Uzaktan taşıtların ışıkları görülüyor, derinden derine sesleri geliyordu. Taşıtların uzaktan gelen seslerini saymazsak etraf sessizdi. Öyle ki ağustos böceklerinin sesini duymak bile mümkündü.

Yüzünü kente çevirdi. Öylece biraz durdu. Kente doğru biraz alaylı, biraz da öfkeli bir şekilde baktı. Sonra içinden ‘artık dönmeliym’ dedi.

Çevresine bakındı. Birilerini, yani olmayan arkadaşlarını arar gibi yaptı.

Bunun gereksiz bir şey olduğunu biliyordu ama olsun; ‘kişi her zaman bir arkadaş arar kendine’ dedi.

Kime dedi? Kiminle konuştu? Burada onu kim duyabilirdi ki? Kim onu ciddiye alırdı ki?

Oysa şimdi o yapayalnızdı. Duyguları, sıkıntıları, hatta öfkesi ile başbaşa idi. Hani kimsye gösteremediği, kimseyle paylaşmaya cesaret edemediği, kendi bildiği kadar meşhur öfkesiyle.

Bir de gecenin koynunda en tatlı uykusuna yatmış bulunan tabiat uzayıp gidiyordu. Ancak tabiat onun dokunamayacağı kadar uzak gibiydi. Gece her şeyi alıp götürmüştü sanki.

İnsanlarla karşı karşıya değildi. İnsanlar uzakta, işte şu ışıkların oynaştığı kümenin içinde yaşıyorlar ve bazen birbirlerinin yüzüne bakıyorlar. Orada birbirlerine kur yapıyorlar. Orada dümanler çeviriyorlar. Orada birbirlerine tuzak kuruyorlar. Her şey orada oluyor, yani onların arasında.

Kente doğru yürümeye başladı.

Ağaçların görüntüleri çocukluğunda duyduğu efsaneleri hatırlatıyordu. Her bir ağaç alacakaranlıkta canlanan ve kendine doğru yürüyüşe geçen bir canlı gibiydi. O her birini sessizce geçiyor, onların canlı olup olmadıklarına aldırmıyordu.

Ve ağaç öyküleri, ağaç masalları, ağaç devirleri, ağaç destanları birer birer gözünün önüne bir gelip bir kayboluyordu.

 

***

 

Büyükanne ne güzel anlatırdı...

Büyükanne iyi bir hikâye ustasıydı. İyi kurardı öykülerini ve anlatılması gerektiği kadar anlatırdı. Bu anlatış dinleyicilere göre değişirdi.

Hiç bitmeyen öyküler damlardı dudaklarından. Onun hikâyelerinde (ya da masallarında) hayat en doğal haliyle yer alırdı. İnsana ve hayatın gerçeklerine uygun konular anlatırdı. Umut vardı, bağlılık vardı, iyilik ve insanlık vardı anlattıklarında. Kötülere ve kötülüklere karşı direnişleri, kötülük odaklarına karşı yapılan mücadeleleri anlatırdı. Güzel kahramanların kötüleri mağlup edişlerini anlatırdı. İyilik severlerin iyiliklerini anlatırdı. Çocuklara güzel örnekler verirdi.

Büyükannenin yanakları dökülmüş dişlerinin yerini doldururdu. Yanakları bu yüzden çukur çukurdu. Çocuklar bunun sebebini sordukları zaman tatlı tatlı gülerdi. Yüzündeki kıvrımlar o kadar çoktu ki saymanın imkanı yoktu. Onlar, çilelerle yoğrulmuş bir hayatın iniş ve çıkışlarını gösterirdi. O yüz, öykü anlatırken daha da güzel olurdu. Bütün ışıklar ve ısıtan güneşler o yüzde toplanırdı sanki. O yüz ne kadar aydınlıktı...

Sonra başlayan uyku saati...

Gecenin sarıp sarmaladığı çocuk dünyaları...

Masal boyu süren sayıklamalar hiçbirine rahatsızlık vermezdi.

Anne, baba, çocuklar ve onları öyküleri, öğütleri, tecrübesi ve yaşadığı gerçeklerle, inandıklarıyla kuşatan büyükanne.

Hepsi beraber bir diriliğin somut örneği idi. Var olmanın yaşayan  tanıkları yani.

Masal saatlerinde anne çayı getirir, sehpanın üzerine bırakırdı sessizce. Masalın sürekliliği, çocukları saran havası, masal kahramanlarının maceraları kesilmesin isterdi.

Çayın yanına çoğu zaman kırılmış kesme şeker de kordu. Çünkü büyükanne kıtlama çay içmeyi pek severdi.

Çocuklar çoğu zaman annenin çay getirdiğini duymazlardı bile.

Baba, ya kitap okumaktadır ya da tesbih çekmektedir o saatlerde.

Kent ise uykusunu unutmanın şakınlığını yaşamaktadır.

Biraz sonra belki bekçilerin alışılan düdük sesleri duyulacak. Sokak köpeklerinin inleyişleri sessizliği bozsa bile herkes kendi dünyasında olacak.

Çocuklar ise çoktan uykularını yarı edecekler.

Çünkü onlar için uyku oyun bahçesidir.

 

***

 

Işıklar giderek büyüyor, etraf aydınlanıyordu. İnsanların seslerini duymaya başlamıştı. Taşıt gürültüleri iyice artmıştı.

Kente giriş yoluna ulaştığını anladı.

‘Neler düşünmüşüm?

Neleri hatırlamışım?

Neleri dert edinmişim?

Kimlerle oturup kalkmışım?

Ne hesaplar yapmışım?’ dedi kendi kendine.

Büyükanne tekrar geldi gözlerinin önüne.

Minderine oturmuş, torunlarına bakıyor. Yahut elinde tesbihi dudakları kıpırdıyor. Yahut hikâye/masal anlatıyor torunlarına. O görüntüsüyle aile bireylerine bir sığınak duygusu veriyor. Herkes ona başvuruyor ve herkes onunla kendi varlığını özdeşleştiriyor.

‘Şimdilerde öykü anlatan, sarıp sarmalayan, yaşamanın hedefini çizen büyükanne yok. O çoktan ayrıldı aramızdan. Kent artık onun zamanında olduğu gibi erken uyumuyor.’

Sokak lâmbaları giderek artıyor ve ışıklar durmadan büyüyor.

İnsanlar caddeleri doldurmaya devam ediyor. Hâlâ alış-veriş yapıyorlar. Arabalara bakıyorlar, çevreyi kolaçan ediyorlar, konuşuyorlar, yürüyorlar. Kaldırımlardan ayrılmamaya dikkat ediyorlar. Onlar için yapılmış kırmızı ışık yanında duruyorlar, yeşil ışık yanınca yaya kaldırımından karşıya geçiyorlar. Bu geçişlerde pek çok yüzle karşılaşıyorlar. Hiç birini tanımıyorlar. Tabii ki hiç birine de selâm vermiyorlar.

Bu insanlar selâmsız mı kaldı, ne?

‘Bu çelişki çözülmeli’ diye düşündü.

Kişi, içinde geliştirdiği, belli bir biçim verdiği, değerli bildiği, varlık sorunu haline getirdiği dünyasını nasıl terkeder?

Ayakta kalabilmenin şartı sayılan, kişiliği oluşturan, daha da önemlisi şu akıp giden hayatı açıklayan duygular bütünlüğü nasıl bir kenara fırlatılıp atılabilir?

Bunu hangi mantık ileri sürebilir?

Böyle bir şey nasıl istenebilir?

İnsan hiç dayanaksız, köksüz, temelsiz yaşayabilir mi?

İnsan özenle kurduğu dünyasını, o sımsıkı sarıldığı dünyasını kolaylıkla terkedebilir mi?

Bu dayatma da neyin nesi oluyor?

Biliyoruz; kent değişiyor.

Kentin yüzü değiştiği gibi ruhu da değişiyor.

Kent kendine ait olanı bırakıyor, başka bir kimliğe bürünmenin açmazını yaşıyor. Geçmişini kara, kötü, geri ve fakir sayıyor.

Aydınlık bir yüz, aydınlık bir devir, aydınlık bir iklim arayışında.

En azından böyle iddia ediliyor.

Bunu görüyoruz. Buna tanık oluyoruz. Her ne kadar cılız tepkiler olsa da bu değişim gözler önünde gerçekleşiyor. Kimileri de bu değişimi hızlandırmak için –yangına benzinle koşar gibi- habire değişim felsefeleri üretiyorlar. Çağın değişerek aldığı yeni yapılanmayı en üstün gelişme olarak algılıyorlar. Bu gelişmeye, kişiliği inkâr pahasına da olsa boyun eğmeyi kaçınılmaz görüyorlar. Bu değişime karşı çıkmayı suları geriye doğru akıtma çabası olarak değerlendiriyorlar.

Ama insan kent değil ki!

İnsan ne kent gibi olabilir, ne de kenti meydana getiren şuursuz varlıklar gibi olabilir.

Kentin tutarsızlığına rağmen insan ona mı ayak uyduracak?

Büyük idealler, gerçek hedefler, uğruna emek sarfedilen beklentiler bir tarafa mı atılacak?

Kişiyi ayağa kaldıran, onu oluşturan, sonra da bütün sorunlara karşı dayanıklı kılan fikirler, o fikirlerin kaynakları nerede kalacak?

İnsanı insan yapan değerler bir çırpıda bırakılacak mı?

Hepsi de bir değişim fırtınası yüzünden toz toprak mı olacak?

Kent nankörlüğü tercih ediyorsa, yüzyıllardan beri kendine verilenleri bilmiyorsa, yapılan iyilikleri takdir etmiyorsa; onun gibi mi olunacak?

Nankörler iyi örnek olamazlar. Onlar kendilerine yapılan iyilikleri bilmezler.

Şu an bir koşuşturmadır gidiyor sokaklarda, caddelerde. Herkes bir umudun peşinde. Hiç kimsenin umudu açık ve parlak değil. Umutlar endişeyle sarılı. Bu bir koşudan çok bir sürüklenişe benziyor. Başkalarını çoğalttığı bir selin önünde bilinçsizce bir sürükleniş. Çocuklar de sokaklarda. Erkenden yatmayı, ninelerden masal dinlemeyi, yatmadan önce gökyüzünü seyretmeyi ve dua etmeyi mi unuttular ne?

Kimileri film kahramanlarının, kimileri de çizgi filmlerin taklidini yapıyorlar. Ya da onların üzerinde konuşuyorlar. Yapay kahramanlıklara soyunuyorlar. Herbiri bir rol üsleniyor. Başrol oyuncusu düşmanlarını lazer ışınlı silahı ile öldürüyor ve tutsakları kurtarıyor. Sonra da bir cesedin göğsüne ayağıyla basıp seyircilere ‘victory/zafer’ işareti yapıyor. Diğerleri onu çılgınca alkışlıyorlar. Hep bir ağızdan hurra diyorlar. ‘En büyük bizim kahramanımız, başka büyük yok’ diye tempo tutuyorlar.

Onların oyunlarında artık Sinbad, Keloğlan ve Nasreddin Hoca yok. Kır atına binmiş Ali onların yanına hiç uğramaz. Peri kızları onlara çiçekler ve gülücükler taşımaz. Onların arasında daha çok çizgi film, dizi ve futbol kahramanları dolaşır.

Ay giderek yükseliyor. Bu akşam gökyüzü bulutsuz ve sonsuza doğru uzayan bir derinliği var. Gökyüzü giderek dalgasız deniz gibi masmavi bir düzlem haline geliyor. Bu mavilik yükseliyor, yükseliyor ve uzaya doğru yürüyor.

Kentin ışıkları aynı heyecanı yaşamıyorlar. Onlar sadece yapay ve yabancı bir dünyayı işaretliyorlar.

 

                                                                         ***

 

Ana caddeye vardığında telaşlı bir kalabalık gördü.

İnsanlar çevreden gelip bu kalabalığa karışıyorlardı. Kimileri elinde pankart taşıyordu. Kimilerinin elinde ise renkli renkli bayraklar vardı.

Kalabalığın ortasında birisi yüksek bir yere çıkmış, elindeki megafonla nutuk atıyordu. Belki de bağırıyor. Kalabalığın onu dinleyip dinlemediği bile belli değildi.

Herkeste bir telaş, bir acelecilik, hatta biraz da korku vardı.

Megafonun geniş ağzı kendine doğru dönünce nutuk atan adamın dediklerinden bir kaç kelime duyabildi. Adam hak aramaktan, devirmekten, karşı gelmeden, baskıdan falan söz ediyordu. Megafon bir sağa dönüyordu bir sola. Adam habire konuşuyor (bağırıyor), tehditler savuruyordu. Çevrede anlaşılmaz gürültüler, homurdanmalar ve bağrışmalar duyuluyordu.

Biraz daha dikkatli bakınca ileride bir kaç devrilmiş araba, camları kırılmış dükkânlar, sağa sola atılmış karton kutular, tuğlalar, odun parçaları gördü. Yana doğru yatan bir arabanın tekeri hâlâ dönüyor, başka bir arabadan dumanlar yükseliyordu.

Bir kaç polis ellerinde coplarla kalabalığı dağıtmaya çalışıyor ama buna güçleri yetmiyordu. Doğrusu bu işde pek de istekli oldukları söylenemezdi. Belki az sonra gelecek daha büyük ekibi bekliyorlardı.

Kimileri etrafı süzüyor, ne olacak diye merak ediyorlardı. Kimileri de amaçsızca sağa sola koşup duruyordu.

Biraz ötede, anayolda devam eden trafik ile bu gürültülü kalabalık ilginç bir tablo oluşturuyordu doğrusu.

Kent bu akşam hareketli bir vaktini daha yaşıyor. Zaman zaman tanık olunan sahnelerden birini daha seyrediyor. Protestolar, yürüyüşler, mitingler, sloganlar, coplamalar, tutuklamalar, gürültüler... sürüp gidiyor.

Bu gece uykular yine bölünecek.

Bu gece ışıklar daha kirli akacak insanların üzerine.

Bu ışıklar yüzleri asla aydınlatmayacak.

İnsanlar durumlarından memnun değiller. Ellerindeki ile yetinmiyorlar. Ya da başkaları tarafından ellerine tutuşturulan şeylerle tatmin olmuyorlar. Yapılan uygulamalardan razı değiller. Haksızlık saydıkları işlere karşı çıkıyorlar. Giydirilen elbiseler ‘dar’ diye feryat ediyorlar:

“Hayır, yeter artık. Bu böyle olmamalı. Bu şekilde yapmaya hakkınız yok. Bu düzen sürüp gitmez. Bir kaç kişinin mutluluğu için, koca bir toplumun hizmetçi yapılması anlamına gelen gelişmelere razı olamayız.

Kitlelerin uyuşturulduğu proğramlara hayır..

Toplumun sürüleştirildiği uygulamalara hayır...

İnsanlara değer vermeyen anlayışlara hayır...

Ey bu işin sorumluları! Ne yaptığınıza, ne söylediğinize, aldığınız kararların sonuçlarına dikkat ediyor musunuz?

Sorumlular! Sorumlular, duyuyor musunuz sesimizi?

Anlıyor musunuz bu çığlıkların sebebini? ”

Megafondan bunlara benzer sesler duyuluyordu.

Kalabalık giderek artıyordu.

O ise öylesine ortalıkta dolaşıp neler olduğunu anlamaya çalışırken, birden kendini kalabalığın ortasında buldu. Sürüklenmeye başladı kalablıkla birlikte. Artık istese de bu sürüklenişten kurtulamıyordu. Şimdi orada olarla beraberdi. Aynı yöne doğru akıyorlardı. Ne yaptıklarını, nereye gittiklerini, hedeflerinin ne olduğunu bilmese de. Adımaları onlara uymuştu. Bir sağa bir sola yalpa yapıyorlardı.

Herkes gidiyor, o da gidiyordu. Sanki beraberce kaçıyorlardı. Polis düdükleri, megafondan yükselen sesler, araba klaksonları, bağrışmalar bütün alanı doldurmuştu. Orada, direğin altında çiçek satan bir yaşlı, kalabalığın ayakları altında ezilen çiçeklerini toplamaya çalışıyor, bir simitçi çocuk arkasına baka baka oradan kaçıyor, alanın öbür başında annesinin elinden tutan çoçuk şaşkın şaşkın ne olup bittiğini anlamak istiyordu.

Bir ara kendi kendine sordu: ‘Buraya niçin geldim? Burada ne işim var? Bu gidiş nereye? Nereye doğru sürükleniyoruz? Hem niçin sürükleniyoruz?’ diye sordu ama cevabını veremedi.

Hikâye analatan büyükanne, kitap okuyan baba, uyuyan bebek, sakin, kuvvetli, sıcak kucak gibi sarıp sarmayan aile ortamı... Hepsi de geride kaldılar. Kentin kirli ışıkları onları kuşattı. Sis perdesi onları da içerisine aldı.

Aykız beyaz atının üzerinde bulutlara doğru uçup gitmiştir. Devler ülkesinin sevimli kahramanları artık karanfiller getiremezler. Keloğlan, kafdağına hayat suyunu bulmaya gitti ve bir daha dönmedi. Ne mahallenin pamuk amcası, ne şeker dede, ne de beyaz gülücüklü mahalle arkadaşlıkları kalmıştır.

Tanımadığı yüzler, sert ve haşin ayaklar, rahatsız eden kollar, anlamsız çığlıklar ve sürükleyen kalabalık... Dürtükleniyor, itekleniyor ve bir yerlere doğru götürülüyordu.

Bu gidişten bir şey anlamadı. Kimseye de soramadı. Kimseden bir şey öğrenemedi. İstemese de onlara uydu.

                         

                                                                ***

 

Çay saati çoktan geçmiştir. Yer sofrası toplanmıştır. Etraf düzeltilmiştir. Bulaşıklar yıkanmış, çocukların yatakları hazırlanmıştır. Anne kanatlarını açıp evini kucaklamıştır. Köşeler, duvarlar, eşyalar, çocuklar ve büyükanne; onunla özdeşleşmiştir. Onunla bir anlama kavuşmuştur. Onlar birbirinden bıkmazlar, birbirlerini kırmazlar, birbirlerine küsmezler, birbirlerini terketmezler.

Baba anneye bir göz atar yatmadan önce. Onun çorap, ya da kazak örüşü hoşuna gider. O, her ilmikte vefayı, bağlılığı, mutluluğu, merhameti ve sevgiyi örer. O, saat, sessiz ama dipdiri bir andır.

Baba yatsı namazından sonra yatmaya hazırlanmaktadır.

Öykü anlatan büyükanne aramızdan ayrılalı çok oldu. Ama anne onun bıraktığı bir çok şeyi onun bıraktığı gibi sürdürmeye çalışıyor.

Fakat kent bu mantığı hiç bilmiyor. Bu anlayışı hiç anlamıyor. Kent bu çabaya değer vermiyor. Hatta bu anlayışı değiştirmeye çalışıyor.

Kent, büyükannenin dünyasına ihanet içinde.

Biraz sonra evin lâmbaları sönecek. Baba, anne ve artık büyüyen çocuklar; kendileri için dinlenme saati yapılan uykularında olacaklar.

 

                                                         ***

 

O, kalabalığa tekrar tekrar baktı. ‘Herkes galiba benim gibi, kimse ne yaptığını bilmiyor’ diye söylendi. Sürüklenmeler, didişmeler, gürültüler, çığlıklar devam ediyordu.

Kent değişime mi direniyor, yoksa bilinçsiz bir tepki mi veriyor? Yoksa yeni oluşumlar mı istiyor? Kent, ne istediğini belki de hiç bilmiyor. Kentin hafızası iğdiş edilmiş. Ne istediğini nasıl bilebilsin?

Megafon nutuk atmaya devam ediyordu:

‘Bu bizim hakkımız....

Kim, hangi cesaretle bu hakkımızı almaya kalkışıyor?’ diyordu.

O, kalabalıktan ayrılmak istedi. Çünkü kendini orada yabancı hissediyordu. Oraya, oradaki anlamsızlığa yabancı idi. Kendini zorladı, kalabalık arasından bir yol bulmaya çalıştı. Evi düşündü, hikâye anlatan, bahar yüzlü büyükanne geldi gözlerinin önüne. Az önce sakin sakin dolaştığı; özgürlüğü hatırlatan, çiçek kokulu kırları, istediği gibi hayaller kurduğu zamanı düşündü.

Oradan uzaklaşmak için bir daha gayret etti.

Ancak birden kafasına sert bir şey çarptı. Gözleri karardı, hiç bir şey göremez, hiç bir şey duyamaz oldu.

Olduğu yere yığıldı kaldı.

 

6.2.1991

Zaandam