O yaşlıların yüreğine geldi. Gençlerin yüreğine geldi. 

Çocukların yüzüne doğdu ay gibi. Şimdi bu bayrama inanan hangi çocuğun yüzüne baksanız bayramı görürsünüz. Satır satır, kelime kelime okuyabilirsiniz bayramın sayfasını o temiz yüzlerde. Bayramın haberlerini duyabilirsiniz o saf çehrelerde.

Bayram evlere geldi, evlerin en ucra köşelerine geldi. Her bir oda, her bir salon, her bir merdiven başı, her bir kapı birbirlerine bayramı müjdeliyorlar.

Duyuyor musunuz onların sesini?

Anlıyor musunuz onların konuşmalarını?

Bayram geldi.

Bunu ben de anlıyorum bakınca sokağa. İnsanlar bayram olduğunu sözleriyle, hareketleriyle, ziyaretleriyle hatırlatıyorlar. Günler öncesinden başlayan telaşlar, alış-verişler bayramın habercisiydi. Çocuklara çeşit çeşit giysiler, hediyeler, şekerler alınıyordu. Evlerde bayramlıklar, tatlılar, yemekler  yapılıyordu. Herkes kendine göre bayrama hazırlık yapıyordu.

Şimdi çocuklar seviniyor. Yüzleri gülüyor.

Sonra bayramı anlıyorlar. Belki onlar için bayram yalnızca yeni elbise, hediyeler ve biraz da şeker demektir. Belki de her çocuk bu bayramı özlemle bekler, yeni bir elbiseye kavuşmak için. Belki de pek çoğunun evde daha çok elbiseleri vardır. Belki her gün şeker, çikolata, şekerleme, pasta gibi şeyleri sık sık tadanlar olmaktadır. Ancak bu farklı bir şey. Bu onlar için başka bir anlam ifade ediyor.

Aynı şekerler bayramda bir kat daha tatlanıyor mu ne?

Bugün, işte o beklediğimiz bayram.

Takvimlere yazılı olduğu gibi yine haftaları, ayları ve seneyi dolaşıp geldi.

İşte bayram öncesi alınan elbiseler giyildi. İşte çocukların ellerinde oyuncakları komşulara gidiyorlar. Cepleri şekerle doldu, dolacak. Çünkü her el öpmeye, bayramı tebrik etmeye gittikleri her yerde böyle tatlı şeyler elde ediyorlar. Kimilerinin de cep harçlığı artıyor. Babalar veriyor, dedeler veriyor, ziyarete gelenler veriyor, ziyarete gittikleri evlerdeki amcalar veriyor.

Bu bayramda insanlar ya çok cömert oluyorlar, ya da çocukları çok seviyorlar. Kimbilir belki de pek çoğu bayram sonrası bunun karşılığını çocuklardan ‘yaramazlık yapma’, ‘söz dinle’ diyerek geri isteyecekler. Ya da pek çokları ‘bak böyle yaparsan geçenlerde aldıklarımı bir daha almam ha’ deyip tehdit edecekler.

Bayram geldi de, ne yazık ki benim beklediklerim gelmedi.

Daha doğrusu beklemeyi unuttuğum, ‘sizi bekliyorum’ bile demeye cesaret edemediğim beklediklerim gelmedi.

Gelmediler, ya da gelemediler.

Ne bileyim, nasıl diyeyim.

Gelmediler işte.

Sokaklar bayramın geldiğini işte isbat ediyorlar. Bu gün ikinci gün. Dün birinci gündü, o gitti. Yarın üçüncü günü bayramın. Yarından sonra bu bayram da bitecek. Bayramdan bir gün sonraya artık bayram demenin bir anlamı kalmıyor. Yalnızca bayram sonrası diyoruz.

Ama bizim evde beklenenler hâlâ gelmedi. Bir kaç misafir de gelmese bayram olup olmadığını anlamayacak mıyız?

Asıl gelmesi gerekenler gelmedi...

Yani onlar, yani gelmesi gerekenler gelmediler...

Gelmeleri en uygun olanlar...

Yıllarca gelmiyorlar. Bunu biliyorum. Babaları da biliyor. Bu yüzden geleceklerine dair hiç bir ümidimiz de yok. Hatta gelmeme ihtimali daha yüksek.

O zaman neyi bekliyoruz ki? Gelmediler, gelecekleri de yok. Boşuna heveslenmeyelim.

Buna rağmen bayrama bakıyorum, bayram ziyareti yapanlara bakıyorum, şenlenen evlere bakıyorum, canlanan sokağa bakıyorum; bir umut sarıyor içimi.

Yeniden ümitleniyorum. Yüreğim bazen heyecandan sarsılıyor. Bir köşesinde bir ses uyanıyor ve bana bir umut fısıldıyor.

“Kendini boşluğa, umutsuzluğa, karanlık düşüncelere bırakma; belki gelirler. Hiç olmazsa biri bakarsın çaldı kapıyı.”

Önce kapının önünde bir ayak sesi işitirsin. İçin altüst olur. Sevincinden bayılacak gibi olursun. Ya gelen onlardan biri ise? Kapının zili bir kere çalsın yeter. Hemen kapıya koşarsın. Bir de bakarsın ki onlardan biri. Ya büyüğü, ya ortancası, ya da küçüğü.

Kimbilir belki de bayram olduğunun farkına varmışlardır. Bayrama bir hazırlıkları yoksa da herkes gibi bu âdete katılmak istemişlerdir. Ya da büyüklerin bayramıdır, onları ziyaret etmek iyidir diye akıllarından geçirmiş olabilirler. 

Ancak ne yazık ki biraz sonra yürekte biriken bu umut, karamsarlığa dönüşüverir. Ortalığı kaplayan, çevreyi görmeye engelleyen sis gibi, bütün yürek sahasını, derinlemesine karanlık ve hüzün kaplar. Kolların kırılmış gibi yanlarına düşer. İçinde uçurumlar, derin boşluklar ve tedirginlikler oluşur. Sıkıntılar yeniden başlar. Başını önüne eğersin, susarsın, tek kelime söylemeye cesaretin kalmaz. 

Sonra pencereye tekrar bakarsın. Karşı komşulara ziyaretçilerin geldiği görürsün. Uzakta olanların, başka evlerde oturan oğulların ve kızların geldiği görürsün. Kimileri de torunlarını beraberinde getirirler. Onlara baktıkça yeniden bir umut ışığı parlar içinde. Yeniden bir beklentiye girersin.

Acaba? Gelirler mi?

İçinde biriken bu dev beklentiye, bu uzayan hasrete, bu büyüyen ve artık daralmaya başlayan özleme karşılık verirler mi?

Sonra anlarsın ki ne kapı zilini çalan olur, ne de telefondan tanıdık bir ses gelir.

Bu kaçıncı bayram onlarsız geçirdiğimiz?

Bu kaçıncı bayram ki hep hüzün getirir, hep gözyaşı hediye eder?

Bu kaçıncı bayram ki hiç gülemem, sevinemem, tanıdıkların, dostların çoşkusuna katılamam?

Yoksa bu bayram değil mi?

Yoksa bu günlar matem günleri de insanlar mahsustan mı bayram diyorlar?

Yoksa bayramların adımı mı, şekli mi değişti?

Bu nasıl şey? Bu nasıl bir gerçek ki rüyada bile görülemeyecek bir hayale dönüştü içimde?

Bu nasıl bir hüzündür ki bayramlarımızın şekeri, gündüzlerimizin karanlığı, evimizin hiç gitmeyen konuğu oldu?

Buraya nereden ve nasıl geldik? Niçin böyle oldu?

Ben bu sorulara bir cevap bulamadım. Sizler bulabildiniz mi çocuklar?

Bu nasıl  bayramdır ki ben üzülüyor, ağlıyor, bekliyor ve umudu kırılmış bir halde köşeye sıkışıyorum?

Bu nasıl bir haldir ki beni aradı, buldu?

Acaba başkaları da böyle mi? Onların da bayramda gelmeyen bekledikleri oluyor mu?

Acaba onlar da bayramda hüzün mü giyiniyorlar yeni elbise yerine?

Birbirlerine bayram tatlısı, bayram yemeği, bayram tebriği yerine üzüntü ikram ediyorlar?

Ne oldu, bilemiyorum?

Nice bayramlar geçti, gelmediler. Göremedim yüzlerini, bakamadım yüzlerine doya doya. Duyamadım seslerini. Dokunamadım saçlarına. Öpemedim alınlarından. Ellerimle yaptığım yemekleri ikram edemedim. Özenerek yaptığım pastaları, bayram tatlılarını ve daha neleri ve neleri ellerimle koyamadım ağızlarına. Çoktandır unuttum bu zevki. ‘Buyurun, yeyin yavrularım’ demenin ağız tadını artık bilmiyorum.

Halbuki onlara gelebilirler diye her bayramda bol bol yaparım. Hazır ederim onlar için... İçimde bir telaş başlar. Seviçli bir telaş. Onların gelmesini umut eden tatlı bir heyecan.

Meğer bunların hepsi de mazi oldu. Eskide kaldı. Daha doğrusu onların çocukluğunda kaldı. İstesem de geri gelmiyor. Arasam da bulamıyorum. Tekrar etmek istesem de tekrarı mümkün değil. Çünkü onlar yok yanımda. Uzaktalar, çoktandır hiç bir gelmiyorlar. Gelmeyi unuttular, ziyareti unuttular, bayramı unuttular, bizleri unuttular. Ne baba ocağına, ne anne yüzüne, ne aradaki o köklü bağa ihtiyaçları kalmadı.

Ben böyle ümitsizce düşünüyorum da acaba gerçek böyle mi?

Acaba onlar bizi temamen unutmuşlar mıdır?

Baba ocağına hiç özlem duymuyorlar mı?

Aradabir de olsa bizi hatırlamıyorlar mı?

Bize hiç ihtiyaçları olmuyor mu?

Yok yok bu doğru olamaz, doğru olmamalı diyorum. Bunun doğru olması beni çıldırtır, aklımı başımdan alır. Bu ağır hasreti taşıyamam. Bünyem bu kadar vefasızlığı kaldıramaz. Akıl böyle bir yabancılaşmayı almaz.

Onlar bizi unutmuş olamazlar. Hiç kendilerine bir ömür boyu iyilik etmiş kimseleri unutabilirler mi? Hem buna ne ihtiyaçları vardır ki? Onlar benim canım, en değerli varlıklarım, parçalarım, göz aydınlığım, beni hayata bağlayan dayanaklarım.

Böyle diyorum da, dediğime sanki kendim inanıyorum mu? İşte gerçek ortada. Bu bayramda da gelmediler. Öyle görünüyor ki galiba gelmeyecekler.

İşte yine göremiyorum onları yanımda, evimde, ya da şu bağrımını içinde. İstesem de onlar için bir şey yapamıyorum.

İşte bir bir bayram daha geldi ve geçecek.

Bazen telefon ederler. Böylece sağ olduklarını anlarım. Ötesi yok. Ne yaparlar, nerede kalırlar, pek bilmem. Büyüğü bir Hollandalı ile evlendiğini söylüyor. Ortancası bir arkadaş bulmuş, onunla bir evi paylaşıyorlarmış. Küçüğü de söylediğine göre bir öğrenci evinde kalıyormuş ve yüksek bir okulda okuyormuş.

Hepsi bu. Daha fazla bilgimiz yok.

Kendilerini arabileceğimiz bir telefon numarası vermiyorlar. Bunun için onlara ulaşamıyorum. Arayıp soramıyorum, ne haldesiniz diyemiyorum. Hasta mısınız, bir yeriniz ağrıyor mu diyemiyorum. Telefonda ancak bir kaç kelime konuşabiliyoruz. Hemen kapatıyorlar. Kendilerinden, durumlarından hiç bahsemiyorlar. Fazla şey sorup öğrenmemiz mümkün değil.

Günlerdir gözüm sokakta, kulağım ya kapı zilinde ya telefonda. Belki bir gelen olur. Belki onlardan bir ses duyarım, bir haber alırım.

Bütün bu bekleyişlerimin boş olduğunu  biliyorum. Hepsi sonuçsuz kalacak. Gelmeyecekler, geçen bayramda olduğu gibi. Bugün bayramdır diye bir şey düşünüp aramayacaklar. Belki de böylesine bayramları unutmuşlardır.

Bunu bildiğim halde yine de belki, ‘hani olur ya’ deyip kendimi avutuyorum. Pencere önünde sokağa bakıyorum. Benim gibi hüzün elbisesi giymiş karşımda oturan babalarına bakıyorum. Bazen onu teselli ediyorum. Üzülmeyelim, belki gelirler.

Ama içimden diyorum ki, “sen geleceklerine inanıyor musun ki ona öyle diyorsun.”

Eh işte aslı olmayan bir umutla teselli olmak. Belki de o da benim için aynı şeyi düşünüyordur.

Hani derler ya, yemedim yedirdim, giymedim giydirdim, içmedim içirdim; hepsini yaptım. Her ana gibi onlar için çalıştım. Onlar için endişe ettim. Onları sevdim, yalnızca onlar için yaşadım. Onların mutluluğu benim mutluluğum oldu. Onların kederlerine onlardan önce ben kederlendim. Gözyaşları akmadan önce ben onların yerine yaş akıttım. Uykusuzlukları, yorulmaları, eziyetleri, sıkıntıları, bana karşı yaptıkları kaba tavırlara gösterdiğim sabırları saymıyorum.  Ne yaptıysam onlar için yaptım. Onların ağızlarındaki tadı öncelikle ben hissettim. Onlar doymadıkça ben doyamadım. Onlar ısınmadıkça ben hep üşüdüm. Gecem ve gündüzüm, yazım ve kışım hep onlar için oldu.

Yıllar önce beyim baba ocağını bırakıp buraya geldi. Daha sonra da çocuklarla beraber biz de geldik. O zaman henüz küçüktüler. Ve buraya yerleştik. Hayat şartları öyle gerektirdi. Memleketimizde dar ve sıkıntılı bir hayat yaşıyorken burada elimiz iş tuttu. Ağzımız lokma, cebimiz para gördü. Karı koca beraberce çalıştık. Gecemizi gündüzümüze kattık. Beyimle beraber işe gider, beraber dönerdik. Akşam yemeğini yedikten sonra babaları tekrar akşam işine giderdi. Doğrusu çocuklarını fazla göremezdi. Ben de çalıştığım için küçükleri gündüzleri kreşe, büyüğü de bir Hollandalı komşuya bırakırdım.

Doğrusu Hollandallı komşu çocuğumuza çok iyi bakıyor, çok güzel davranıyordu. Çocuğumuz da onu cidden çok severdi. Daha önceleri sadece gündüzleri o bayanın yanına giderken, sonradan hafta sonu da benim yanımda kalsın diyordu komşu. Hafta sonları da bazen giderdi. Çünkü babaları hafta sonları da çalışıyordu ve ben de evin bir haftalık işlerini yapıyordum.

Bir kaç yıl sonra ise çocuğa bakan kadın arada bir çocuğun kendisinde kalmasını rica etti. Çocuk da çok istiyordu. Biz de kabul ettik. Değil mi ki kadın çocuğa çok iyi bakıyordu ve onu çok seviyordu...

Bugün bayram, yine gelmeyecekler, biliyorum. Beklemenin bir faydası yok. Üzülmenin de. Ama olsun benim tutunduğum dal parçası bu. Gelmeseler de bekleyeceğim. Onlar benim canlarım, ciğerlerim.

Onları beklemeye değer.

Halbuki onlara bol bol elbiseler, oyuncaklar, eşyalar alırdık. Yaşıtları arasında mahcup olmasınlar diye hiç bir şeylerini eksik etmezdik. Kimsenin yanında küçük düşmesinler, kimseye özenmesinler diye her şeyin iyisinden satın alırdık. Güzelce giydirirdik, güzelce yedirirdik, her bakımlarını yapardık.

Bizim yaşayamadığımızı onlar yaşasınlar, bizim tadamadığımızı onlar tadsınlar derdik. Onları sıkıştırmazdık, baskı yapmazdık. Alabildiğince serbest büyüdüler.  

Onlar için memleketimizde yatırıp yaptık. Ev ve dükkân alıp kiraya verdik. İzine sık sık gitmesek te orada kalacağımız bir evimiz var. Kesin dönüş yaparsak başımız darda kalmayacaktı. Ele güne muhtaç olmayacaktık. Bol bol geçinecektik.

Yıllar akıp gitti. Çocuklar büyüdüler. Ama gözümün önünde büyüdüler diyemem. Karı-koca çalışıyorduk. Onlar serbesttiler. Büyük çocuk daha çok o Hollandalı bakıcı kadının yanında kalıyordu. Bundan rahatsızlık duymuyorduk. Ne de olsa işimiz hafifliyordu.

Ne de olsa Hollandalı komşu çocuğumuza iyi bakıyordu. Çocuğumuzla araları çok iyi idi.

Seneler su gibi akıp gidiyordu. Çocuklar büyüdüler, delikanlı oğlan, delikanlı kız oldular. Artık onlar çocuk değillerdi. Onlara çocuk gibi davranamazdık. İstedikleri gibi düşünüyor, yapıyor ve yaşıyorlardı.

Sonra bir de baktık ki her biri kendi isteğiyle, kendi tercihiyle birbiri ardınca çekip gittiler. Önce büyük oğlan gitti. Arkasından kız, arkasından küçük oğlan...

Ne oldu birdenbire? Niçin gittiler, anlayamadık.

Bu soruyu sormaya fırsat kalmadı. Ya da o fırsatı vermediler. Kendi kendimize sorsak da cevabını veremedik.

Çekip gittiler ardı ardına. Uzun bir yolculuk gibi. Peşpeşe giden araba katarı gitti sandık. Biri gitti, diğeri de gitti. Bana öyle geldi. Gidişleri gözümün önünde. Sanki hâlâ gidiyorlar, hem de peşpeşe, aynı günde, aynı saatte gibi.

Güya kendi hayatlarını kendileri kuracaklardı. Kendi özgür iradeleriyle yaşayacaklardı. Öyle dediler giderken. Ya da biz öyle anladık bakışlarından...

Onlar gittikten sonra bir şeylerin farkına vardım. Bazı gerçekleri ancak görebildim. Yapmamız gereken bazı şeyleri yapmadığımızı ancak idrak edebildim.

Meğer çocuklarımızla aramaızda önemli bir farklılık meydana gelmiş. Sadece farklılık mı? Söylemeye dilim varmıyor ama maalesef onlarla aramızda bir yabancılık da oluşmuş.

Fakat ne yazık ki bunu farketmekte çok geç kaldık.

Bugün bayram ve beklediklerim gelmedi, gelmeyecekler, biliyorum.

Bu gelmeyiş sadece bir bayram ziyaretini ihmal olarak kalsa önemli değil diyebilirdim.

Memlekette varlığımız var. Maddi yönden iyiyiz. Gelirimiz fena sayılmaz. Evimiz ağzına kadar eşya dolu. Ben hastalık kasasından maaş alıyorum. Kocam çalışmaya devam ediyor.

Ama neye yarar?

Bütün bunlar beklediklerimi bayramda bile olsa bana getiremiyor. Onları yoksa kaybettim mi diye korkuyurum.

Artık açık yüreklilikle diyebilirim ki bu memleket, bu hayat şartları, bu düzen çocuklarımı elimden aldı. Beni onlarsız etti.

Bundan dolayı hiç bir şeyde gözüm yok. Eşyalar, gelirler, varlıklar, gezmeler, yemeler, içmeler, köşkler, saraylar... hangisini sayarsanız sayın. Hiç birini istemem. Hiç birinin gözümdeki bir damla yaş kadar değeri yok. 

Şu an yalnızca bir şey istiyorum:

Hani memleketimizde yüksek dağlar vardır.

O dağların karşısında da başka dağlar...

Ya da dağların tam karşısında yüce kayalıklar, uçurumlar olur...

Sen konuşursun, onlar da sana sesini geri verirler. Haykırışın aynı şiddetle yankılanır durur.

Diyorum ki, şimdi köyümüzde olayım. O dağların başına çıkayım, o yüce kayalıkların kaşısına tırmanayım. Derdimi orada dile getireyim, feryat edeyim, âh vâh edeyim.

Sonra yüksek sesle, içten gelerek ağlayayım, yüksek sesle, hüngür hüngür ağlıyayım.

Ağlayayım da, ağlayışım dağlarda yankılansın.

Feryadıma oradan bir cevap gelsin. Onlar da benim hüznüme ortak olsunlar.

Ben âh dedikçe onlar da bana âh diyerek cevap versinler.

         Şu anda bundan başka hiç bir şey istemiyorum.

 

22/4/2000

 Zaandam