Hangi eşyamın nerede olduğunu bilmiyorum. Neye sahip olduğumdan, hangi şeyin bana ait olduğundan haberim yok. Hangi parçam nerede kaldı, farkına varamıyorum.

Düşlerim, düşüncelerim, varsayımlarım, ümitlerim, korkularım neyin hakkında idi?

Kendim için, ailem için, çocuklarım için ne gibi plânlarım vardı?

Kim biliyor bütün bunları?

Her saatin üstüste getirdiği uğraşıları yeniden gözden geçiren bir kafaya sahip olmalıyım, bunu biliyorum. Bana aykırı gelen çok şeyler var. Bunu önceleri de öğrenmiştim.

Ama yoğun günler, gereksiz uğraşılar unutturdu onları. Aklıma gelince çırpınıyorum.

Yahut haykırmak, feryat etmek, özgürce âh çekmek istiyorum.

Buna da gücüm yetmiyor.

Kendime baktığımde, meğer  gereksiz şeyleri ihtiyaç kabul etmişim, yaşantıma sokmuşum. Yargılamamaşım bu gibi tercihleri. Hesaplarımı onlara başlı yapmışım. Akan zaman onların çevresinde dönmüş. Yorgunluklarım, endişelerim, sıkıntılarım, çabalarım hep onlar için olmuş. Başkaları benim için uygun görmüşler, söylemişler, anlatmışlar; ben de kabul etmişim. Karşı koymamışım. Aynı şeyleri ben de başkaları için uygun bulmuşum.

Aykırılıklardan, tedirginliklerden, bencillikten uzak, doğallıkla yoğrulmuş, hesaplı ve bana yakın olan dünyaya dönemem mi?

Boş uğraşıların işgal ettiği, ama bana özgürlüğün sıcak nefesini koklama imkanı vermeyen bugünkü ortamı nasıl yargılayayım? Bana fantazi bir hayatın şartlarını hazırlayan bu çevreyi nasıl terkedeyim?

Aslını sorarsanız ben bu işlerin adamı değildim. Bunlara, bu aykırı şeylere kişiliğimi hapsedecek, her şeyi olduğu gibi içine sindirecek birisi değildim. Gündemimi iyi tesbit edecek, kendi kendime isabetli karar verecek kadar yetenek sahibi idim. Bunları tecrübemle öğrendiğimi sanıyordum.

Başkaları benim yerime karar verirse, baskaları benim yerime seçenekleri kullanırsa; ben nasıl kendi irademden söz edebilirim?

Onların evet’i benim evet’im mi olmalı?

Yani ben doğruları tanıma, yanlışları söyleme serbestliğine sahip değil miyim?

Aksaklıkların farkına varacak, kalabalıkların görmediğini görecek bir göze sahip olmak gerekmez mi?

Eşyalar yerli yerinde duruyor. Ev aynı ev, oda aynı oda.

Koltuklar, tablolar, büfeler, onların içerisine dizilmiş süsler, televizyon, müzik seti, köiedeki gece lâmbası, avize, görüntüler, pencere ve üzerindeki perde bir kaç aydan beri aynı.

Yalnız takvimin yaprakları değişmiş. Ya da takvimden her gün bir yaprak eksiliyor.

Bu da benim işim değil. Takvime arada bir göz atarım. Bana olağanüstülükleri hatırlatmadığı için  fazla ilgimi çekmez.  Bir sürü magazinin doldurduğu sayfalar bana fazla bir şey vermiyor. Takvimin yapraklarını koparma karımın işi. Takvimleri de üstelik o beğenir ve satın alır. O hergün bir yaprak koparır, okur, inceler ve atar. Bana da bazı şeyleri anlatır. Ancak benim için bir rakam ve yazı değişikliği; o kadar. Fazla sevimli bulmuyorum bunu.

Kışa ve yaza, hatta günlere ayarlı zamanlar geride kaldı diyorum.

Proğramlarımı mevsimlere göre ayarlamıyorum.

Onlar gelip geçiyor. Sonsuzluğa doğru yürüyüş sürüyor. Yapma takvimler başkaları tarafından duvara asılmış.

Zamanlar da başkaları tarafından bizim iyiliğimiz için proğramlanmış deniliyor. Onların arzusu yerine gelsin diye mi satın aldı karım bu takvimi, bilmiyorum. Aldı işte. Çevremizdekiler, herkes alıyor. Sonra faydalı bilgiler, fıkralar, çocuk isimleri, yemek tarifleri, ilginç rekorlar ve tarihte bugün ne oldu köşeleri.  Ben önemli bulmasam da hepsi benim için faydalı bilgiler (!) Hepsinde de bir otoritenin buyruğu var gibi. Beni kabul etme zorundasın diye haykırıyorlar.

Şimdilik seçeneklerim bunlar. Başkalarının tercihi ama sana uygun hale getirilmiş statik kalıplar. Bunları iyiliksever adamlar benim için böyle uygun görmüşler (!)

Kapıya doğru bakıyorum.

Kapalı.

Arkasından bir ses gelmiyor. Evde kimse yok gibi.

Karım az önce burada idi. Bana alacaklarımın listesini vermişti. Hepsini teker teker saymış, nasıl ve nereden alacağımı açıklamıştı. Yani talimatlarını yazılı olarak vermişti. Ben de hepsini can kulağı ile dinlemiştim.

Bu çeşit listeler elime çok sık tutuşturulduğu için yadırgamadım. Listedekiler beni fazla ilgilendirmese de, sonunda bedellerini ben ödesem de; tümünü ses çıkarmadan, karımın söylediklerine karşı gelmeden almak zorundayım.

Bu sadece hanımların direktifi sayılmamalı. Çark böyle işliyor. Karımla oturup saatlerce şu lüzumlu, şu lüzumsuz diye tartışmanın bir faydası yok. Onlar listeye girmiş ve ben onları eve taşımak zorundayım. Bugüne kadar taşıdıklarıma, karımın haftanın bir kaç günü yorularak getirdiklerine bakıyorum. Odalarda, salonda, mutfakta, dolaplarda, divanın altında, kilerde, büfede onlarla karşılaşıyorum.

Onlar evimizin saltanatlı konukları. İzinsiz kurulmuş oturuyorlar.

Bedelini ise ben ödüyorum.

Ama ben ayaktayım ve rahat oturamıyorum.

Niçin ayakta olduğumu anlatamam. Beni ayakta tutan, rahatımı kaçıran, ne yaptığını bilmez hale getiren nedeni bilmiyorum.

Kapı yavaş yavaş açılıyor. Kızım gürültü çıkarmaksızın içeriye giriyor. Küçük adımlarla ilerliyor. Sonra geriye dönüp -birden aklına gelmiş gibi- kapıyı kapatıyor. Bu kez orada, kapının yanında biraz bekliyor. Gelip gelmemek arasında bocaladıktan sonra bir kaç adım atıyor. Yüzümde her gün bulduğu çağrıyı arıyor. Bulamayınca (çünkü mahsustan yüzümü ekşittim), kapının yanında kalakalıyor. Yürümeye ve konuşmaya tereddüt ediyor. Bana gelebilmesi için eşyaların arasından geçmesi gerek. Onların arasından uzun bir yolculuğu göze alması lazım.

Bakalım yapabilecek mi?

Şu anda geniş bir alanda, uygun bir sahada (mesela bir orman kenarında, ya da bir ırmak boyunda) onunla oynamak ne iyi olurdu. Onun sevincine, gülüşüne, çocukluğuna ortak olmak ne hoş olurdu.

Ama şimdi bu çok zor. Ev bunun için uygun değil. Benim durumum da uygun değil. Bakışlarım sıcak, kucağım hazır, yüzüm aydınlık değil. Daha doğrusu içimden gelmiyor. Onu parka da götüremem. Kentin çok dışında kalmış tek tük yeşillikleri de gösteremem. İçimden kendi başının çaresine baksın diyorum. Nasıl olmazsa annesi ve ben ona bir sürü sun'i oyuncak aldık ya.

‘Gökçek’ diye sesleniyorum.

Bana bakıyor ama cevap vermiyor.

Çocuk haklı. Dilimle adını ünlüyorum ama, gözlerim onu davet etmiyor. Yüzümden ona karşı bir sıcaklık koşturmuyor.

Bu sefer içimden ‘Gökçek’ diyorum. Ses içimde dağılıyor ve boğulup kayboluyor.

Bu adı hangi takvim yaprağından seçtik, hatırlamıyorum. Ama iyi biliyorum ki karımla günlerce takvim yapraklarını, isim kitaplarını karıştırmıştık ve uygun bir isim aramıştık. Sonunda karımın seçtiği isimde karar kılmıştık. Pantolon ütülemeyi, leke çıkarma metodlarını, çiçek sulamayı, kaplardaki kireçlenmeyi önleme yollarını, yara ve yanık tedavilerini takvimden öğrendiğimiz gibi.

Bugün kendimi dinleyeceğim diyordum. Sabahtan beri bunun için kendimi hazırlıyorum güya.

Bugün tatil. Yani işe gitmeme günü.

Geç kalkmış olsam bile kendimle başbaşa kalacak bir firsat bulmalıyım.

Ancak ne var ki ben dışarıya çıkmayı düşünürken karım yüklü bir listeyi elime tutuşturdu.

Halbuki kentin dışına kaçmayı düşlüyordum. Yani tabiatın kucağına. -bulabilirsem eğer-, kaldırım döşenmeyen, üzerine beton dökülmeyen ve işgal edilmeyen toprağın yanına.

Mutfaktaki işini bırakan karım salona giriyor.

Benimle ilgilenmiyor. Niçin ayakta durduğumu, ya da niçin hâlâ siparişleri almaya gitmediğimi sormuyor. Gökçek’in de öylece duruşuna aldırmadan çevreye bakınıyor. Yarım bıraktığı bir işini veya unuttuğu bir şeyi arar gibi yapıyor. Koltukların üzerindeki örtüleri ve minderleri düzeltiyor. Belli ki salona bunun için gelmemişti. Çünkü örtü ve minder düzeltme işini yemekten önce yapmıştı. Belki de salona niçin girdiğini unutmanın şaşkınlığını dağıtmak için öyle yapmıştı, bilmiyorum. Sonra bir kaç eşyayı daha düzeltti. Gökçek’in bir kaç oyuncağını alıp kenara koydu. Bir tanesini Gökçek’in eline verdi. ‘Al, bununla oyna’ dedi.

O da ses çıkarmadan aldı. Kimbilir belki de azar işitmekten korktu.

Karım bugün bana kızgın değil. Çünkü uzun zamandan beri kavga edecek bir sebep çıkmadı ortaya. Benimle ilgilenmemesinin özel bir nedeni de yok. Şimdiki hareketleri de bir kızgınlığın ve hışmın sonucu değil.  Gayet doğal hareket ediyor.

Salonda onun hareketlerinden başka ses yok.

Sokağın biraz önceki gürültüsü de duyulmuyor. Tatil günleri sokak biraz  daha sakin olur. Her zaman kulağı tırmalayan gürültüler tatilde biraz azalır. Yakınlardaki fabrika bugün çalışmıyor. Ne gaz kokusu, ne makina gürültüsü, ne de toz dumanlar azalmış. Biz bunlara zaten alıştık ta, eksik oldular mı acaba bir şey mi oldu diyesi geliyor insanın. Hani onlarsız gün sanki biraz değişik oluyor. Ya da Allah Allah, nerede bu gürültülerimiz, nerede bu kirli havamız, nerede toz-dumanlarımız demek geliyor içimden.

Kokular, tozlar, bozuk yollar, gürültü, plânsızlık, kalabalık, çarpıklık; bütün bunları artık zararlı saymıyoruz. Onlar hayatımıza yavaş yavaş girdi. Yani alıştıra alıştıra. Şimdi onlar hayatımızın bir parçası. Tepki gösterme firsatı kalmadı.

Kim hangi olumsuzluğa ciddi bir tepki gösterebildi ki?

Birileri bazı şeyleri güya toplum yararına deyip dayattığı zaman kim karşı gelebildi ki?

Kim kendi aleyhine, ya da içinde bulunduğu toplum aleyhine gelişen olaylara direnebildi ki?

Güdülmeyi kader bilenler kimin tarafından ve nasıl güdüldüklerini fazla düşünmezler. Onların buyruklarına hemen itaat ederler. Her uygulamayı, her direktifi, her ilkeyi itiraz etmeksizin kabul ederler. Hep onların seçeneklerini benimserler. Onlar tarafından kuralları belirlenmiş bir ortama ayak uydururlar.

Her şeye rağmen saatler durmuyor, hayat devam ediyor.

Dışarıda bugün gürültü az. Ama bunun bir kazanç sayamıyorum. Çünkü yarın yeniden başlayacak ve ben köklü bir tepki gösteremeyeceğim. Olumsuzlukların kaynağına itiraz edemiyeceğim. Dolaysıyla ne diye bir kaç saatlik sakinlik ile kendimi avutayım. Dün nasılsa, yarın da öyle olacak. Ertesi gün de aynen devam edecek.

Karım hâlâ salondaki eşyaları düzeltmeye devam ediyor. (Halbuki dağınık bir şey yoktu ki salonda.)

Belki de benim bir an önce evi terketmemi ve siparişleri zamanında ve eksiksiz olarak getirmemi istiyordur. Aslında karım bu gibi konuların üzerinde pek durmaz.

Çünkü adı gibi biliyor ki ben bütün siparişleri tastaman alacağım ve eve getireceğim.

Bir ara televizyonu açtı. Kanallarda tatil sinemaları, Pazar sabahı gevezelikleri, ucuz gülüşmeler, yapmacık tebessümler vardı. Hiçbirine uzun boylu bakmadı ve televizyonu kapattı.

Ben ise hâlâ ayaktayım ve onu izliyorum. Niçin ayaktayım, bilmiyorum. Birisi sorsa da cevap veremem.

Bilmem, işte ayaktayım ve öylece duruyorum.

Halbuki geç kalkmama rağmen bugün başka planlarım vardı. Ama karımın sipariş listesi plânlarımı kökünden değiştirdi. Şimdi çabuk olmayım. Bugün tatil ve pazar her günkünden kalabalık olur.

Akşamki haberlerde dünyanın neresindeki kriz üzerine yapılan görüşmelerin bilmem kaçıncı turundan, ekonomik korumacılığın üçüncü dünya ülkelerinin zararına geliştiğinden, bilmem ne ödüllerinin sahiplerine verildiğinden, son trafik kazalarından söz ediliyordu. 

Olaylar birbirini izliyor. Hangi birini takip edeceksin ki?

Haber kaynakları işlerine gelen haberleri, ya da kendileri açısından önemli olanları kamuoyuna sunuyorlar. Duyurulan pek çok şey haber olma özelliği taişıması önemli değil. Kimileri haberleri üretiyor ve kitleye duyuruyor. Kimbilir belki de insanları yönlendirmek için, ya da propaganda için. Medya tıpkı ekonomi gibi, tıpkı siyaset gibi, tıpkı spor gibi güçlülerin elinde. Güçlü silahlara sahip olanların sesi de daha gür çıkıyor.

Silahsızlanma hikâyeleri bir tarafa, güçlülerin elinde olan silahlar dünyanın geleceğini tehdit ediyor. Dünyayı bir kaç defa havaya uçuracak silah stoku olduğundan söz ediliyor. Barıştan, silahsızlanmadan dem vuruluyor ama, yine üreticiler habire silah üretiyorlar. Sonra da bunları satacak pazar arıyorlar. Pek çok ülkenin ekonomisi büyük oranda silah üretimine bağlı. Onun için pazar bulmak zorundalar. Gerekirse ülkelerarası kriz çıkarırlar, savaş kışkırtıcılığı yaparlar ve silahlarını satacak pazarlar bulurlar.

Dünyanın barışa ihtiyacı var. Savaşın yıkıntıları ve acıları kolay kolay unutulmuyor.

İyi de bu hayaller nereden geldi aklıma?

Ne zamandan beri dünya olaylarıyla ilgileniyorum? Kamuoyuna sunulan masallar ne zamandan beri dikkatimi çekmeye başladı?

Odanın bir köşesinde öylece ayaktayım, ama ayaklarımın altındaki zeminin sağlam olmadığını zannediyorum. Gözlerimin önü dumanlı. Karamsarım, umutsuzum, dağınığım. İçime doğru bazen karanlıklar yürüyor. Yüreğime bir ağırlık çöküyor. Damarlarım kabarıyor. Çocuğumun yüzüne gülemiyorum. Ona el uzatamıyorum. Kucağıma alamıyorum. Onun dünyasını paylaşamıyorum.

Üstelik bunun sebebini bilmiyor ve bir açıklama getiremiyorum.

İnsanlar, arkadaşlar, dostlar... Olaylar, çalışmalar, gelgitler, ağlamalar, gülmeler...

Acı çekenler, mutsuzlar, haksızlığa uğrayanlar, göz pınarları hiç kurumayanlar...

Niçin ağladığını anlatamayanlar...

Silahlar, bombalar, haykırışlar, feryatlar...

Damlar yıkılıyor, evler çöküyor, şehirler tahrip ediliyor, gökyüzünü siyah dumanlar bürüyor...

Ekinler, yani insanların geçim kaynakları, medeniyetler ve değerler ifsat ediliyor, nesiller yalanlarla, hurafelerle, aldatıcı süslü şeylerle aldatılıyor. Kitleler zevk ve eğlence uğruna adetâ tutsak ediliyor...

Güçlüler zayıfları sürekli tehdit ediyorlar...

Bunlar daha kahredici, daha bir çekilmez, daha bir etkileyici oluyor.

Kendime bakıyorum. Ayaktayım, ama tedirginim, huzurum yok.

Daha da kötüsü bunun cevabını veremiyorum. Bunun için ne yapmam gerektiğini bilemiyorum.

Olanları izliyorum. Bir şeyler olduğunu anlıyorum. Ancak eli kolu bağlı olmanın hüznünü, ya da cesur olamamanın getirdiği korkuyu yaşıyorum.

Karım ‘falanca geçen yıl da ödül almıştı’ diyor ve mutfağa doğru gidiyor.

Şaşırıyorum. Bunu niçin söyleme gereği duydu? Akşamki habelerden mi kaldı aklında? Sadece salondaki sessizlik dağılsın diye mi konuşmuştu? Benim görüşümü almak için mi söyledi?  Kimi zaman medyada gereksiz şeylerin yer aldığını söylediğimi ve bundan da nefret ettiğimi biliyor. Bu nefretin yersizliğini mi anlatmak istedi? Medyaya güvendiğini mi ima etmek istedi, bilemiyorum.

Ona göre medyada yanlış, yalan, iftira, ya da çirkin bir şey olsa yetkililer buna engel olurdu. Engel olmadıklarına göre her şey de o kadar anormal değildi. Bazı şeyleri kabul etmek gerekir. Onlar, herkesin istediği şeyleri tümüyle yapamazlarmış.

Karımın bu zamansız reaksiyonuna cevap vermedim. Sadece içimden 'evet' demek fikri geçti.

Yeniden dünya olaylarına dönüyorum. Onlar artık kafamın içinde dönüp duruyor.

Sonra sokaklar...

Kentin merkezi ve yürüyen hayat...

İşyeri, müdür, yönetmelikler, talimatlar, arkadaşlar, aybaşılar, maaşlar, evraklar ...

Bir bir geçiyor gözlerimin önünden.  Otobüsler dolusu insan, sokaklar dolusu insan, pazarlar dolusu insan, mağazalar dolusu insan... Koşuşturuyorlar va yaşıyorlar.

Bu zamanda böyle mi yaşamak gerekir, bilemiyorum.

Parkta bank üzerinde uyuyan adam, ayakkabı boyayan çocuk, simit, bilet, mendil ve benzeri eşyalar satan küçücük kızlar...

Önünden geçenlere piyango bileti, ya da şans torbasını uzatanlar...

Halı tezgâhı başındaki kadınlar, çapa yapan köylüler, elinde pazar çantası ile evine yönelen anneler, umudu bir kapı önünde kırılan, önü kesilen, kendisi olması yasaklanan gençler... 

Bomba taşıyan uçaklar, yarışan sporcular, sahalarda galibiyetlerle sevinç feryatları atanlar, ekmeğini taştan çıkaranlar, yük ve silah taşıyan gemiler, uyutulanlar, uyuşturulanlar, köleleştirilenler...

Eşyalar arasında uyur-gezer gibi dolaşan, başkalarının gündemini yaşamak zorunda bırakılan, başkalarının dilini konuşan, başkalarının kimliğini zoraki kuşanmaya çalışan, dinlediği nutuklar icin ‘artık kabak tadı verdi’ diyenler... 

Hepsi de bir bir gözümün önünden geçti. Onları düşündüm bir an. Sonra tekrar kendi gerçeğime döndüm.

Gökçek sonunda cesaretini toplayıp bana doğru geliyor. (Yoksa yüzümde kendini davet eden bir gülümseme mi bulmuştu?) Yavaş yavaş, eşyaların arasından bana doğru yaklaşıyor.

Tam o sırada karım tekrar salona giriyor. Elinde bir kaç tabak var. Demek ki onları büfeye yerleştirecek. Dik dik bana bakıyor ve gözleriyle ‘sen hâlâ gitmedin mi?’ diyor.

Anlıyorum ve gözlerimi ondan saklayıp kızıma çeviriyorum.

Bugün kendimle başbaşa kalmak istiyordum ve öteleri, ötenin ötesini, hayatı  düşünmek istiyordum.

Yalnız kalmak, bir şiir gibi yalnız olmak ve yüreğimdeki çağlayanı dinlemek istiyordum.

Ama olmadı.

Gökçek’i kucakladım ve onu bağrıma bastım. 

 

20.10.1987

Zaandam