(Bir önceki sayıda Türkiye’ye giriş yaptığımızı anlatmıştık. Şimdi kaldığımız yerden devam ediyoruz.)

Kendi ülkemize hoş geldik. Öyle dersiniz içinizden. Gümrükte karşılaştığınız zorlukları, beklemeleri, uzun işlemleri artık hesaba katmazsınız. Arabanızı İstanbul’a doğru sürerken bunları hatırlamak istemezsınız. Çünkü artık Türkiyedesiniz. Kendi evinizde, kendi vatanınızda. Her şeyini tanıyorsunuz, dilini ve neyin nasıl olduğunu az çok biliyorsunuz.

 

Hele şükür dersiniz. İki günlük yorucu, korkulu ve endişeli yolculuktan sonra evinize geldiniz ya, sevinirsiniz, yorgunlukları unutursunuz.

Daha doğrusu unutmak istersiniz. ‘Aman, boş ver, ülkemize sağ sağlim geldik ya’, dersiniz. ‘Ama dur, daha evimize gelmedik ki. Daha önümüzde çok yol var eve kadar. Bakalım burada başımıza neler gelecek? Bakalım sağ salim eve gidebilecek miyiz?’ diye düşünürsünüz.

Neyse İstanbul’a doğru yola koyulursunuz. Yollar biraz düzeldi, geçen senelere nazaran diye hatırlarsınız. Hiç olmazsa bir kısmı otoban oldu, genişledi, bir kaç şeride çıktı. Dar, bozuk, işaretsiz yollarda neler çektiğinizi düşününce, bugünün dünden iyi olduğunu hayal edersiniz.

İstanbul’a doğru hızla giderken, uykunuz gelir. Bir kenara çekip dinlenmek istersiniz. Ya da tuvalete gitmek, yüzünüzü yıkmak, abdest almak istersinizi. Ama hayret! yol üzerinde duracak hiç bir yer yok. Kilometrelerce gidersiniz, yok yok. Bir benzin istasyonu, bir dinlenme yeri yok. Hanıma; ‘bir kenara çekip duracağım. Gidecek halim kalmadı’ dersiniz. O da; ‘sabret, belki de az ileride bir benzinci olabilir, ya da olmalı. İki dinlenme tesisi arasında bu kadar uzun mesafe olur mu’ diye cevap verir.

Siz de umutla devam edersiniz. Ha geldim, hala geleceğim derken arabayı sürmeye devam. Bazen yalpa yaparsınız, -çünkü uykunuz gelmiştir- ama duramazsınız. Zira yolda durulacak bir yer yoktur.

Artık kaç kilometre sonra, İstanbul’a yakın bir benzin istasyonu görürsünüz. Hele şükür dersiniz ve hemen oraya kırar, ilk boş bolduğunuz parka girersiniz. Park ana baba günü gibidir, o kadar kalabalık ki, inanılmaz. Sanki bütün yolcular orada konaklıyorlar. Herkes haklı. Demek ki herkes sizin gibi başka duracak/dinlecek yer bulamamış, kapağı zar zor buraya atmış.

Her neyse, azıcık dinlecek bir yer buldunuz ya, şükreder biraz dinlenmek istersiniz. Şöyle yarım saat, bir saat uyuyabilseniz yeter, yola devam edebilirsiniz. O hayalle uyumaya çalışırsınız. Tam gözünüz aldı derken birisi cama vurur. Önce ilkilirsiniz. Ne oluyor? Baskın mı var, kontrol mü? O kadar çok kontrolden geçtiniz ki, arabaya her yaklaşanı, yanınıza gelen her kasketliyi neredeyse kontrol memuru sanırsınız.

Camı uykulu gözlerle, isteksizce, hafif açarsınız: Buyur arkadaş. Adam: Hemşehrim burada uyuma. Niçin? Burası tehlikeli der. Siz şaşırırsınız: nasıl tehlikeli?

Adam biraz sesini yükselterek:

-Arkadaş burası tehlikeli diyoruım. Bir şebeke peydah oldu, gurbetçileri soyuyorlarmış. Polis haftalardır peşlerinde ama henüz yakalayamadılar. Benden söylemesi, daha aydınlık bir yer bulsanız iyi olur der ve gider.

Siz doğru mu yanlış mı, bizi mi kandırıyor, iyilik mi yapmak istiyor diye düşünüp durursunuz. Gözlerinizden uyku akmaktadır. Yarım saat veya bir saat size yetecek yola devam için. Adamsa uyarıyor, burası tehlikeli diye.

Yoksa adam işgüzarlık mı yapıyor? Yani başkasının işine karışan, kendini yetkili gören, akıllı geçinen biri mi? Kendi ülkene geldikten sonra başkasının işine karışanları, kendince akıl vermeye kalkışanları çok gördüğünüz için önce öyle zannedersiniz. Sonra da ne olur ne olmaz, belki de adam haklı. Burası tehlikeli olabilir. En iyisi buradan gitmek. Arabada çoluk çocuk var.

Lokantanın olduğu tarafa gidersiniz, daha aydınlık, daha kalabalık bir yer seçersiniz. Orada bir yer bulup arabayı çekersiniz ve hemen uykuya dalarsınız. Az sonra birisi yine camı tıklar. Hemen uyanırsınız. Zaten istim üstündesiniz, zaten tavşan uykusu uyuyorsuınuz yola çıkalı beri. Camı açarsınız, bir de bakarsınız ki aynı adam. Yani az önce sizi uyaran adam.

Canınız sıkkın sorarsınız:

-Gene ne var hemşehrim? Adam:

-Burada da uyumayın, burası da tehlikeli. Siz artık kızarsınız:

-Yahu ben adam sen beni uyutmamaya yemin mi etttin. Biraz önce az kalsın kaza yapıyordum. Bırak da şurada bir saat uyuyayım.  Adam bu sefer kızarak:

-Yahu bunlara iyilik de yaramıyor. Biz onları uyarıyoruz, onlar rahatsız oluyor.

Sonra da çekip gider.

Siz bu saatten sonra isteseniz de uyuyamazsınız. Mecburen yola devam etme kararı alırsınız. İhtiyaç gördükten sonra, elini yüzünü yıkadıktan sonra tekrar yola devam.

Ne kadar gittiğiniz artık önemli değil. İstanbul’u geçersiniz. Bazen yavaş bazen hızlı. Bazen kuyruk bazen normal seyir.

Buradaki soförlük anlayışına şaşırır kalırsınız. Ne kural, ne hak, ne de karşısındakine müsamaha. Herkes kapmanın peşinde. Kim kapıyorsa hak onun. Aynı şeyleri önceki gelişinizde bütün dolaştığınız yerlerde gördüğünüz için bilirsiniz.

Soförlerin büyük bir bölümü trafik kurallarını hiçe sayıyor. Yeterince işaret olmadığı gibi, kontrol de yok. Herkes başıboş gibi. Herkes keyfine göre yani kapabildiğine göre hareket ediyor. Bazen üç şeritli yola beş şerit dizilince ağzınız açık kalır.

Ne bu yahu? Burada böyle mi oluyor bu işler? Herkes göz açık mı geçiniyor? Herkes ötekinin hakkını gasbetmeyi kurnazlık mı sayıyor?

Duyduğuna göre bu ülkeden genelde mantık bu: Yani hak etmediği şeyi kapmak gözaçıklık. Bir taksi soförüne bunu sorduğun zaman:

-Abi burada böyle olmazsan ekmek yiyemezsin demişti. Sen;

-Hayatın her alanında böyle mi demiştin. O da:

-Evet hayatın her alanında böyle gözaçık olmalısın demişti.

Nasıl göz açıklıkmış, sen bilemedin. Akıl sır erdiremedin. Ya da uzun yıllardan beri bizzat yaşamadığın için, hak adalet, müsamaha, hoşgörü, iyilik, diğergâmlık (başkasını da düşünmek) gibi şeyleri duyduğun için, burada gördüklerin ve yaşadıkların seni şaşırtır.

Neyse İstanbul trafiğinden kurtulmayı bir başarı sayar memlekete doğru yola revan olursunuz. Ya bu akşam, ya bu gece, ya da ertesi gün evdesiniz. Sevdiklerinizin yanındasın. Sizleri bekliyenlere kavuşacaksınız. İşte bu heyecan sizi uyanık tutar, yola devam hevesinizi kamçılar, yorgunluğu hissettirmez.

Benzin istasyonlarındaki keşmekeşlik, pislik, düzensizlik, koku size ‘vah vah’, ‘yazıklar olsun’, ‘niçin böyle’ çektirir. Dersiniz ki, sanki diğer alanlar da düzenli mi? Sokaklar, caddeler, park alanları, kaldırımlar, yerleşim yerleri ve diğerleri çok mu düzenli, çok mu temiz?

Pek çok yere ‘temizlik imanden gelir’ levhaları asılıdır, ama hemen altında pislik diz boyudur. Pek çok yerde ‘buraya çöp dökülmez’ yazısı vardır ama orası çöp deposu yapılmıştır. Bazı park alanların ‘çimlere basmayınız’ yazısı tersinden anlaşılır, inadına bütün çimenlere basılır ve hasır edilir.

Gölcük’te bir ara Belediyenin yol kenarlarına, çimenleri (yeşil alanlar) korumak üzere monte ettiği demirlerin hurdacılar tarafından sökülüp alındığını, yani çalındığını duyunca ağzınız açık kalmıştı. Ciddi mi, doğru mu bu? Bu kadarı da olmaz demiştiniz.  

Arabanıza yakıt alırken ‘acaba’ şüphesi hiç yakanızı bırakmaz. Yani acaba yakıta su veya benzeri bir şey katılıyor mu? Çünkü böyle şeyleri önceden duymuştunuz. Pek çok alanda insanımız işini sağlam yapmadığı, hileli yollara baş vurduğu için, ister istemez güveniniz sarsılıyor, herkese karşı kuşku duyarsınız. Acaba aldatılacak mıyım diye endişe edersiniz.

 

(Gezi hatıralarına bir sonraki sayıda devam edelim.)

Hüseyin K. Ece

24.12.2008 Zaandam