(Bir önceki sayıda Bulgaristan sınırına kadar gelmiştik. Şimdi kaldığımız yerden devam ediyoruz.)

Buraya yaklaşırken benzincilerde ne kadar kazık yediğinizi hesap edemiyorsunuz. Cebinizde euro var ya, geçtiğiniz ülkelerin paralarını almayı gerek görmüyorsunuz. Nasıl olsa euro her yerde geçerli diyorsunuz. Ama benzinci nasıl hesap edip alıyor, bilmiyorsunuz. Söyleneni veriyorsunuz ve yolunuza devam ediyorsunuz.

 

Sizin için yola devam etmek önemli. Oyalanmaya gelmez. Daha önünüzde gitmeniz gereken çok yol var. Aşmanız gereken dağlar, geçmenzi gereken köprüler, tırmanmanız gereken geçitler var. Hele bir de Anadolu’nun iç kesimlerinde, doğusunda ise gideceğiniz köy, kasaba vaya şehir...

Git babam git, amma da bitmez yollar. Aklınıza Faruk Nafiz Çamlıbel’in bir şiiri gelir:

“Bana bir gün yolunun sonu budur denmedi

Ben ömrümü harcadım bu yollar tükenmedi”

Sahi bu şiiri ilk defa ne zaman duymuştunuz. Belki de Türkiye’de bir komyonun arka kapağında? Yoksa şoför mahallinin tam üzerinde, kasanın tam alnında?

Her ne ise, aklınıza şiirin anlattığı bitmez yollar gelince ürperirsiniz. Eyvah, ya öyle ise. Ya bu yollar hiç bitmeyecekse... Avrupa-Türkiye arası uzun yollar... Bitmeyen, bitmeyecek gibi görünen yollar... Her yıl yeniden tekrarlanan, yeniden yaşanan yolculuklar, yeniden yollara koyulmalar...

Ne ardı arkası kesiliyor, ne de bitiyor.

Ya bu yollar bitmezse... Ya bu yolculuk üç gün daha sürerse... Ya üç gün  on saat daha yollarda kalırsam diye aklınıza gelir. Yorgunsunuz, uykusuzsunuz, tek kelime ile bitkinsiniz. Dayanmaya çalışırsınız, ama içinizden bir ses: ‘Yoruldun be’, der.

Yorulduğunuzu, bıktığınızı, takatinizin sonuna geldiğini çocuklara hissettirmemeye çalışırsınız. Hatta onlara moral verirsiniz. Dayanın çocuklar az kaldı. Aha Bulgaristan sınırındayız. Buradan Türkiye’ye ne kaldı? Bir kaç yüz kilometre. Ondan sonra Türkiye... Sonra da ver elini bizim diyar. Biraz sonra bizi bekleyenlere kavuşacağız. Dayanın az kaldı. Sıkın biraz daha dişinizi. Buraya kadar geldiniz, biraz da sabır, dersiniz.

Öyle de ya arabada küçük çocuk varsa, ya küçüklerden birisi çok hareketli ise... İşte o zaman bunalma da göreyim seni. Dayan da göreyim seni. 

Bulgaristan gümrüğüne gelince gördüğün kuyruk seni ürkütür. Güya bir hızlı gelmeye çalıştın ki, gümrükten kısa zamandan kurtulasın. Hayret bu kadar araba ne zaman geldi buraya? Diye aklınızdan geçer.  

Ama çareniz yoktur, mecburen bir kuyruğa girersiniz. Sıranız gelecek, bir kaç kapıdan geçeceksiniz. Bir kaç defa kontrol edileceksiniz. Pasaportunuza bir kaç kişi bakacak. Ve illa da ‘komşi, bir çorba parası’na muhatab olacaksınız. Bütün bunlara hazırsınız.

Kuyruk oldukça yavaş ilerler. Kimi arabasından inmiş, aracını itekleyerek sıraya yanaştırır. Kimi arabasının bütün camlarını indirir. Kimi kenarda oturur, sırasını bekler. Kimi de herkese veryansın eder. “Bunun zulüm olduğunu, bir çözüm bulunmadığını” söyler. Kimi “yok yahu, bizim sahibimiz yok. Bize kimse sahip çıkmıyor” der. Kimi Bulgaristan yetkililerini suçlar. Kimi bütün bunların kasdi, yani sırf eziyet olsun diye yapıldığını ileri sürer, kimisi de “kardeşim biz bunu hak ediyoruz” der bilgiç bilgiç. 

Sonunda ilk gişede sıra sana gelir. Bir ödeme yaparsınız, paranın bozuk olan üstü genelde gişeden geri gelmez. Oradaki gülerek bozuk eurolara el koyar. Bazen bunun kimse farkına varmaz. Herkesten bir euro, iki euro... Ooo akşama kadar iyi para eder. Zira buradan yaz günleri binlerce araç geçiyor.

İkinci gişede pasaport kontrolü gerçekleşir. Üçüncü sıradaki görevli  arabayı güya kontrol eder. İşte orada “Komşi bir çorba parası” gündeme gelir. Siz de “komşu, çorba parası yok ama, çorbanın kendisi var, ister misin? O da olabilir” deyince iki hazır çorba paketini uzatırsın. O da utanmadan alır.

Bu saatten sonra şaşkınlıktan mı, acaipliktan mi, gülmeye başlarsınız. Çorba reklâmı aklınıza gelir ve reklâmı fiilen uyguladığınıza hayret edersiniz.

“Bir çorba parası.” Ha bu lâf size bir yerlerden tanıdık gelir. Aynı dili konuştuğunuz ülkedeki şapkalı görevliler de bunu size bir kaç defa demişlerdi.

Önceki yıllarda izine geldiğinizde. Bir şeyi bahane ederek, birilerinin çorba parası istediğini çok iyi hatırlarsınız. Aynı hikâyeyi diğer arkadaşlarınızdan defalarca duymuştunuz. Sadece sizden değil, pek çoklarından çorba parası istendiğini, ya da başka bir karşılık beklendiğini duymuştunuz.

Hepsi aklınıza gelir, acı acı gülümsersiniz. Şu insanoğlu, ne aç gözlü. Ne az kanaatkâr. Niçin hakkına razı olmaz? Niçin hak etmediğini almaktan, yemekten, cebine indirmekten utanmaz? Niçin başkasının hakkını gasbederken vicdanı sızlamaz? gibi sorularla kafanız meşgul olurken, son kontrol noktasına gelirsiniz. Otaban parasını verdikten sonra oh çekersiniz. Nihayet Bulgaristan’dan çıkış fiilen gerçekleşmiş olur.

Dört mü, beş mi kontrol oldu?

(Öyleyse bu dönüşte Bulgaristan’a giriş yaparken gerçekleşecek olan  yedi kontrole göre daha hafif.)

Sıra geldi öküzün büyüğüne derler ya, sıra geldi Türkiye’ye giriş yapmaya. İlk kontrol kolay olur. Gişedeki görevli pasaportunuzu kotrol eder ve yakanızı erken bırakır.

Bundan sonra bakarsınız ki asıl giriş ksımında her gişenin önü araba yığılı sıra sıra. Burada bir kuyruğa girersiniz ve yavaş yavaş ilerlersiniz. Tam sıra size gelecekken, görevli memur çantasını alır ve gider. Yerine de uzun zaman kimse gelmez.

Kimileri nöbet değişimi saati bu saat, normal der. Bir diğeri: “İyi de kardeşim bir sonraki gelmeden diğeri nasıl bırakıp gider. Burada bekleyen araçları görmüyorlar mı?” Bir diğeri memur kafasından, bir başkası ülkemizdeki işlerin böyle olduğundan, bir başkası onun için geri kaldığımızdan, bir öteki siyasetten bahsederler.

Siz ister istemez sabreder, insaflı bir görevlinin yerine gelmesini, işinizi yapmasını beklersiniz. Kimileri o bölgenin yöneticilerini aramaya gider. Bu rezaleti görmesini, vatandaşların şikayetini dinlemesini anlatmak ister.

Aradan ne kadar zaman geçer, nihayet birisi gelir ve işlemleri yapmaya başlar. Sonunda oradan da kurtulursunuz. Son bir defa daha kontrolden geçersiniz ve böylece ülkenize adım atarsınız.

Aklınıza bir kaç sene önce İpsala gümrüğünde oniki saat beklediğiniz gelir. Bazılarının ise onaltı saat, yirmi saat, hatta bir tam gün beklediğini duyunca şaşırırsınız. Yani kendi ülkenize, ta uzak yerlerden, kaç günlük yolculuktan sonra, sevinçle ve özlemle girmeye çalışırsınız, ama kapıdan içeriye hemen sizin buyur etmezler.

İşlemlerinizi tamamlanması için tam beş yere sizi göndermişlerdi. Her birinde bir müddet beklemeniz gerekiyordu. Böylece kuyruk uzadığı kadar uzamıştı. Bekle babam bekle. Hele gece vakti oraya vardıysanız... Hele hava sıcak idiyse... Hele Yunanistan’ın iri sivrisinekleri uyumamışlarsa, mutlaka iyi bir sıkıntı yaşamışsınızdır.

Ordaki memurlara dersiniz, “Yahu kardeşim şu beş işlemi bir veya iki memur aynı anda yapsa, beş kapıyı dolaşmasak, işlemler hızlansa ne olur. Bunun için süper zeka sahibi olmak gerekmez dersiniz.” Adamcağız boynunu büker: “Biz de emir kuluyor. Yukarısı böyle istiyor, biz de yapıyoruz” der.

Her neyse ülkenize girdiniz ya, içinizde bir hoşluk olur. Sanki evinize geldiniz gibi hissedersiniz. Sevinirsiniz, gülümsersiniz. Yol yorgunluğunu, gümrüklerdeki kuyruk çilesini, bazı görevlilerin şık olmayan davranışlarını, bazı ülkelerdeki yorucu tecrübeleri bir an unutursunuz. Bu kadar zahmete değer diye düşünürsünüz. Çünkü kendi vatanına adım attınız, arabanızla giriş yaptınız.

Kendi kendinize ‘ülkeme hoş geldim’ dersiniz.

* Bir yaz günü Tuna’da geçme hikayemiz bir sonraki sayıda da devam edecek.

 

Hüseyin K. Ece

22.11.2008

Zaandam