Onu biliyorum. Bu sorumlulukta hayat buluyorum. Bununla daha diriyim, daha canlıyım. Varlığımın farkındayım. Gücümün, imkanlarımın ve kapasitemin farkındayım.

Sadece paylaşmayı değil, daha ötesini görmek istiyorum. Daha ötesi her ne ise. Daha fazla yük mü, daha fazla fedakârlık mı, daha fazla vermek mi, daha paylaşmak mı, daha çok eziyet mi? Her neyse...

Bir fikrim yok bu konuda.

Hayır buna eziyet demek istemiyorum. Belki daha fazla fedakârlık.

Birlikteyiz. Bir kaderi paylaşıyoruz mu demeliyim, onu da bilmiyorum.

Paylaşıyoruz, bölüşüyoruz, neyimiz varsa. Öyle değil mi? Paylaşıyoruz ve birlikte hayatı taksim ediyoruz. Belki bende biraz güç ve imkan, sen de insanı hayata bağlıyan, sorumluk duygusu veren anlatılmaz bir şey.

Sende böyle bir şey var, biliyor musun?

Bunu ancak ben anlıyorum. Bunu belki de kimseye izah edemem.

Havalar çoktan beri güzel gitmiyordu. Sükürler olsun ki bir kaç günden beri iyi. Biraz ısındi. Artık fazla yağmur da yağmıyor. Seni dışarı çıkarabilirim. Dışarıyı mutlaka özlemişsindir. Şöyle beraber biraz dolaşırız.

Ha ne dersin? Çıkıp dolaşalım mı?

Ben nasıl olsa her gün bir kaç defa çıkıp geliyorum. Ama inan gönlüm burada, seninle. Senin çıkamayışın, senin burada oluşun, şu yatağa, şu mekana mahkûm oluşun…

Cevabını veremediğim sorular…

Sebebini de anlamıyorum. İstediğim kadar düşüneyim, işin içinden çıkamıyorum. Kafamdan bir sürü senaryolar geçiyor.

Nihayet gelip bir noktada tıkanıyorum.

Bu mekan senin için ne ifade ediyor? Anlatabilir misin?

Biliyorum ki anlatamazsın. Anlatamamanın sana verdiği ızdırabı anlamaya  çalışıyorum. Sonra yüzüne bakıyorum. Yüzünde bütün kelimeler serili. Ki sen onları konuşmak istiyorsun. Gözlerine bakıyorum. Gözlerin çok derin ve uzun bir manzara. Ta öteler ötesine kadar gidiyor. Kelimler, cümleler, ifadeler… Hepsi orada… Kitaplık hatıralar, fikirler, görüşler, geçmişin izleri, söylenmek istenip de söylenilemeyenler var orada. Hatta her mevsim. Kışıyla yazıyla, senenin her bölümü...

Gözlerine bakıyorum ve anlamaya çalışıyorum bu mekanın senin için ne ifade ettiğini. Dört duvar, bir kapı, bir pencere. Bir kaç kırık dökük eşya. Perişan iki yatak. Sahipsiz gibi. Sen varsın birinin üzerinde. İkincisine bazen ben misafir oluyorum. İşte bu kadar…

Terkedilmis gibi. Ama biliyorum ki ne senin için bu kadar, ne benim için bu kadar. Daha da ötesi var bu işin.

Bir de beni anlamaya çalış lütfen, yüzüne bakıyorum, gözlerine bakıyorum. Ama susuyorum, çünkü sen suskunsun. Çünkü sen gözlerinle konuşuyorsun.

Gözlerinle çok şey anlattığını da biliyorum. Ama benim seninle düşündüklerimi anlayıp anlamadığından emin değilim. Seninle ilgili sorulara cevap veremeyişimden dolayı içime biriken dağları görüp göremediğinden emin değilim. Sana, seni memnun edecek şeyleri sunamadığımdan dolayı, kafamı allak bullak eden karmaşayı sezip sezemediğinden de emin değilim.

Bugün hava güzel, beraber dışarı çıkalım, ha ne dersin?

Seni arabana koyayım, sen önde ben arkada, birlikte, arkadaşca yürüyelim. Sokakları geçelim. Parka bile gidebiliriz. Orada sen arabanda ve ben bir kanapede otururuz. Sohbet ederiz. Dereden tepeden konuşuruz. İnsanlara bakarız, çocukları seyrederiz. Çocukken sallandığımız salıncakları, kaydığımız kaydırakları, hatta yaptığımız kavgaları hatırlarız. Değil mi? Ne güzel olur.

Hatta seni bugün büyük camiin avlusuna bile götürürüm. Hani alıştığın, sık sık ziyaret ettiğin, ama şimdilerde hasretini duyduğun camiiye.

Ha ne dersin, gidelim mi?

Gözlerinle cevap vereceksin, biliyorum. Belki de ‘zahmet etme’ demek istiyorsun. Belki de ‘çok güzel olur. Çoktandır özledim dışarıyı, güneşi, insanları…’ diyeceksin.

Ha insanlar mı dedin?

Doğru dışarıda insanlar var. Evet dışarıda insanlar var... Ama sadece dışarıda. Bak burada, yani bu içeride; sen ve ben varız. İki insan olarak, iki dert ortağı, iki yoldaş olarak.

Ama unutma insanların kendilerine yeteri kadar işleri var. İnsanlar, günün birinde, asıl kendilerini meşgul edecek kaygıdan hebersiz yaşıyorlar.

İnsanlar bizim komşularımız, ama hiç sesleri çıkmıyor.

İnsanlarla aynı havayı soluyoruz. Ama bu hava niçin kirleniyor, bilmiyorum. İnsanlarla aynı toprağı kullanıyoruz. Ama bu toprak niçin insana bu kadar yabancı, bilmiyorum. İnsanlarla aynı hayatı paylaşıyoruz. Ama hayatı bu kadar kim çekilmez yaptı, bilmiyorum.

Sen biliyor musun? Sen insanlarla yüzleşmek istiyor musun? Ya da insan deyince aklına ne geliyor? Onu da bilmiyorum.

Olsun ben yine de seni dışarı çıkarmak istiyorum. Çıkalım mı, ne diyorsun?

Ben alacağım cevabı aldım, hem de gözlerinden. Sağol. Çok teşekkür ederim. Biliyor musun bu benim icin bir mutluluk kaynağı. Yani senin gönlüne göre bir şey yapmak... Senin sevinmeni görmek... Gözlerinin içinde bir tebessüm yakalamak...

Belki bunu kimseye anlatamamam. Belki de kimseyi inandıramam. Ama sen inan, bu mesele böyledir. Senin mutluluğun benim mutluluğum olacaktır.

‘Beni bundan yoksun kılma’ demek geliyor içimden.

Doktor, umut yok dedi.

O ne derse desin, ben onun dediğine aldırmıyorum. Ben senin var olduğuna bakıyorum. Nefes alış-verişine bakıyorum. Ben senin bu mekanda benimle birlikte oluşuna bakıyorum.

Şimdi kalkar o çok sevdiğin ıhlamuru ısıtır sana getiririm. Dün akşam koymuştum, yeterince dem almıştır. Tam istediğin kıvama gelmiştir. Getireyim bir kaç yudum iç de öyle çıkalım. 

Kaç gün oldu, ya da kaç ay? Önemli değil, saymadım ve saymayacağım. Seninle geçen ayları saymaya kalkışmak içime fitne düşürebilir. Ne de çok şey yapmışım zannedebilirim. Halbuki bunu düşünmek bile istemiyorum. Bu durum benim için daha iyi. Kaç yıl geçerse geçsin, umurumda değil.

Çocuklar ziyarete geldiği zaman sen de sevinmiştin. Ama biliyorsun ki onların ziyareti geçici. Bir günlük vaya bir kaç saatlik. Halbuki senin ve benim kaderim, bu mekanda bir güne değil, bir yıla sığmayacak kadar uzun ve derin.

Dün akşamı hatırla… Bir komşu bir tas çorba getirmişti. Ona ne kadar tesekkür ettik. Onunla biraz konuştuk. Yardımcı olamadığı için çok üzgün olduğunu söylüyordu. Hatta özür diliyordu. Hatırlıyor musun ikimiz de demiştik ki, için rahat olsun, özür dileyecek bir şey yok. Biz halimizden memnunuz. Sizin varlığınız bile bize bir şenliktir.

Böylece etrafımızda insanların yaşadığını bir kez daha anlamıştık.

Hani çorbanın yanına senin sevdiğin bulgur pilavı yapmıştım. Azıcık suyunu fazla kaçırmıştım. Ama sonunda baktım ki daha yumuşak oldu. Tam senin ağzına göre. Beraber yemiştik. Yani sen, yatağında, tek elinle, küçük bir tabakta yiyebildiğin kadar. Yani bir parça. Bir kaç kaşık öorba, bir kaç kaşık pilav. Zoraki, iştahsız. Ben buna birlikte yemek diyorum. Ben senin yanında, iste öyle.

Yemekten sonra tabağını alırken ve ağzını silerken, bir şeyler mırıldandığını gördüm. Belli ki dua ediyordun. Ben seni bilirim, öteden beri dua edersin. Dua senin rızkın gibi. Sen teşekkür etmeyi bilirsin. Ne diyeyim, duaların kabul olsun.

Sonra sana su getirdim, biraz içtin afiyetle. Yüzüme baktın. Sonra bir şeyler daha mırıldandın. Ben ne demek istediğini çok iyi biliyordum. O yüzün sahibinden iyilik dileğinden başka ne beklenir ki.

Sonra bana işaret ettin. Bir leğen, bir de küçük bir sürahi ile biraz su getirdim. Elini yıkadım. Ağzını ve burnunu ıslattım. Yüzünü ve bir kolunu yıkadım. Diğer koluna mesh verdim. Başını meshettim. Sonra yorganın altında neredeyse kuru bir dala benzeyen iki bacak ve küçülmüş bir çift ayak buldum ve onları da meshettim.

Sen yine bana teşekkür ve dua ettin. Sonra seni yatağının içinde, o sonsuz, o bilinmez, o mütevekkil, o müstesna ve eminim ki sana göre gülistan gibi olan  dünyana terkedip bir şeyler okumaya başlamıştım. Göz ucuyla sana bakıyordum. Senin her bir baş hareketin bana başka bir anlam sunuyordu. Her göz işaretin, belli bir hareketten sonra göz yumman, çok şeyler anlatıyordu.

Anlıyordum ki bunlar seni ifade ediyordu. Bunlar bir insanı tamamlıyordu. Bunlar bir hedefi işaret ediyordu. Bunlar bir faniliği insanın gözünün önüne getirip bırakıyordu. Bunlar devâsa bir gerçeğin somutlaşmış haliydi. Bunlar dehşet gerçeklerdi.

İşte insan, işte ömür, işte güç ve kuvvet…

Biliyor musun o anda ben de senin gibi, senin gittiğin dünyaya gittim ve geri geldim. Senin düşündüklerini düşünemezdim ama senin hsissettiklerini anlamaya çalıştım. Senin teslimiyetinin sırrını çözmeye çalıştım.

Önüme bir kapı çıktı ve orada durdum.

Biliyor musun, seninle birlikte olduğum an, bana yaşanmış, hakkı verilmiş bir zaman gibi geliyor. Dışarıda ne denilirse denilsin. Hiç birini duymuyorum. Hiç biri beni ilgilendirmiyor. Sen buradasın, ben de buradayım. Paylaşıyoruz imkanlarımızı. Bende biraz güç ve imkan, sen de ise bana hayat veren, bana güç veren bir şey var.

Adını bilmiyorum. Bir şey işte. Varsın dünyalık işlerim aksasın. Varsın hesaplar tutmasın. Varsın geleceğe yatırım olmasın.  Varsın insanlar deli desinler. Varsın, ‘kimbilir ne çıkarı var, bir çıkarı olmasa ne diye bunun kahrını çeksin ki’  desinler...

Bunları düşünmüyorum.

Hatırlıyor musun, sen bir zamanlar ayakta idin. Hayatın içinde idin. Ayakların ve kolların hareket ediyordu. Ve sen o gün, güç ve imkan sahibi idin. Ve onları bizimle paylaştın. Sana gelmiştin bir ihtiyaç için. Sen ise hiç tereddüt etmeden, ‘ne lazımsa al, kullan, harca’ demiştin.

Sadece bana değil, sana gelen herkese böyle yapıyordun. Böyle yapmak senin o gün belki de büyük bir mutluluk kaynağı idi. Belki de böyle olmak, böyle yapmak, paylaşmak, yardımcı olmak seni hayata bağlıyordu. Bu belki senin için bir sorumluluk idi. Onu yerine getirdikçe mutlu oluyordun.

İşte şimde ben de öyleyim. Benim hayat kaynağım da bu. Bununla teselli oluyorum. ‘Beni bundan yoksun kılma diyesim’ geliyor.

O yüzden senin ölmeni beklemiyorum, inan ki.

Ölmeni bekleseydim, hain olurdum.

 

13.2.2007

Zaandam