Ülkemizde adettir, eline mükrofon alan konuşur. Ağzına mikrofon dayatılan asla susmaz.

Konuşur, demeç verir, üstüne vazife olmayan konularda ahkâm keser.

Herkes kendi alanıyla ilgili konuşsa, herkes, ‘bu benim konum değil’ dese, herkes görevi olmadığı halde başkasının sahasına atlamasa, birileri zırt pırt basının karşısına çıkmasa çok şey düzelecek. Pek çok şey yolunda gidecek.

Ama nedense pek çokları üstüne vazife olmayan konulara karışır, sınırını bilmez, sahip olduğu makamı şahsi kaprisleri için kullanır, gövde gösterisi yapmaya kalkar. Kimileri de elindeki emanet güç ile hasım gördüklerini tehdit eder; ‘ben size gösteririm’ tarzında bir üslup kullanır.

Bu bağlamda devlet memurlarının daha dikkatli olması gerekirken, en çok da bu kesim, özellikle yüksek tabakadaki memurlar ipin ucunu kaçırıyorlar. Bir siyasetçi gibi, bir gazeteci gibi, bir yorumcu gibi fikir beyan ediyorlar, demeç veriyorlar. Yani resmen siyaset yapıyorlar. Bir siyasi parti mensubu gibi konuşuyorlar. Siyasete müdahale anlamına gelebilecek faaliyetlerden geri durmuyorlar.

Her nedense bazıları frene basmasını bilmiyorlar, ya da çok bilmiş rolüne soyunuyorlar.  Bir makamı eline geçirenler, o makamın kendilerine tapulandığını zannediyorlar, o makamı kendi iktidarları için fırsat sayıyorlar.

Halbuki herkesi görev alanı bellidir. Bu yasalarla veya bir iş yerinin kurallarına göre belirlenmiştir. Herhangi bir elemean bir işe o işe ait şartlar/kurallar çerçevesinde alınır, işe alınan da iş yerinin kurallarını benimserse evet der ve işe başlar.

Çalışma alanının dışına çıkmak, üstüne vazife olmayan işlere karışmak, başkasının yetki alanına müdahele etme ve gasbetmeye kalkışmak, her şeyden önce çalışma ahlâkıyla bağdaşmaz, başkalarına karşı haksızlıktır. 

Bize bu işler bambaşkadır. Bir eşi benzeri yoktur dünyada.

Bu vesile ile duyduğum bir gerçeği anlatmak istiyorum.

Belki duyan olur, belki birilerinin ilgisini çeker.

Birlikte çalıştığımız Hollandalı bir manevi rehber (papaz) arkadaşım var. Bazen muhabbet ederiz. Kendisi bir kaç defa Türkiye’ye gitti. Emekli olunca da Türkiye’de yaşamak istiyor. Bunun için Türkiye’yi takip ediyor. Ya da birlikte olayları konuşuyoruz.

Türkiye’de özellikle ordunun konumu ve siyasete müdahelelerini gündeme getirince şöyle anlattı:

"1981 yılında Hollanda hükümeti perlemontoya ordu ile ilgili bir yasa teklifi sundu. Meclis bu tasarıyı görüşmeye başladı. O günün Hollanda genel kurmay başkanı bu yasa teklifinden memnun olmadığını bazı cılız ifeldeerle dile getirdi, ya da kenarından köşesinden tenkit etti. Basın onun ifadelerine yer verdi. 

Bunun üzerine o günün başbakanı onu bizzat makamına çağırdı. Yanına gelince de önceden hazırladığı istifa dileçkesini ona uzattı ve sert bir ifade ile aynen şöyle dedi:

“Parlementonun çalışmaları ile ilgili görüşün varsa, işte istifa dilekçesi, istifa et, siyasete atıl ve dilediğini söyle. Yoksa, çeneni kapa...” 

Genelkurmay başkanı bir tek lâf edemedi. Usulca oradan çıktı, görevinin başına geçti ve bir dafa bu konuyla ilgili bir şey söylemedi.

Ya işte böyle...

Başkalarının ülkesinde öyle şeyler oluyor ki inanırlı gibi değil. Hayali bile bir acayip.

Bir ülkenin başbakanı siyasi demeç veren bir yüksek dereceli memura böyle mi demiş?

Bir yanlışlık olmasın?

Bilmem, Hollandalı arkadaş böyle anlattı.

Zaten burada 30-40 senedir yaşayanlar da bunu bilirler. Bir askerin, bir hakimin, müsteşarın, yani bir bürokratın siyasi demeç verdiği, siyasete burnunu soktuğu, açıktan taraf tuttuğu görülmemiştir.

Hollandada görünürde herkes işini yapar.

Darısı başka ülkelerin başına...

Hüseyin K. Ece

3.4.2010

Zaandam/Hollanda