1999 Nisan ayının sonunda Almanya’da faaliyet gösteren İnsan Onuru ve Hakları Derneği (HDR) adına genel başkan sayın Recep Karagöz ile beraber Kosova dramını yakından görmek, oradaki insan hakları ihlâllerini incelemek ve mültecilerin durumlarını yakından gözlemlemek üzere Makadonya’nın başkenti Üsküb’e gittik.

O sıralarda Nato bombardımanı devam ettiği için Kosova’ya girmek mümkün değildi.

Bu gezi sonunda HDR adına hazırladığımız Kosova Raporu çeşitli gazete ve dergilerde yayınlandı. 

Gezdiğimiz kamplarda gördüklerimiz, mültecilerin anlattıkları, başlarına gelenler; tam bir insanlık faciası ile karşı karşıya olduğumuzu ve onlara bu muameleyi yapanların ne denli kara vicdanlı olduklarını gösteriyordu.

Binlerce çadırda, onbinlerce insan; umutsuz bir şekilde bekliyorlardı. Ne eşyaları vardı, ne de meşgul olabilecekleri bir uğraşıları. Geceleri ışığı olmayan çadırlarda, bazen on, bazen oniki, bazen de kırk kişi (Fransızların kurduğu büyük çadırlarda bir kaç aile birarada kalıyorlardı. Bunların sayısı da bazen kırkı buluyordu.) yarın ne olacağını bilmeden yaşama mücadelesi veriyorlardı. Gazete yok, dergi yok, televizyon yoktu. Etraflarında ne olup bittiğini bilmiyorlardı. Kamp görevlilerinin dağıttığı basit yiyeceklere muhtaçtılar. O da çoğu zaman yeterli değildi. Kampların bir kısmında banyo imkanı olmadığı gibi, yeterli tuvelet te yoktu.

Bir anne ‘bugün çocuklara yalnızca soğan ve ekmek verebildim’ derken oradaki durumu adeta özetliyordu.

Mültecilerin anlattıkları ise dayanılır gibi değildi. Sırpların baskısı ve ayrımcılığı yıllar önce başlamış ve devam ediyordu. Son yıllarda ise daha artmıştı. Nato bombardımanı başladıktan sonra ise durum Kosovalılar için tam bir faciaya dönüştü. Sırp askerler, milisler ve halktan bazıları sistemli bir şekilde Kosovalıları yok etmeye ya da tehcire zorladılar. Kimilerinin malına, kimilerinin canına kasdettiler. Evlere zorla girdiler, ne var ne yoksa yağmaladıktan sonra, defolup gidin dediler. Gitmeyenleri ölümle korkuttular. Direnenleri acımasızca öldürdüler.

Mültecilerin anlattıklarına göre, kendi komşuları, yani onları tanıyan Sırplar, akerlere veya milislere kimde para olduğunu, kimin neye sahip olduğunu ihbar ediyorlardı. Onlar da (bazen maskeli olarak) köylerde ve kasabalarda Kosovalılara, kıymetli eşyalarını vermelerini söylüyorlardı. İstenenleri verenleri, Kosovadan gitmek üzere serbest bırakıyorlardı. Malını ve paralarını vermek istemeyenlere baskı yapılıyordu veya öldürülüyordu. 

Kimileri Sırplar tarafından temin edilen araçlarla, kimileri kendi arabalarıyla veya traktörlerle, kimileri trenlerle Kosovanın dışına sürüldüler. Pek çok aile köylerinden veya kasabalarından ayrılırken evlerinin yağmalandığını, ateşe verildiğini gözleriyle, gözyaşları arasında şahit oldular.

Kimileri daha sonradan, aynı yerden gelenlerden evlerinin başına gelenleri dinlediler.

Kimileri çocuklarını, kimileri aile fertlerini kaybettiler. Nerede olduklarını, sağ olup olmadıklarını bilmiyorlardı. Bir aile, akrabalarından bir kıza sırpların açıktan tecavüz ettiğini hüzünle anlattı.

Anlatılanlara bakılırsa Sırplar o günlerde Kosova’da tam bir tedhiş harekâtı uygulamışlar. İnsanları müthiş bir korkuya uğratmak, onların yüreklerine dehşet salmak, onları paniğe düşürüp Kosova’dan çıkmalarını sağlamak istemişler.

Mesela bir ailenin anlattığına göre bir grup asker bir derenin kenarına kurulu olan köylerinin yukarı kısmına gelmişler ve hiç haber vermeden köyü yaylım ateşine tutmuşlar. Köyü bir müddet taradıktan sonra höperlörle, ‘köyü şu kadar zaman içerisinde terkedin, yoksa hepinizi öldüreceğiz’ demişler. Tabii ki insanlar büyük bir korku ve telaşla, yanlarına ne alabilmişlerse, ya da hangi vasıtayı bulabilmişlerse; onunla çoluk çocuklarını ve canlarını kurtarmaya çalışmışlar. Köyden kaçarken de açılan yaylım ateşi sebebiyle ölen komşularını, hayvanları, hatta tavukları, tahrip olan evlerini hüzünle seyrederek. 

Kendileri gittikten sonra evlerinin başına neler geldiğini, Sırplar Kosova’dan çıktıktan sonra tesbit edilenleri televizyon ekranlarından seyrediyoruz ve o vahşet karşısında dudaklarımız gayri ihtiyari uçukluyor. Bu dehşet içinde yola koyulan mültecilerin yolda önleri başka askerler tarafından kesilecek, üzerlerinde kalan son değerli eşyaları tekrar yağmalacak, böylece onlar perişan bir şekilde,  canlarını Mekadonya’da veya Arnavutluk’taki çadırlara zor atacaklardı.

Kimileri de kendilerini sağ salim Mekadonya’ya ulaştırma şartıyla Sırplara büyük rüşvetler vermek zorunda kalmışlar. Bazılarının arabalarına, bu verilen rüşvetlere rağmen sınırda el konulmuş, yaya bir şekilde sınırın ötesine kovulmuşlar. Bir aile şöyle anlatıyordu:

"Biz köyümüzde yaklaşık dörtyüz nüfustuk. Sırp askerler her şeyimiz. aldıktan sonra bizi kırk kadar traktöre doldurdular. Mekadonya sınırına gelince hepimiz traktörlerden indirdiler ve yaya olarak gitmemizi söylediler. Arkada kalan traktörlerin hepsine de el koydular."

Mültecilerin anlattıkları hüzünlü ve yürek parçalayan olaylar elbette bu kadar değildi. Bir çadırda hasta ve yürüyemeyecek durumda bir nine vardı. Torununun anlattıklarını hazin bakışlarla dinliyor ve için için ağlıyordu. Bu durumu gören Recep kardeşim, ‘Hocam, artık benim soru sormaya bile tahammülüm kalmadı, siz ropörtaja devam edin. Ben dayanamayacak bir hale geldim’ dedi.

Bu gezi sırasında bazı kardeşlerin mültecilere ulaştırılmak üzere bize emanet ettiği bir miktar parayı da dağıtmaya çalıştık. Uğradığımız yerlerde, ‘biz yardım kuruluşu değiliz, ama kardeşlerimizin size ulaştırılmak üzere emanetidir. Az da olsa size bir katkı sağlayabilir. Lütfen kabul edin.’ dediğimiz de, hiç bir şeyleri kalmamış, bir çadırda kamp görevlilerinin vereceği öğünle karnını doyurmak zorunda kalan bu insanlar, o yardımları kabul etmek istemediler. İhtiyaçlarının olmadığını söylediler.

Hayatı boyunca kimseye muhtaç olmamış, kimseden bir şey almamış bu insanların, böyle bir yardımı kabul et

emeleri kolay değildir. Ben bu onurlu tavır karşısında takdir duygularımı dile getirmek zorundayım. Bütün bu imkansızlıklar içerisinde bize, yani çadırdan evine uğrayan misafirlerine çay ikram etmek iseteyen o misafirperver aile reisini, anne-babasını kaybettiği için bir yakınlarının çadırında kalan o masum ve anlamlı bakışlı küçük kız çocuğunu, Mekadonya sınırında genç kızından ayrılmak zorunda kalan ve hâlâ ondan bir haber alamayan babayı unutmak mümkün mü?

Kosova dramı zülmün o berbat yüzünü, zalimin kanlı pençesinin çirkinliğini ve ortaya koyduğu vahşeti bir kez daha katırlattı. Onurlu kimselerin, insana ve onun haklarına değer verenlerin bu olaylar karşısında duyarsız kalması, hislenmemesi, ya da zalime karşı tavır almaması mümkün mü?

Birisi çıkıp Sırplara yüksek bir sesle sormalı:

Bu insanların suçu neydi?

Hangi cinayeti, hangi ağır suçu işlemişlerdi?

Bu sorunun cevabı; bugüne kadar zalimler hangi gerekçelerle mazlumlara zulmetmişlerse, onların da suçu oydu.

Biliyoruz ki zulmün mantığı ve dayandığı bir temel yoktur. Zalimler çoğu zaman suçlarını kabul etmezler, işledikleri cinayetleri sonuna kadar savunurlar.

Kosova Nato’nun iki aydan fazla süren bombardımanından sonra Sırp askerlerinden ve polis güçlerinin pençesinden kurtulmuş gözüküyor. Bunun ne kadar kurtulmak anlamı taşıdığını, güçlü ülkelerin sömürü tarihini takip edenler bilirler. Başta ABD olmak üzere Nato ülkeleri hangi çıkarı elde etmek için Sırplara karşı savaştılar?

Burası şimdilik belli değil. Ancak ABDli bir savaş uzmanının açıklamasına göre, bu işe karışan silah üreticisi ülkeler harcadıkları paranın en az bir mislini geri kazanacaklar.

Bu gerçek böyle. Ama buna karşın yukarıda çok az bir kısmını anlatmaya çalıştığımız facia nasıl önlenecekti?

Kosovalılara kim yardım edecekti?

Onları bu çağdaş gözü dönmüş kasapların elinden ve baskısından kim kurtaracaktı?

Yerlerinden yurtlarından edilen bir milyon  insan, evlerine nasıl dönecekti? Nato harekâtı, bütün olumsuzluklarına rağmen o insanlar için, şimdilik bir nefes alma sayılmalıdır.

Bundan sonrası onların kendi kimliklerine dönmelerine ve her açıdan güçlü olmalarına bağlı olarak şekillenecektir.

                                                         

Hüseyin K. Ece.

   

26/6/1999 Zaandam-Hollanda