(Bir önceki sayıda Türkiye’ye giriş yaptıktan sonra bazı yaşadıklarınızdan bahsetmiştik. Kaldığımız yerden devam ediyoruz.)

Kaç hafta izininiz var? Dört hafta, bilemedin beş hafta. Onun en az dört veya beş günü yollarda geçer. Hele bir de gümrükler ana baba günü ise. Hele bir de arabanız yolda arızalanırsa... O zaman izninizin bir haftası belki daha çoğu yollarda geçer.

 

“Lâ havle...” çekersiniz ama durum değişmez. Çile bitmez, gurbet hikâyeleri sona ermez. Her izin mevsiminde benzer şeyler yaşanır. Şikayetler artar da eksilmez.

Yaşananlar insanları galeyana getirir, kızdırır, sinirleri gerer. Bir kısmı bağırır çağırır, ‘sahibimiz olmadığından’ dem vurur, şikayet etmekten bahseder. Ama evine varınca, izinden dönünce, yeniden hayatın meşgalelerine başlayınca hepsi unutulur gider. Ya da sümen altı edilir. Ne şikayet eden olur, ne de derdini yukarılara bildirenler.

Sonra yukarılar dediğiniz nedir, kimlerdir? Şikayet etsen de kim dinler, kim seni ciddiye alır, kim sorunların üzerine gider? Hangi yetkili meseleyi gündeme getirip, vatandaşları “gurbet yolunda” çektiği eziyetleri tesbit eder, gündeme getirir, çözüm için bir çalışma başlatır?

Bu soruyu bir çok vatandaşa sorsan alacağın cevap bellidir: Kimse...

Sonra birbirlerine anlatırlar: Yani, bir Hollanda vatandaşı işte şu ülkede bir sorunla karşılaşsa, Hollandanın o ülkedeki yetkilileri hemen onların yanına giderler, ilgilenirler, yardım ederler. Hem de her açıdan.

Bize sıra gelince, “yok kardeşim yok, bizim sahibimiz yok. Bizimle ilgilenen yok” derler. Herkes bunu kendi aralarında konuşur. Yukarı dedikleri yerden çok şey beklerler, ama o bekledikleri şey bir türlü gelmez.

Geçen yıllara nazaran yoldaki eziyetlerin azaldığını söyleyebilirsiniz.  Özellikle bazı ülkelerdeki sebepsiz rahatsız etmelerin, ceza yazmaların, aşırı bekletilmelerin, soygunların azaldığı görülür. Bunu uzun senelerden beri izine gidenler hissederler. Yolların büyük bir bölümü düzelmiş, işlemler hızlanmış, zırt-pırt durdurup ceza adı altında haraç almalar nisbeten aza inmiş.

Yine de yapılması gereken şeyler var diye söylersiniz. Çünkü görülüyor ki çileler bitmiyor. Gümrüklerdeki işlemler hala hantal, bürokrasi çok, işlemlerin bir kısmı hâlâ amatörce, yıllar öncesinin anlayışı ile yapılıyor.

Vatandaş soruyor: Yolda başına bir iş gelen vatandaş o ülkedeki Türkiye Büyükelçiliğini aramayı düşünür mü? Cevap:

-Düşünmez.

Karşı soru:

-Niçin düşünmez. Kendi ülkesinin temsilciliği değil mi?

-Düşünmez, zira adı gibi emindir ki, kimse ilgilenmez. Üstelik azar bile işitebilir.

-Ya,,, öyle mi?

Bir başkası da böyle hayretle sorabilir.

Hani başına bir gelmedi ya, işin iç yüzünü bilmediği için şaçırarak sorar. Öyle ya, ona göre bir ülke vatandaşlarının sorunlarıyla ilgilenir, haklarını dünyanın her yerinde savunur. Nasıl? Elbette o ülkedeki temsilcileri aracılığıyla.

Aslında böyle olmalı derken, olayı bilen tecrübelki birisi acı acı güler ve ‘siz hayal görüyorsunuz, bunlar sizin beklentileriniz, ama gerçek faklı’ diye ekler.

Neyse, siz yollarda fazla sıkıntı çekmeden normal bir şekilde, ya da  büyük zorluklar veya yorgunluklarla evinize, anavatandaki yuvanıza kavuşursunuz. Sizin eviniz yoksa da bir yakınınızın yanına gidersiniz.

Biraz dinlenirsiniz. “Oh be, nihayet korkudan, stresten, endişeden uzak bir uyku uyudum” dersiniz. Yakınlarınızla hasret giderir, oturur sohbet edersiniz. Onlara kavuşmanın, onları ölmeden önce bir daha görebilmenin sevincini, çoşkusunu yaşarsınız.

Hele o kavuştuğunuz anne baba ise; o daha heyecanlı olur. Bazen küçük ama çok anlamlı gözyaşları yanaklarınıza süzülür. Adeta; ‘bildin mi bu an anlatılmaz ama bir kaç damla ile böyle ifede edilir’ dercesine.

Ancak bir kaç gün sonra oradaki gerçekle yüzleşirsiniz. Gittiğiniz dairedeki işlemler, memurların tavrı, işleriniz uzaması, vatandaşların haklarına razı olmaz halleri canınızı sıkmaya başlar.

Hastahanelere yolunuzun düşmesini hiç istemezsiniz. Bir düşünce de ananızdan emdiğiniz burnunuzdan gelir.

Kendi kendinize isyan edersiniz: Bu işleri daha kolay, daha düzgün, daha insanî, daha pratik yapmak mümkün değil mi? Şu yolları, sokakları, park alanlarını, yeşil sahaları ve diğerlerini daha düzgün yapmanın imkanı yok mu? Yapanlar nasıl başarmışlar acaba? Çok mü zenginler, süper zekâları mı? Biz de niçin yok dersiniz.

Yahu şu Beledeyenin önündeki araba park yeri, çimenler, kaldırım daha altı ay önce yapıldı. Şu alan daha geçen düzenlenmişti. Şurası sanırım az zaman önce büyük masraflar yapılarak bir düzene konmuştu... O zaman pırıl pırıldı idiler. Ne oldu bunlara?

Hayret, kısa zamanda bu kadar tahribat. Şu sokak geçen sene de tamir görmedi mi? Şu çöpler geçen senede burada değil miydi? Şu bozuk yol kaç senedir böyle?

Gel de şaşırma, orada yaya kaldırımı, ama adamlar yolun ortasından yürüyor. İşte az ileride alt/veya üst geçit var, ama adamlar hızlı trafikte karşıdan karşıya koşarak geçmeye çalışıyor.

Burada küçücük bir mibüs durağı var. Güya durak???

İşte öylesine yolun kenarına ayrılmış bir boşluk. Birminibüs giriyor yolcu almak için, arkadan gelen kesinlikle onun arkasına durmuyor, tam yanında geliyor, arkadan da gelen onun böğrüne... Yol tıkanıyor. Bu sefer herkes basıyor kornaya.

Ya da koca bir otobüs... Şehirlerarası yolcu taşıyor. Orada durması bile yasak. Ama dinlemiyor. Orada duruyor. Hatta durağa girmeden. Yani birinci şeridin ortasında. (Otabanlarda da böyle olduğunu da varın siz anlatın.) Durağın önüne pervasızca duruyor, yolcu indirip bindiriyor. Şerit tıkanıyor, arkadan gelen arabalar bas bas bağırıyolar. Otobüs aldırmıyor bile.

Kırmızıda durmanın hata olduğu, sol şeriti asla kimseye kaptırmamanın, sağdan geçmenin marifet, yan yolu kullanmanın maharet, geçilmeyecek yerde araba sollamanın beceriklilik, sayıldığı bir anlayışla karşılaşırsınız.

Trafik kuralları mı? Toplumda herkes için geçerli, herkese lazım olan  kaideler mi? O da ne? Kural dediğin kapıp-alınandır. Hak dediğin gözü açıkların kaptığıdır.

Ya da ”anım boş ver, memelketi sen mi düzelteceksin?” tavırları... Siz bunları görünce ya da yaşayınca ister istemez üzülürsünüz. 

 Karşılaştığınız kabalıklar, kuralsızlıklar, düzensizlikler, adaletsizlikler sizi o kadar yorar ki, sonunda az kalsın ağzınızdan ‘bir ülke dolusu ö.....’ hayıflanması çıkar. Yutkunursunuz, bir şey demekten vazgeçersiniz.

Ancak gözünüze sadece bu olumsuzluklar takılmaz. Biraz da hoş olan şeyleri düşünürsünüz. Güler yüzlü, hoş sohbet, arkadaş ve dost canlısı  kimselerle karşılaşırsınız. Ki bunların bir kısmı akrabanız, bir kısmı komşunuz, bir kısmı çevredendir.

Havanın güzelliği sizi mest eder. Vatanınızın dağına, ovasına, ırmağına bir başka gözle bakarsınız. “Irmağının akışına ölürüm Türkiyem” türküsünü mırıldanırsınız.

Bütün bu olumsuz olaylara, insanı rahatsız edici manzaralkara rağmen buraya gelmeye değer, burada hâlâ güzellikler var diye düşünürsünüz.

Eh sayılı günler tez geçer. Dört hafta dediğin ne ki, bakarsın ki bitti, tükendi, ardı arkası kesildi. Yapacak daha çok işiniz vardı.  Daha gezecektiniz,  dha başka planlarınız vardı ama olmadı.

İnşallah başka bir zaman deyip dönüş hazırlıklarına başlarsınız.

Gün gelir Avrupaya doğru yola koyulursunuz. Yine çileli yolculuk başlar. Haydi hayırlıs. Rabbim yardımcınız olasun, bizi korusun diye dua eder, vedalaşır, hak helalliği ister, hüzünle, bazen de göz yaşyla yola  revan olursunuz.

Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Solevanya, Avusturya, Almanya, Hollanda. Ya da Sırbistan’dan Macaristan’a, oradan Avusturya’ya. Ya da Bulgaristan’dan Romanya’ya, oradan da Macaristan’a...

Bu sefer Romanya yolunu tercih ettiniz. Yani bir yaz günü Tuna’dan geçeceksiniz. Bakalım Tuna size neleri hatırlatacak.

Yolunuz açık olsun.

(Devamı gelecek sayıda.)

Hüseyin K. Ece

30.01.2009 Zaandam