri beğenilip okunabilir. Ama bu kadar abartı, bu korkunç iddialar,

bir fâni kişiyi bu kadar olağanüstüleştirmek,Allah’a ait ezelin ve ebedin bilgisine mirasçı yapmak,

yazdıklarının kendisine ait olmadığını, Peygamberin tasarrufuyla, vahye benzeyen ilham veya telkinle yazıldığını,

Said Nursî’nin ve Risâle-i Nûr’un bir eşi ve benzerinin tarihten beri olmadığını iddia etmek de neyin nesi?

--Risâle-i Nûr’u ve Said Nursî’ye övgüler bu şekilde devam edip gidiyor. (Bakınız: Nursî, S. Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, Envâr Neş. İstanbul 1994, s: 263-265)

--Hafazanallah-Rabbim bizi bu aşırılıklardan muhafaza eylesin…

 

Hüseyin K. Ece

20.09.2021

Zaandam